*

  • kesik çayır biçilir mi?
    meram bağları, meram çayırları tanıktır, böylesi yiğit her anaya kısmet olmaz. inadına mertti, inadına yiğit, inadına yağızdı.

    konya'nın valisi o yıl meram'da otururdu hep. meram o zamanlar da en saygıdeğer yeriydi şehrin, mevlevi dedeleri meram'daydı, çelebiler hepten meram'daydı. ve vali paşanın yâveri, genç yâveri meram'dan çok az inerdi konya'ya. bütün oralar bu genç adamı, o da bütün oraları tanırdı, iyi tanırdı.

    yâver, fesini sola doğru devirdi. güz demiydi. serindi ama o yanıyordu. korkmuyordu. oysa kocamış bir gece yollara düşmüştü "dutlu"dan meram'a doğru, akşam namazından sonra. korkmuyordu.

    "sırtıma sepken yağıyor."
    "yanuben yorgun gelirim."

    demiş elin oğlu zamanında. yâver işte bu hâl idi. konya severdi bu delikanlıyı; o da konya'yı. ama konya'dan daha çok sevdiği bir şey bir kişi, bir hatun kişi vardı. meram'a ilk zamanlar sık gelirdi. aslı konaya'lı değildi.

    sevdiceği bir mevlevî çelebisinin kızıydı. düşünün, allah etmesin dile düşerlerse ötesi yoktu bu işin. allah etmesin dile düşerlerse, musalla mezarlığında selviler hüzzam makamından bir şarkıyla başlayıverirlerdi. allah etmesin, gençti. konya'nın delikanlısı zaten pek hayır okumuyordu adının üstüne. allah etmesin. ama yine de kotkmuyordu işte.

    sevdiceği bir mevlevî çelebisinin kızıydı. gelirken- giderken bir şeyler olmuştu. bir şeyler olmuştu çünkü. loraslarından kalkan ebabil kuşları, kanatlarında "günaydınlar" getirdilerdi bir gün. ebabil kuşlarının gözleri kahverengiydi, sol ellerinin üstünde bir "ben" vardı ebabil kuşlarının.

    bu gece onunla buluşacaktı. ilk buluşmaları değildi bu şüphesiz. ama meram'ın o ördekbaşı ve şili çayırları o "incecik" çayırları tanık olsun ki en mutlusuna gidiyordu buluşmalarının.

    yâver fesini sol yana devirdi ve bıyıklarını burdu. eli-ayağı yanıyor gibiydi. kerpiç duvarı aşmıya çalıştı. ceketi tozlandı, aldırmadı, hemen şöyle silkiverdi eliyle, ince çayırlar ayağına dolaştılar aldırmadı.

    çelebi kızı, zerdalinin altına vardı. gözleri apaydınlıktı, kahverengiydi.
    yâver yanına gelince, oturuverirdi çayırların üstüne. yâver o cesaretsiz elleriyle çelebi kızın elini tutacak oldu, edemedi. oturdu.

    konya pul pul dirildi gözbebeklerine. yalnız konya değil dünyalar onundu. anasını hatırladı, bir zaman sonra, memleketini hatırladı, sonra kalkıp gitmek istedi, niye istedi bilmem, gidemedi.oturdu.

    derken efendim sekiz iklimden ipil ipil bir batı rüzgarının seranadı başladı. kız konuşuyordu. çelebi kızı. derken efendim, dere tarafından bir bülbülü vurdular, ne hacetti, kız konuşuyordu, yâver öldü öldü dirildi.

    konuştular. kızın elleri yâverin ellerinde serindi. uzun uzun konuştular. aşktı bu dost. sevgiydi. ne konya vardı önlerinde, ne zerdali ağaçları, ne meram, ne paşa, ne çayırlar ve ne de sekiz taraflarından sekiz kara binayla onları gözetleyen sekiz konya uşağı.

    derken efendim, yâver "haydi hoşçakalasız" diyecekti, diyemedi. derken efendim sekiz karabina sekiz kurşun kuştu yâverin suratına. derken efendim, yâver "gidem" dedi, gidemedi. önce sallandı sağ ayağının üzerinde üç kez. sonra sa yanına devrildi. kıpırdayamadı bile. sekiz konya delikanlısı için sanki bir şey olmamıştı. dere yöresine doğru "konyalı" yı çağıraraktan yürüdüler.

    sabah yakındı. çelebi kızı ölü sevgilinin üstüne eğildi. öylece kaldı.
    gün ışığında ölü yâveri ve çelebi kızını "incecik" çayırların üstünde buldular.
    paşa, vali paşa, yâverin anasına yanık künyesini gönderdi yarıntesi günü.

    "ince çayır biçilir mi
    sular ayaz içilir mi
    bana yardan vaz geç derler
    yâr tat'lolur geçilir mi"

    sonra arkasından, mezar taşı olsun garibin diye bu türküyü yakıverdiler. "ince çayır biçilir mi?" biçtiler bile.

    "aman ben yandım, paşam ben yandım,
    ellerin köyünde vuruldum kaldım."

    kaynak:
    kamil uğurlu
    bir konya türküsünün doğuş hikayesi
  • yarim istanbul'u mesken mi tuttun?

    güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. düğün davulları aynı gün birlikte döğülen hatça'yla zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.

    derin bir iç geçirdi.

    bir çocuğu olsaydı bâri. oğlan değil, kızı. o zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. ama istanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. erkek olmalıydı çocuğu. erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. on yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. yedi yıldır istanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
    gene derin bir iç geçirdi.

    yedi yıl, yedi koca yıldır istanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli istanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... ağlıyası geldi birden. düşünmek istemiyordu bunu. o pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir istanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "günahı, vebali varsa ona. kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. hele böyle bir şey olsun...."

    yanında bir karaltı. kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.

    resullarin emine anaydı gelen:

    - ne o kınalı kekliğim benim? dedi. öksüzüm, yavrum. ne ağlıyon? telâşlandı:
    - yoook, ağlamıyorum nene...

    gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
    - ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. ben bilmem mi ne diye ağladığını? vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. o nerde? hani?

    "kınalı keklik" gene derinden bir çekti. güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. varsın aksınlardı nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. keten yelekli, burma bıyıklısı istanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? ilk gittiği aylar nasıl yazıyordu? demek unutmuştu? unutmuştu demek ha? hıçkırdı. genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. sormadılar hiçbir şey. biliyorlardı. sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? biri:
    - sus bacım, dedi. sus! bir başkası:
    - gözlerinden döktüğüne yazık!

    sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
    - el oğlu değil mi? en iyisinin köküne kibrit!
    -vallaha amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..
    - en doğrusu bu ama....
    - dinlemiyor ki!
    - bu gençlik, bu tâzelik...
    - yedi yıl, yedi yıl anam. dile kolay. insan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?

    sıkıldı, bunaldı. ağlamıyordu artık. zaman zaman bu: mâdem erkeği istanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. elini sallasa ellisi, başını sallasa...

    duramadı karıların arasında. onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. istanbul'a? gözü kör olasıca yokluk. düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. o gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? istanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. o zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.

    başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
    yedi yıl, yedi koca yıl!
    kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..

    testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? bösböyük, palazlanmış delikanlı. akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? babasının kokusunu mu taşırdı?
    - kınalı keklik kaldın gene. bak testin doldu, taşıyor!

    kendine geldi. insanoğlunun aklına şaştı. gözleri testisindeydi güya. testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.

    çekti lülenin altından. güldü acı acı.

    tuttu evinin yolunu. tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. her kafadan bir ses:
    - deli anam deli bu!
    - doğru bacım, deli..
    - beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
    - ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?

    sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... evden içeri girerken, dursunların hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. ince, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
    - dursunların hacı, kara hacı başınızda parçalansın. atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!

    kara hacı da neydi ki sırma bıyıklı ali'sinin yanında? değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!

    güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. gece iniyordu köye ağır ağır. loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.

    canı ne yemek istiyordu, ne de su.

    gel desen gelmez miydim? şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?

    ali bakıyordu, sadece bakıyordu.

    oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
    - ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?

    ali susuyor, boyuna susuyordu. taştan ses çıkıyor, ali'den çıkınıyordu. sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
    - insafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. durmadın sözünde ali'm. sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?

    fakat ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... fakat ali...

    uyandı. güneş bir mızrak boyu yükselmişti kalktı yaslandığı yerden:
    - hayırdır inşallah, dedi.

    kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. ne olur ne olmazdı. kara, kuru hacı kötü dadanmıştı çünkü. köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu kara hacı'ya! yedi yıldır istanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.

    devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
    uykusunda düş.
    düşünde istanbul gurbeti. taşı toprağı altındandı istanbul gurbetinin. ali'sini aramağa gitmişti düşünde. bulmuştu da. güzellerin arasındaydı. bir kıyıdan bakıyordu. güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.

    o zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. açmıştı ağzını ali'sine, yummuştu gözünü:

    - istanbul'u mesken mi tuttun? bu güzelleri gördün beni unuttun mu? sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?

    yarim istanbul'u mesken mi tuttun aman
    gördün güzelleri ben unuttun aman
    beni evinize köle mi tuttun aman

    gayri dayanacak özüm kalmadı aman
    mektuba yazacak sözüm kalmadı aman

    yarim sen gideli yedi yil oldu aman
    diktigin fidanlar meyveye döndü aman
    seninle gidenler silaci oldu aman

    gayri dayanacak özüm kalmadı aman
    mektuba yazacak sözüm kalmadı aman
  • şen olasın ürgüp (cemal'ım)

    türkü, öldürülen cemal'e, karısı şerife tarafından yakılmıştır. şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, şerife'nin daha sonra evlendiği hayrullah'tan olan oğlu ismet aksoy göndermiştir.* cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

    ürgüp'ün karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan cemal, kalleşlikle öldürülür. herkesçe sevip sayılan cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. eşi şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. yetim kalan oğlu mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.

    ağıt, şerife'nin ikinci kocası hayrullah'ın sonraki yıllar refik başaran'a "herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine cemal türküsünü plağa okur. cemal hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. onun öldürülüşü şerife kadar hayrullah'ı da etkiler. şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.

    türkünün asıl metni şöyledir:

    şen olasın ürgüp dumanın gitmez
    kıratın acemi konağı tutmaz
    oğlun da çok küçük yerini tumaz
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    ürgüp'ten de çıktığını görmüşlür
    kıratının sekisinden bilmişler
    seni öldürmeye karar vermişler
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    cemal'ın giydiği ketenden yilek
    al kana boyanmış don ile göynek
    sana nasip oldu ecelsiz ölmek
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    ürgüp'ten de çıktın kırat kişnedi
    üzengiler ayağını boşladı
    yağlı kurşun iliğine işledi
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    karlık ile başkadın pınar arası
    çok mu imiş cemal'ımın yarası
    ağlayıp geliyor garip anası
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    cemal'ın giydiği kadife şalvar
    dükkânın kilidi cebinde parlar
    oğlun da çok küçük beşikte ağlar
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    kıratın üstünde bir uzun yayla
    ne desem ağlasam kaderim böyle
    gidersen ürgüp'e sen selâm söyle
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    kıratım başımda oturmuş ağlar
    cemal'a dayanmaz şu karlı dağlar
    üzüm vermez oldu karlık'ta bağlar
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    giden cemal gelir mi de yerine
    içerimde yaram indi derine
    cemal düşta kahpelerin şerine
    cemal'ım cemal'ım algın cemal'ım
    al kanlar içinde kaldın cemal'ım

    (seki : atın tırnaklarının üst kısmında bulunan beyaz kıllar)

    kaynak:yrd. doç dr. doğan kaya
  • kırmızı gül demet demet

    kırmızı gül demet demet,
    sevda değil bir alamet,
    balam nenni, yavrum nenni
    gitti gelmez ol muhannet
    şol revanda balam kaldı,
    yavrum kaldı, balam nenni...

    nenni ya! nenni ki nenni!. yavrum nenni! bir demet kırmızı gülle
    gelen nenni!. nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...
    varıp sormak gerek türküye : ''ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. yavrum nenni... balam, nenni''. bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? onların sevgi dili yok mu?. onlar duygu simgesi gül kat... ama bir tek!. benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. kırmızı gülü
    seçmişsin sen. hem de demet demet...

    ha bir de 'balam' meselesi var! yavrum diyorsun... 'nenni' diyorsun 'gitti gelmez' diyorsun. yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? şol revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. revan, bugünkü adıyla erivan, yani günümüzde ermenistan'ın başkenti... türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... neden derseniz, revan osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. ama bir ara elden çıkmış, safeviler işgal etmiş. yıl 1635. dördüncü murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla revan seferini düzenlemiş. sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, revan yeniden osmanlı topraklarına katılmış. eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. mal götürüp, mal getirmişler... memet de gidip gelen kervancılardan birisi... anasının da tek 'balası'... tek oğlu!. erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, revan'da satıyor memet... memet de memet hani... karayağız bir delikanlı... taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. bir de alışkanlığı var memet'in. her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... sevgi saygı simgesi. gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... hele memet kervandaysa. gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. rüyaları hep memet üstüne... revan yollarını düşlüyor hep. kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. bir hortum, yutuyor kervanı. koca kervan döne döne göğe çekiliyor. geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. memet'i arıyor gözleri. kara yağız, kaytan bıyık memet, ellerini uzatıyor anasına. 'tut ellerimi' diyor. ama ne gezer. anasının elleri boşlukta kalıyor. sözün kısası günü gelip de kervan revan'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

    bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .bazen de tersi oluyor . kervanın dönüşü, bayram gibi! kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. kimi analar da oğlunu. sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. yemen seferinden döner gibi. gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... karı var, ayazı var!. bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. ilkin bir ateş sarıyor bünyeyi. kusma, iltihap, baş dönmesi. en sonunda da sayıklama. artık kurtuluşu yok. sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. en erken üç gün. en geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. sevgiliye özlem, alınan armağanlar. söylenecek güzel sözler. ''sensiz olamam. sen benim her şeyimsin. güne seninle başlıyorum. seninle bitiyor gecem. zaman yitirmemek gerek demiştin. oysa günler su gibi geçti. ne bir ses; ne bir nefes. düşlerdeki yerin hariç. oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. öyle demiştik. ''yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. bunları sen söylemiştin. sıcaklığın avuçlarımdaydı. kuytu bir sokak arası mıydı?. yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? bir tek gözlerin kalmış belleğimde. bir de kuşların bitmeyen şakımaları. ne de güzel batmıştı güneş. alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. bahar mı kokuyordu saçların. yoksa gerçekten bahar günleri miydi? işte böyle sevgili. ben şimdi senden uzak. seni sayıklıyorum. ellerini tutabilsem yeniden. yüzüme dokunsa saç tellerin. ama ne gezer!. kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. aniden yok oluyorsun düşlerimden. ellerim boşta kalıyor. hem anamın hıçkırığı niye. uzattığım ellerimi tutsa ya! ateşler içindeyim. bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.

    gurbet elde baş yastığa gelende,
    gayet yaman olur işi garibin,
    gelen olmaz giden olmaz yanına,
    bir çalıdır mezar taşı garibin.

    bir çalının dibine gömüyorlar memet'i. söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. kara toprak alıyor bağrına. gençmiş... sevenleri varmış... anası yavuklusu yol gözlüyormuş. ecel bu! kimini sele, kimini yele verir. memet'i de revan'da vebayla yakalıyor. sayıklaya sayıklaya gidiyor memet. kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. sevgiliye özlemi de dilinde!. artık bir çalıdır mezar taşı memet'in!. bir tek memet değil vebaya teslim olan. kervanın çoğu kırılıyor. sahipsiz mezar oluyor revan ' da. kalanlar perişan. utangaç. yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... ağır ağır erzurum'a giriyor kervan. analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. aradığını bulan sarmaş dolaş. gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''oğlum memet'im nerede. birlikte çıktınız kervana. nerede kaldı''. sen sen ol da gel yanıtla. "ilkin kusma başladı. sonra da bir ateş. en son sayıklama başladı. tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. titreye titreye sayıkladı. yedi gün dayandı memet. sonra... sonra bir çalının dibine gömdük onu''. gel de söyle bunu. söyleyebil!. hem de anasına... o ana deli olup dağlara düşmez mi?. avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? ölümün hepsi kötü. ana, baba, anneanne, dede. hepsi kötü. dün var olan... soluyan, nefes alan; nefes veren. bir anda yok artık. yerinde yeller esiyor. şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. belleklerden siliniyor. yaşlı ölümü neyse ne! ''öldü de kurtuldu" diyor insan. ya gencecik ölümler. muradı gözünde gidenler. anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. oluru yok. diline kırmızı gülleri doluyor. ol tabipten medet diliyor. olmuyor. ver elini dağ yolları. dilinde türküsü. gönlünde oğlunun hayali. deli olup dağlara düşüyor. o'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''kırmızı gül demet demet. sevda değil bir alamet şol revan'da balam kaldı. yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

    kırmızı gül demet demet
    sevda değil, bir alamet
    balam nenni, yavrum nenni,
    gitti gelmez ol muhannet,
    şol revan'da balam kaldı,
    yavrum kaldı,
    balam nenni,

    kırmızı gül her dem olmaz,
    yaralara merhem olmaz
    balam nenni,
    yavrum nenni,

    ol tabipten derman gelmez
    şol revan ' da balam kaldı,
    yavrum kaldı,
    balam nenni.

    kırmızı gülün hazanı,
    ağaçlar döker gazalı,
    karayağızın güzeli
    şol revan ' da balam kaldı,
    yavrum kaldı,

    kaynak:
    yaşar özürküt
    öyküleriyle türküler 2
    istanbul, 2001
  • hastane önünde incir ağacı

    komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. hava değişimi olarak yozgat'a (akdağmadeni) gelir. sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. genç tedavi için istanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. ailesi cenazesini yozgat'a getiremez., istanbul'da kalır.
  • deniz üstü köpürü
    şu ula'nın düğünleri düğündür hani...

    erkekler oğlan evinde yiyip içip yan gelirler; kız evinde de eğlence gırla gider. bağda üzüm toplayan, bahçede sebze çapalayan, tarlada tütün kıran kızlar; düğün günü, güzellik suyuna batıp çıkmış gibi olurlar. düğünlüklerini giyip, saçlarını tarayan kızlar, huri-melek kesiliverirler.

    tef vurup cümbüş çaldı mı; kendinizi düğünde değil, periler ülkesinde sanırsınız. kızlar salınır da, meydan kız görür.

    bu yüzden, datça'lı durmuş :
    senin çocuk kara-mara ama, hayli şirin yahu! diyenlere, göğsünü gere gere şu karşılığı verir:
    -eee, ne olsa o'nun anası ula'lıdır...
    demesi o ki datça'lı durmuş'un; ula'nın havası-suyu, güzellik
    ılıcasından daha etkilidir. bundan olacak, ula köylüklerinin köylüleri oğullarını ortaokulda okusun diye, kızlarını yorgan -dikiş öğrensin diye ula'ya yollamanın yolunu ararlar.

    çaydere'li osman, dayısıoğlu nasuh çavuş'un gelin almasında ula'ya geldi. alay, koca marçal dağlarını aşıp ula'ya geldiğinde, kız evinde çalgı-çengi sürüp gidiyordu. ilçenin genç kızları halka olmuş; <<ay alaylar bulaylar -temeli de süzgün alaylar>> oyununu oynuyorlardı.

    osman, hayat (avlu) kapısının yanındaki duvarın üstüne dikilip, oynayan kızlara bir göz gezdirdi. gözleri bir kızın üzerinde mıhlandı kaldı. hay bakmaz olaydı! osman'ın gönlü ırmak olup, balcıların kızı gülayşe'ye akıverdi.

    çaydere'li olanca gücüyle asıldığı halde, bakışlarını gülayşe'den koparamıyordu. sanki herkes osman"ın kime, hangi duyguyla baktığını seziyordu. osman ne gözlerine söz geçirebiliyordu, ne de gönlüne... artık gönlüne kendi beyni değil; gülayşe buyruktu.

    gülayşe ile ona bakmış, gülümsemiş miydi, ne!

    osman, gelin alayıyle birlikte çaydere'ye dönerken; <<içimde bulgur kaynıyor: kafamda kireç söndürülüyor>> dediği zaman, yanındaki çiftçilerin mehmet; <<osman mı anlamsız konuşuyor, ben mi anlamıyorum...>> demekten kendini alıkoyamadı.

    o günden öte osman, ula düğünlerinin çağrılmayan konuğu olmuştu. çizmelerini parlatıp atına atlıyor, soluğu ula'da alıyordu. marçal dağlarında, kabaca pıynar'ın dibindeki yatıra mum adayıp, gülayşe'ye kavuşmak için dua etmeyi unutmuyordu.

    çoğu düğünlerde gülayşe'yi görmüyordu. ama bir de gördü mü, içinin tüm denizleri köpürüyordu.

    yine böyle bir düğünde, gülayşe'ye <<gel ayşe>> diyecek cesareti toplayabilmek için, birkaç şişe rakıyı su gibi içti. neydi o öyle? ayşe mi dönüyordu, dünya mı?

    derken biri ilişti koluna:

    -gel be dost, dedi, <<derdin var anlaşılan. gel bizim meclisimize katıl...>>

    çaydere'li osman, kendini ula'lı gençlerin sofra kurdukları hasırın üstünde buldu. herkes dostça bakıyordu kendisine. merhabalaştıktan sonra, bir kadeh sundular ona da.

    dülger bekir'lerin selver, bağlamasını düzenleyip, telleri üzerinde, telleri gezdirirken sordu :

    -merakımı bağışla osman arkadaş uia düğünlerini kaçırmayışının nedeni ne ola ki?

    o güne dek bağlamayı eline bile almamış olan çaydere'li osman, birden irkildi. yeniden doğmuş gibi oldu. selver'in elinden bağlamayı aldı. o gün çalıp çığırdığı, sevilen bir ula türküsü olarak günümüze kaldı. kuşkusuz yarına da kalacak :

    <<deniz üstü köpürü, ah yarim, lilay lilalay iom
    kayığa da binsem götürür ah yarim ah
    benim de buraya geldiğim ah yarim lilalay lilalay lom
    bir güzelden ötürü ah yarim ah

    karıncanın katarı ah yarim lilalay lilalay lom
    yüreğime değdi batarı ah yarim ah
    benim de buraya geldiğim ah yarim lilalay lilalay lom
    bir güzelin hatırı ah yarim ah>>

    kaynak:
    ahmet günday
    bağlama metodu
    notaları ile halk türküleri
    ve türkü hikayeleri
  • bodrum hakimi

    intihar eden mefaret hanım'ın öyküsü yarım asırdır filmlere konu oldu, türküsü bodrum ve milas yöresinin dilinden düşmedi ama kimse "gerçeği" bilemedi. bodrum hakimi, şimdi, tolga çandar'ın çıkardığı "türküleri egenin 2" albümüne adını verdi. işte size birden fazla gerçeği olan yaşanmış bir öykü.

    bodrumlular erken biçer ekini
    feleğe kurban mı gittin
    bodrum hakimi

    türkiye'nin ilk kadın hakimlerindendi bodrum hakimi. tek görev yeri bodrum değildi elbet, ama bodrumlular onu öyle sevmişlerdi ki... bu dürüst, gözüpek, "erkek gibi" hakim hanıma saygıyla karışık bir sevgi duyuyorlardı. aslen nereli olduğu önemli değildi, "bodrum hakimi" idi o.

    "mefaret tüzün (bodrum hakimi) tavşanlı 1906 - bodrum 1954
    türkiye'nin ilk kadın hakimlerinden olan tüzün, 24 eylül 1951 yılında bodrum'da göreve başladı. keşiflere at sırtında gidip gelen hakime hanım, cesurluğu ve girişimciliğiyle kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954'te kaybettiği nişanlısının ardından tüzün'ün de beklenmedik ölümü, bodrum'da büyük üzüntü yarattı. bodrumlular, hakim'e olan sevgilerini adına bir türkü yakarak yaşatmaya çalışmışlardır".

    bodrum'da iz bırakanlar takviminde böyle tanıtılıyor bodrum hakimi mefaret tüzün. hakkında bundan fazlasını öğrenmek de pek mümkün değil zaten. denediğiniz zaman resmi makamlardan da bodrum'un yaşlılarından da aynı tepkiyi alıyorsunuz: "niye soruyorsunuz? geçmiş zaman, ne olmuşsa olmuş bitmiş işte, öğrenip de ne yapacaksınız?" bodrumlular söz birliği etmişçesine 43 yıldır saklıyor mefaret hanım'ın ölüme götüren sırrı.

    mefaret hanım'ın arkasından halkın yaktığı türküyü yıllar sonra seslendirip yeni albümüne alan tolga çandar, uzun süre bu sırrın izini sürmüş. ama zar zor açtığı her kapının arkasında birbirinden farklı öyküler çıkmış karşısına.

    bunlardan bir tanesine göre, hakim hanım bodrum'da bir gence idam cezası vermiş. bunun üzerine çocuğun ağabeyi onu kaçırıp turgutreis'in karşısındaki çatal adalarında tecavüz etmiş. bundan çok etkilenen mefaret hanım da dönüşte kendisini öldürmüş.

    anlatılan diğer öyküler ise ayrıntıları farklı olsa da mefaret hanım'ın ölümünün arkasında bir aşk olduğu yolunda. bunlardan biri, "bodrum hakimi" filmine de konu olan öykü. türkan şoray'ın bütün azametiyle canlandırdığı muhteşem hakim hanımın hiçbir zor karşısında eğilmeyen başı sonunda bir aşka yenik düşüyordu. ya sevdiği adama ölüm cezası verecekti, ya da... ikinci yolu seçti bodrum hakimi.

    şu bodrum'un dağlarında ceylanlar dolaşır
    kara haber mefaret hanıma pek tez ulaşır

    bodrum'da sıkı sıkı mühürlenmiş ağızlardan yarım yamalak dökülenler ise, hakim hanımın sevgilisinin filmdeki gibi bir suçlu değil, bodrum'un savcısı olduğu yönünde. ama bu aşkın mefaret hanım'ı neden intihara sürüklediği konusunda rivayet muhtelif. karşılıksız değildi aşkı besbelli. ama herhalde evlenemeyeceklerdi. ama neden? savcı evli miydi, ya da önce evlilik vaadettiği mefaret hanım'ı sonra terk mi etti... büyük olasılıkla bodrumlular pek sevdikleri "hakim hanım"larına böyle gayrimeşru bir ilişkiyi yakıştırmak istemediklerinden susuyorlar bu konuda, takvimlerinde bile "nişanlısı" sıfatını kullanmayı tercih ediyorlar.

    mefaret hanım'ın son gecesine ilişkin anlatılanlar ise daha da hazin. milaslı türk sanat müziği bestekarı zeki duygulu'nun konseri var o gece. bodrumlular ciple milas'ın yolunu tutuyor. mefaret hanım da aralarında. ve o gece konserde bir şarkıyı tam üç kez çaldırıyor:

    uslu dur kadınım çıldırtma beni
    ben artık bildiğin o ten değilim
    bir başka yağmurla ıslak mendilim
    yeter artık ağlatma beni
    uslu dur kadınım çıldırtma beni
    dökülmüş yaprağım, sararmış güzüm
    çiğli kirpiklerle yaşlıdır gözüm
    bu gurbet ellerde ben bir öksüzüm
    yeter artık ağlatma beni
    uslu dur kadınım çıldırtma beni

    bu konser bodrumlular'ın mefaret tüzün'ü son görüşü oluyor. tolga çandar o gece kendini asan hakim hanımın ölümünün bodrum'da ne büyük bir üzüntü yarattığını annesinden dinlemiş. o zamanlar henüz çocuk olan annesi tarlada çalışırken gelen ve mola veren otobüsü ve üstündeki cenazeyi hiç unutmamış. yıllarca ne bu öykü düşmüş dilinden ne de bodrum hakimi'nin türküsü.

    hakim hanım'ın memleketi kütahya tavşan
    hakim hanım sen eyledin bizleri perişan

    bu kütahya konusu da ayrı bir muamma. takvimde de türküde de mefaret hanım'ın tavşanlılı olduğu söylense de bunun aslı yok gibi. tavşanlı kaymakamıyla konuşan tolga çandar hakim hanım'ın bir süre tavşanlı'da görev yaptığını, tıpkı bodrum'daki gibi yöre halkı tarafından çok sevildiğini, giderken de gözyaşları içinde konvoylarla uğurlandığını öğrenmiş. mefaret tüzün'ün gerçekte tekirdağlı olduğu sanılıyor.

    çandar, kendisini çocukluğundan beri derinden etkileyen bu kadının peşini bırakmamaya kararlı. elinde bodrum kaymakamlığından zar zor edindiği sararmış bir fotoğraf var. hakim'in sevgilisi olduğu söylenen savcıyı aramış, bulamamış, akrabalarına sormuş, öğrenememiş, şimdi adalet bakanlığı'nda araştırmalarına devam ediyor. bu arada da hiç olmazsa bir türküyle bu talihsiz kadına bir selam gönderiyor.

    türkü, bodrumlular'ın yaktığı bir ağıt ama milaslı radyo sanatçısı nazmi yükselen onu trt repertuvarına girecek şekilde düzenlemiş ve 60'lı yıllarda plağa okumuş. işin ilginç yanı, tolga çandar yunan adası kos'ta da dinlemiş bu türküyü. hemen sormuş "bu ne?" diye, "karşıda yaşanmış bir öykü" demişler. şimdi tolga çandar'ın sesiyle yeniden hayat buluyor "bodrum hakimi"nin öyküsü. çok sade, tek bir bağlamayla, kırk yıl uzaktan yürekleri dağlamaya devam ediyor:

    nasıl astın mefaret hanım ipe de kendini
    altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini
  • kiziroğlu mustafa bey

    bu türküyü dinleyen herkesin kafasında bir soru belirir. kim bu kiziroğlu mustafa bey ? köroğlu ile ne ilgisi var? bu türküyle ilgili birçok söylenti var ama en ilginci sanırım bu. kizir, kars'ın susuz kazasına bağlı bir köydür. bu köy kısır dağlarının geniş eteklerine kurulmuştur. köyün dört bir yanından ise soğuk pınarlar akar. köy düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır ve köyün hakim bir yerin de de bir kale kalıntısı vardır. köylüler kiziroğlu'nun kalesi derler buraya. kiziroğlu bu köyde yaşamış ve bura da efsaneleşmiştir derler.

    küçükken at binip kılıç kuşanır
    söylentiye göre şimdiki kiziroğlu köyü’nün yerinde bir birinden uzak yirmi yirmi beş kadar ev bulunmaktaymış. bölge dağlık ve ormanlık olduğu için insanları da bu nedenle olacak ki çok serttir. o zamanlar burada yaşayan insanların başında bulunan kişiye "kizir" derlermiş. kizir muhtar demektir. gün gelmiş zamanın kizirinin ünü tüm anadolu'ya yayılmış. tüm kötüler ondan korkar olmuş. gel zaman git zaman kizirin bir oğlu olmuş. daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır olmuş. işte kiziroğlu mustafa bey bu çocuk. bütün çocukluğu kısır dağı’nda at binip avlanmakla geçmiş mustafa'nın. o da babası gibi büyüyünce namlı bir yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle savaşmaya başlamış. zaten onun bulunduğu çevrede kimse haksızlık etmeye cesaret edemezmiş ya .

    köroğlu doğuya gelir
    o sırada doğuya gelen köroğlu kısır dağları’nda ferro deresine yerleşir, amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek. bir gün köroğlu bir at gezisinde kizir köyü’nü görür, "burada ki adaletsizlikler de benden sorulur" der ve gider orada bir kale kurar. işlerinden dolayı bir müddet köyünden ayrı kalan kiziroğlu köye döndüğünde köroğlu’nun kalesini görür. sinirlenir. köroğlu’nun yanına gider, sertçe çıkışır "sen kim olasın ki benim yurdumda saltanat süresin" her ikisi de bir birlerini kötü insan olarak bilirlermiş. köylülerin söylemesi böyle.

    yiğitlerin kavgası
    o zamanın adaletine göre iki yiğit dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp savaşı kazanırmış. köroğlu ve kiziroğlu günlerce at üstünde kavga etmişlerse de yenişememişler. kılıç kavgasında ve güreşte de yenişememişler. mustafa bey’in atı ala paça da köroğlu'nun atı kırat’la güreş-mekte. mustafa bey şöyle bir geri bakmış ki ne görsün atı ala paça köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "ola benim atım köroğlu'nun atını alt etmiş, ben köroğlu'nu alt etmezsem halim nic' olur" deyip gayrete gelmiş köroğlu'nu yere vurmuş. tam kamasını çekmiş vuracağı sırada köroğlu "dur yiğit, bana biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim karımla helalaşayım" demiş. mustafa bey bırakmış. köroğlu eve gidip olanları karısına sazıyla sözüyle anlatmaya başlamış.

    bir atı var ala paça peh peh peh
    mecal vermez kırat kaça hey hey hey
    az kaldı ortamdan biçe
    ağam kim, paşam kim, nigar kim,
    hanım kim
    kiziroğlu mustafa bey
    bir beyin oğlu
    zor beyin oğlu

    diye...köroğlu geciktiği için evine kadar gelen kiziroğlu kapı aralığından türküyü duyunca duygulanır ve utanır. kapıyı çalıp içeri girer. mustafa bey’i karşısın da gören köroğlu her şeyin bittiğini düşünürken mustafa bey sarılıp onu öper. "sen benden daha yiğitsin köroğlu" der. köroğlu da "ben artık buradan gideyim burada senin gibi mert ve yiğit biri varken kalmak olmaz" der ve köyü terk edip batıya gider.

    anadolu insanının takdiri
    köroğlu'nun bolu dağları’ndan çıkıp ta kars'a gelmesi o zamanın koşullarında olanaksız gibi. ama halk düşüncesi iki yiğidi doğu anadolu da önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. bu, anadolu insanının kahramanlarına, haksızlıklara direnenlere verdiği değeri gösterir. kiziroğlu öyküsü tepeden inmemiştir, böyle bir yiğit yaşamış ün almıştır. halk da bu söylenceyle kiziroğlu'nu saygı ve sevgiyle anmaktadır.
  • ferayi'dir kızın adı

    şu bizim milâs, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. ilkin halikarnassos'tan (bodrum'dan) önce karya krallığına; daha sönra da menteşe beyliğine.

    menteşe beylerinden yakup'un oğlu ilyas, av meraklısı, dağlar sevdalısıymış. silahını omuzladığı gibi, dağlara düşermiş. o dağ senin, bu dağ benim. hani, bizim muğla'mızın dağları da dağdır ha. adam, avcı olmasa bile aç kalmaz muğla dağlarında. mevsimine göre çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer. mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi; doyurur karnını. sözün akışını değiştirmiyelim; ilyas bey'den anlatıyorduk: bu ilyas bey, bir ilkyaz günü muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. göktepe dolaylarında olacak; dünya güzeli bir yörük kızına rasgelmiş. bilinir ki; yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. ilyas bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşınca şaşırmış:

    - in misin, cin misin? diye sormuş. kız:
    - ne in'im, ne cin! sencileyin bir insanım.
    - peki, ne arıyorsun bu dağ başında?
    - kuzularımı, oğlaklarımı güderim. ya sen?
    - ben mi? av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtım karşıma seni çıkardı. adın ne senin?
    - ferayi.
    - ferayi. ferayi. ferayi...
    - benim türkmen adımı beyenmedin yalım "galiba"?
    - yoo. çok beyendim de, beyendiğimden, düşürmem adını dilimden.
    - ya senin adın ne? neyin nesi, kimin fesisin?
    - adım ilyas. yakup beyin oğlu.
    - ooo. beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın konduğu yerleri. ne mutluluk canımıza. hadi, çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana. açsındır, çökelek çıkarayım.

    ilyas bey, ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıp yemiş, tas tas ayran içmiş. bir yadan da, ferayi'yle evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış:

    - benle evlenir misin ferayi?
    - bunu anam-atamla konuşman gerek bey..

    ilyas bey dönmüş milas'a. anasına iletmiş kararını:

    - ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değil mi?
    - hemde nasıl! hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını?
    - buldum ana. senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın.
    - olur oğul. kim ki gelinimiz olacak kız?
    - göktepe'de oba kurmuş yörük kızı ferayi.

    yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, ferayi'nin obasına. hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı:

    - gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış... "bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik... oğlum bir beyenmiş ferayi'yi, ben iki beyendim..."

    bey bu, sözü buyruktur. ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş:
    - civan oğlun ilyas'a kız vermek, obamıza şan verir, demiş.

    düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar. muştuyu ilyas'a ve halka vermek için, milâs'a doğru yola koyulmuşlar.

    onlar obadan uzaklaşırken, ferayi'nin ağabeyi mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan. neler olup bittiğini sormuş babasına. babası:
    - obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş söze; "yakup beyoğlu ilyas bey, bacın ferayi'ye gönül koymuş ki; babası ferayi'yi istemeye gelmiş..."

    mıstık:
    - o ilyas olacak beyoğlu ferayi'yi nerde görmüş? demiş ve "anlaşılan ferayi onunla yavuklanmadan (nişanlanmadan) görüşmüş. ben bunu ar ederim. ilyas kendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş mıstık.

    - ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış ilyas bey'e:
    "- beni falan gün kanlı kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. ordan da kaçarız birlikte..." ilyas bey, atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş. gelin görün ki; mıstık sezmiş olan biteni. izlemiş ferayi'yi. kanlı kapuz'un başında yakalamış. "demek ilyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. ilyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. az sonra da ferayi'nin, al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. bunun üzerine ilyas bey ne yapmış, bilmiyoruz. bildiğimiz bir yey var: halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye:

    ferayidir gızın adı ferayi de yandım aman
    esmer yarim de aman da ferayi
    türkmen de gızı,katarlamış mayayı of yandım aman
    esmer yarim de aman da mayayı
    ninni ninna,ninni ninnana,nininih,ninaynam
    aman da aman ferayi

    demirciler demir döğer,tuncolur öf yandım aman
    esmer yarim de aman da tuncolur
    sevip sevip ayrılması,gücolur öf yandım aman
    esmer yarim de aman da gücolur

    kaynak:
    ahmet günday
    bağlama metodu
    notaları ile halk türküleri
    ve türkü hikayeleri
hesabın var mı? giriş yap