• öncelikle (bkz: tavuk suyuna çorba)
    karıştırma ihtimaline karşılık (bkz: sözlükçüler hakkındaki asılsız dedikodular)
    sonra buyrunuz okuyunuz.

    öykü no: bir
    eyco genç ve başarılı bir bilgisayarcıdır. bir gün sokaktan yükselen seslere kanarak cama çıkar ve çıkmasıyla başının yan tarafına kurşun yemesi bir olur. bu, hayatında bugüne kadar içine düştüğü en zor durumdur. apar topar hastaneye kaldırılır ve başarılı bir ameliyat sonrası hayati tehlikeyi atlatarak gözlerini hastane yatağında açar. doktorlar istediği an taburcu olabileceğini, ancak başında bir delik bulunduğu için bir müddet sargıyla dolaşması gerektiğini söylerler.

    eyco o an beklenmedik bir şey yaparak doktorlardan sargıları çözmelerini, başında o delikle yaşamak istediğini söyler. içinden bir ses o deliğin öylece kalmasını fısıldamıştır. doktorlar alışılagelmişin bir hayli dışındaki bu isteğe anlam veremeseler de sonunda eyconun ısrarı karşısında dediğini yapmak durumunda kalırlar. aradan günler haftalar geçer, eyco sebebini tam olarak bilmese de başında küçük bir delikle yaşamaktadır. bu arada çeşitli kanalların televizyona çıkma önerisini reddetmekte, günaşırı kapısına dayanan bay kubidiki üzerine kızgın yağ dökerek, kullanılmış çoraplarını koklatarak püskürtmeye çalışmaktadır.

    aradan tam 3 ay geçer. soğuk mu soğuk bir kış günü eyco cıvıl cıvıl öten bir kuşun sesiyle uyanır. elini başına götürünce bir de ne görsün. kanadı kırıldığı için sıcak ülkelere göç edemeyen küçük bir kuş yavrusu, kendisine yuva olarak eyconun başındaki deliği seçmiştir. eyco içindeki sesi dinlemenin getirdiği gönül rahatlığıyla çöpü boşaltmak üzere kapı önüne çıkar.

    tam o sırada oradan geçmekte olan uluslararası bir şirketin sahibi eycoyu görür ve başında kuşla ne yaptığını sorar. eyconun anlattığı hikaye işadamını çok etkilemiştir. "tam da senin gibi birine ihtiyacım var" diyerek şirketinde çalışması teklifinde bulunur. eyco bu teklifi kabul eder, şimdi o genç ve çok başarılı bir bilgisayarcıdır.

    siz de hayatınızda küçük boşluklar bırakın ve o boşlukları dolduracak uygun fırsatları bekleyin...
  • öykü no:2
    konor aylak ve başarılı olmayı aynı anda başarabilen bir gençtir.bir öğlen vakti bir sahil kasabasında aylak aylak dolaşırken kumsalda bir adam gözüne çarpar. adam sahili dolduran deniz yıldızlarını birer birer denize fırlatmaktadır.

    bir müddet adamın bu çabasını izleyen konor sonunda dayanamayıp adama ne yaptığını sorar. adam bir taraftan fırlatma işine devam ederek "deniz yıldızlarının sahile vurduğunu, güneş batmadan onları denize fırlatamadığı taktirde öleceklerini" söyler. konor derhal olayı mantık süzgecinden geçirir ve "behey adam, boşuna değil mi bu uğraşın. nasılsa hepsini fırlatamayacaksın farkeden bir şey olmayacak" der. konorun bu sözü üzerine bilmiş bir tavırla baş sallayan adam kasılarak yerden bir deniz yıldızı alır ve onu denize doğru fırlatarak "ama bunun için farketti breh breh" der; kendince ayar vermektedir. duruma içerleyen konor adeti olmadığı için cevap vermez, sessizce izlemeye devam eder.

    akşama doğru adam işini bitirip evine doğru yola koyulur. konor da peşine takılır. nihayet eve yaklaşmışlardır ki adam birden duraklar. evin kapısı açılmış, çok sevgili köpeği kanlar içinde yerde yatmaktadır. derhal eve doğru koşmaya başlar, olağanüstü bir durum olduğunu farkeden konor da insaniyet namına adamın peşine takılır. eve girdiklerinde hiç de hoş olmayan bir manzarayla karşılaşırlar. adamın karısına tecavüz edilmiş ve hunharca öldürmüştür. cesedi kontrol eden konor cinayetin yaklaşık 15 dakika önce işlendiğini, adamın deniz yıldızlarıyla vakit kaybetmemiş olsa eve vaktinde gelip tüm bu olanları önleyebileceğini derhal kavrayıverir. ancak birşey söylemek yerine başsağlığı dileyip olay yerinden uzaklaşmayı tercih eder.

    o sırada olay yerinden uluslararası bir şirketin sahibi geçmektedir. sorusu üzerine konor olanları ona anlatır. işadamı tam konora iş teklifinde bulunacaktır ki gözü yaşlı adam evinden fırlayıp "hüeaa sen yaptın di mi lan puşt" diyerek işadamını kovalamaya başlar.

    siz de boş zamanlarınızda sevdiklerinizle birlikte olun, hayatta en iyi yatırımın sevdiklerinizle geçirdiğiniz zamanlar olduğunu unutmayın.
  • öykü serter (duydum ki sözlük yazarıymış):
    italyanmaz genç, seksi vücut hatlarıyla kadınların başını döndüren başarılı bir borsacıdır. tatilde bile cnbc-e izleyerek bütün gelişmelerden haberdar olabilmektedir. bir gün geleneksel bir törene katılması için memleketi olan italya'nın padova kasabasına gitmesi gerekir. havaalanına giden italyanmaz dış hatlar terminalinde iç çamaşırıyla zıplayıp duran bir adam görse de değerli vaktini kaybetmek istemediği için derhal kitap alabileceği bir reyona yönelir. iyi ki de yönelmiştir, zira uzun zamandır arayıp bulamadığı belkienisbatur isimli kitap rafta kendisine bakmaktadır.

    tam kitabı almak için elini uzatmıştır ki oradan geçmekte olan uluslararası bir şirketin sahibi omzuna dokunup: "afedersiniz ama o kitabı ben almak istiyorum" der. italyanmaz kitabı uzun süredir aradığı için ayağına gelen fırsatı tepmemekte kararlıdır. "kusura bakmayın ama önce ben geldim" der. şirket sahibi çoktan çek defterini çıkarmıştır "sana kitabın on mislini vermeye razıyım delikanlı. ya da istediğin bir rakam varsa sen söyle" der. italyanmaz adamın bu davranışını ayıplayarak "bir kitabın değerini belirleyen içindeki bilgidir, çek defteriniz değil" cevabını verir.

    biraz sonra işadamına yaltanmak için mal sahibi de tartışmaya katılır hatta kitabın yazarı cem akaş bizzat arayarak kitabı işadamının almasından büyük mutluluk duyacağını söyler. ancak italyanmaz kararlıdır, işadamınının yaşlı gözlerine ve tehditlerine aldırmayarak kitabı satın alır. iş adamı tam yaşlılara saygı kalmadığından dem vurmaktadır ki italyanmaz adama döner ve "bu kitabı çok istiyordunuz değil mi" der. "alın öyleyse, size hediye ediyorum". ve hızlı adımlarla oradan uzaklaşır. zira geleneklerine bağlı bir insandır ve padova'daki töreni kaçırmak istememektedir.

    bir hafta sonra, son derece şık mobilyalarla döşenmiş bürosuna dönen italyanmaz masasında bir zarf bulur. zarfın içinde "işadamının bindiği uçağın yolculuk sırasında camının kırıldığı ve işadamının olası bir kazadan belkienisbatur kitabını kırılan yere dayayarak kurtulduğunu" belirten bir mektup ve "dostum dediğiniz gibi bir kitabın değerini belirleyen içindeki bilgidir, ancak hayatımın değeri ilişiktedir" yazılı 10 miyon dolarlık bir çek vardır.

    siz de kitapları paylaşın, değerlerinin arttığını göreceksiniz.

    (not: bazı yasal ve mali sebeplerden ötürü italyanmazın parayı nasıl kullandığı burada belirtilmemiştir.)
  • konor bulyon ile daha lezzetli olan oykuler.
  • çocukluğu büyük acılarla ve her zaman özenmekle geçen bir musevi kızın hayatı öylesine alafranga gitmeyteyken, kız bir gün uyandığında dişini fırçalamak için ayna karşısına geçer ve "artık büyüdüm" der. büyümüştür ya, artık kimse ona karışamaz, gönlünü hoş etmek için insanları kırmakta incitmekte, kendisine eğlence sunmayan kişileri de şaklaban arayan mihrace gibi aşağılayıp, piç etmektedir.

    her şey iyi hoştur da, kız yine bir şeylere özenmekte, onlara sahip olamadığından şikayetçi olmakta, herkeslere dert yanmakta ve bunun acısını da etrafındakilerden çıkarmaktadır, yine feveran ettiği bir takvimde, ortamdakilerden biri : "servet ayaklarınızın altında olduğu halde siz neden halen özenerek, gıpta ederek yaşıyorsunuz" diye sorar, musevi kızı da "çünkü ona ulaşmak için eğilmek lazım" diyerek cevap verir ve gökyüzüne doğru bakar; arkadaş sakince sigarasını yakar ve "ben de size normalde yaptığınızdan farklı bir şey yapmanız gerektiğini söylemiyorum ki zaten" diyip uçuverir, fonda "hellooğ, helloğ hello, melek yariiim helloğ" diye bir şarkı duyulur.

    aynaya bakın ve ne olduğunuzu başkaları size söylemeden farkedin olur mu ?
  • kris küçük veya başlı haywanlara ve haywancılığa yatkın elleri olan, hatta sevdiği haywan üzerinde psi$ik bir güç birakan, adeta haywancağızı "ben artık senin kölenim, emret" diyebilecek kadar içlendiren fakat panter emel'den nefret eden ve eline ne zaman gitar alsa kendisinden geçip "mi" telini kopararak panter emel'i boğmak üzere bulmaya yeltenen bir genç oratoryo mühendisidir.

    her genç oratoryocu gibi 20’li yaşlarına geldiğinde mesleğini icra etmek, haykırmak ister, fakat müslüman olduğu için oratoryo sanatını icra edecek bir mecra bulamaz ve hristiyan olmaya karar verir. hristiyan olduğu gün beyaz kadrosunda yer olmadığından kris'i zenci yazarlar ve mecburen zenci oluverir, birden ayağında ekstradan bir kemik hisseder, fakat kimseyi inandıramaz. zenci olduğundan dolayı, klasik zenci eylemlerinden en az birini; yani basketbol, müzik, sprint, ya da figüran olmak yollarından bir tanesini seçmek zorunda bırakılır, hiç birine itibar etmeyen kris güneşi sırtına alarak koşar, koşar koşar... zaten zenci olduğundan dolayı koşmak ona koymuyordur, bir kaç gece koşan kris, koşarken yolda bir korkuluğa rastlar, insan sesine hasret olduğundan korkuluğa bir kaç çift söz etmek ister, birikimlerinden onu da nasiplendirmek arzusundadır. kris "merhaba" dediğinde korkuluktan "nerden gelip nereye gitmektesin ey zenci" diye bir yanıt gelir, etraf da dağlık olduğundan bu yanıt ekolanır, ekolanır, adeta kris'in beynini yer bitirir ve kris oracıkta koşar adım bayılır.

    uyandığında kendini bir koşu bandına bağlanmış olarak bulur, ellerini iki yana açıp "reva mı lan bu" diye isyan etmeye hazırlandığı sırada, elini, bir kol havada yakalar ve bir ses "dur ey genç" der, uzun zaman sonra ilk defa birisi kendisine "zenci" dememiştir, kris durur, daha doğrusu hafif takılır, tam olarak durmaz, hani atılacakmış hissi verir, kaşlarıyla. arkasını döndüğünde gördüğü yaşlı adama "sen de kimsin" diye sorar, yaşlı adam "ben ali baba'yım" diye cevaplar ve kris de eski hayatından alışık olduğu bir refleksle "tanımıyorum" diyerek koşmaya devam eder.

    tam o sırada bir yerlerden "möö möö" gibisinden sesler doyulur, kris irkilir, o irkilmesine dewam ederken "vak vak" seslerini takiben "meee mee" sesleri onun kulağını sarmıştır bile. kris durur, koşu bandının üzerinde durmaya çalıştığı için yere düşer ve kalkar, "ali baba" der, "hani, sen, yoksa"... o sıra da "gıt gıt gıdaaak" diye bir ses kris'in bütün bünyesini esir alır. kris, ali baba'nın eline sarılır ve "ver o mübarek elini öpeyim" diye niyetlenir, ali baba büyüklük göstererek "berhudar ol" dedikten sonra "kalacak yerin war mı" diye sorar, kris yalancıktan geweler, ali baba'da "ben de namusuyla, onuruyla çalışacak bir genç arıyordum, burada kalabilirsin, hem de bana yardım edersin" der. kris "ver o mübarek elini öpeyim" diyerek tekrardan ali baba'ya atılır, ali baba elini maket bıçağıyla kesip kris'e verir ve "bir daha beni böyle mevzularla rahatsız etme" diyip geriye parendelerle oradan uzaklaşır.

    kendine tanınan şansı, zor günde kendisine el uzatılmasını asla aklından çıkartmayan kris haywanlarla öyle ilgilenir ki, haywanlar neşeden şarkı söylemeye başlarlar. ali baba'nın çiftliği sanki bir huzur evi olmuştur, neşeden, eğlenceden bahsetmek isteyen herkes "ali baba'nın bir çiftliği war" denildiğinde dansa, raksa meşkeder. günler böyle geçerken kris çok alevlenir ve ali baba'nın ofisine çıkar, "ali baba, inekler möö möö, koyunlar mee mee, ama hiç benim bahsim geçmiyor, bu çiftliğe senden çok benim emeğim geçti, bugün bir efsane warsa onda benim payım es geçilemez, lütfen rica ediyorum" der, ali baba da buna çok hiddetlenir ve "ne halin warsa gör, yürü git kara marsık" diyerek kris'i çiftlikten kovar ve sonsuza kadar yaşayacak bir şarkı olur.

    unutmayın, size kapısını açan, şans tanıyan insanlara böbürlenmeyin, siz yokken de onlar wardı, ve siz gittiğiniz, orada bulunduğunuz veya çabaladığınız için cennet olmayacak gittiğiniz yerin adı.
  • cyrano amerika'nin mit (maşaşuşet instuti of technologies) dna mühendisliğinden yeni mezun olmustu. malkara'daki telgraf memuru babasının dişinden tırnağından arttırdığı para anca okul masraflarini karşılamış, okuldan arta kalan vaktinde kentuckyfried chicken'de tavuk tütsüleyerek dönüş biletinin parası biriktirmeye başlamıştı.. ama para birikecek gibi degildi.. birgün uzun süredir aklinda olan karabiberli chicken ass (tavuk kötü) projesini kfc müdürüne götürdü. müdürün çok hoşuna gitti hemen piyasaya sundular. chicken wingsden bile daha çok satan bir ürün olmuştu. hatta insanlar sadece tavuk kötü yer olmuştu. tavuk ciftlikleri artik kanatla falan ugrasmiyor, götünü kesip tavuklari bir kenara firlatiyordu. kfc talebi karsilayamaz hale gelmisti.

    cyrano da kfc'de her gecengun yükseliyor yükseliyordu.. sonunda onu sadece kötten oluşan bir tavuk üretmesi için genetik departmaninin basina getirdiler.. hersey cok güzeldi.. cyrano yilda 200bin dolar kazanan, ferrariyle dolasirken soganin cücügünü isirip gerisini firlatan bir züppe haline gelmisti.. yolunu dörtgözle bekleyen babasini bile unutmuştu.. gariban babasi ise evlatsiz gecen günlerde tirlattigindan ptt onu zorla emekliye ayirmisti.. hic konusmuyor sadece mors alfabesi ile iletisim kurabiliyordu.

    oysa cyrano'nun icin kötü günler kapida start bekliyordu.. aylar gecmis, cyrano kötten oluşan tavugu hala icat edememisti.. genetik kodlamadaki bir eksigi bir türlü halledemiyordu.. talepleri karsilamayan kfc'nin hisse senetleri düsüse gecmis, 2007 4.ceyrekte sirket zarar aciklamasi ise essegin damindaki suyu taşıran son damla olmustu..

    kfc butun yetkilerini elinden almis ve projeyi bitirmesi icin son 1 ay daha süre vermisti.. ofiste yatip kalkmaya baslayan cyrano yemek icin bile disari cikmiyor, ordaki yumurtalarin sarilarini culp culp yutuyordu. cok calismaktan gozlerinin etrafinda töbank logosu gibi halkalar oluşmuş, sesi ise nedense daha bir güzelleşmişti. tozutmaya yakin laboratuar gorevlisine "biraz kafayi dinliycem 1-2 gun sonra gelirim" deyip kapiyi cekti cikti cyrano.. laptopunu ve calisma notlarini alip ilk ucakla yesilkoy'e indi..

    bir sigara yakti ve valizlerin banttan cikmasini beklemeye koyuldu .. ama bir türlü gelmiyordu valizler.. saatler sonra hava limani sirketi valizlerin kayboldugunu bildirdi ve eline sigorta karsiligi 5 milyon veriştirip bir de hediye olurak gidecegi yere kadar taksi tuttular. "neyse malkara'ya kadar iyi geciririm taksiden" diye içinden geçirdi.

    malkara hic degismemisti.. evin karsisindaki kirtasiyenin vitrini bile ayniydi.. eve gitmeden bari su kirtasiyeden tükenmez kalem, kagit falan alayim calisirim belki diye düsündü..

    babasi evin kapisinda karsiladi onu .. ama hic konusmadi.. cyrano'nun gozunden damla damla yas geldi.. "s.o.s" dedi babasi.. sarildilar sarildilar.. güzel bi yemekten sonra hemen uyudu cyrano yol yorgunlugundan.

    keskin sabah ışıkları uyutmadı cyrano'yu.. yapacak hicbirseyi yok ceketinin cebinden tukenmez bic marka kalemle kagitlari cikardi. bisiler yazmaya calisti ama kalem sicaktan bozulmus kesik kesik cizgiler noktalar birakiyordu.. nefesiyle hohladi kaleme, ayakkabisinin altina sürttü ama nafile hala hala kesik kesik yaziyordu. sonunda sinirlendi kalemle kagidi firtlatti var gücüyle. kalem duvardan sekip uyuyan babasinin kafasina geldi.. adamcagiz neler oldugundan habersiz dogruldu.. kafasini ogusturdu.. yerdeki kagitlari aldi, bozuk kalemin biraktigi kesik kesik cizgilere bakti.. "aa mors" dedi ve okumaya basladi:

    "a*.. c*.. t*.. g*.. a.. c.. t.. g.. a.. c.. t.. g.."

    cyrano saskinliktan kucuk dilini yutmus, heykel gibi bakiyordu babasina, bu okuduklari dna'nin yapitaslarindan baska bisi degildi ve bu dna kodu tam tavuğun götüne denk geliyordu. projedeki eksik kismi tamamlamisti!

    babacigim babacigim diye kucakladi babasini cyrano, oylece kalakaldilar.. onlar erdi muradina biz hede hödö..
  • yeni doğan erkek çocuklara bünyamin adının henüz reva görülmeye başladığı yıllardı, çok eski değil, sadece fotoğrafların kahwerengi çıktığı zamanlardı. şunu bilmenizi isterim ki, kabaran okyanusların atlantis'i ve onun görkemli kentleri yutmasından sonra, dünyada o ana değin görülmemiş bir çağ başlamıştı, "kiraz çiçek açıyor" deyiminin, meme göstermek anlamına zorlasan bile gelemediği bu çağda, dünya üzerindeki cumhuriyetler, krallıklar ve dahi devletler, gökteki yıldızların mavi parıltıları kadar dağınık fakat belirgindi. işte bu sıralarda "eyco" geldi, daha doğrusu dünyaya getirildi, belki de gönderildi, henüz bir kahramanlığını görmediğim için, çocuk yaştaki insanı da abartmak istemiyorum.

    baktıkça derinleşen şelale gibi gözleri, jilet kıran keskin yüz hatları ve konuşurken sürekli ileride tuttuğu işaret parmağıyla, akranları arasından sıyrılmış, adeta herkesin ulaşmak istediği bir zümrüt olmuştu. eyco kısa kibrit çöpü çekmiş gibi, sırayla bütün askeri okullara gitti, bu okullardaki sert disiplin anlayışı ve insanın gururunu zedeleyen, dini duygulara karşı tutuma bir müddet "ya sabır" çekip dayandı. kontroller çok sık olduğu için, sadece yatağına yattığında, kafasıyla namaz kılabiliyordu, 19 yaşına geldiğinde boyun kaslarıyla nişasta alkali çelik bükebiliyordu ama artık bu hayatın oldukça boş ve yer yer yarı otomatik olduğunu anlayarak, shogun olmaya karar verdi.

    shogun sektöründen pek tanıdığı olmadığından, içini yakan shogun olma özlemiyle, dışarıdaki hayattan bir haber yetişmişliğiyle, acımasız, kasıp kavuran dünyanın ortasında yapayalnız kalmıştı. işe ninja filmleri izleyerek başlamaya karar verdi, askeri okulda biriktirdiği parayla video, tv ve hi-fi ses düzeninin icat edilmesinde büyük rol oynadı, daha sonra bir kaç yıl ninja filmleri çekilmesini bekledi, bu arada, üzerine "masalsıdır shogun'ların yaşam ortamı" yazan bir katana yaptırmıştı kendisine ve onunla bir karpuzcuda çalışıyordu.

    yine umutsuzluğa düştüğü bir gün, rüyasına kata çizen çok sakallı bir samuray geldi ve ondaki müthiş azmin, japonlarda bile olmadığını, bu kadar kendisinden emin, yakışıklı ve dirayetli bir insana dövüş sanatları konusunda yol göstermekten kıvanç duyacağını söyledi. eyco bir kaç gün, sakallıyı bir daha görememek korkusundan gözlerini açmadan yatakta bekledi, bu arada, önceki akşamdan yediği karışık ızgara ve kumpir bir şekilde vücuttan çıkış yolu bulmuşlardı; öyle ki etrafı saran koku diğer komşuların hayatlarını alt-üst etmişti. komşular kapıyı kırıp girdiler ve onu yatağında gözü kapalı yatarken buldular, kendisine bir kaç yapıcı eleştiride bulundular. eyco kalktı, yeni bir güne başladı fakat pek de takmadı, geceydi onun ortamı. uykuya daldığında, nur yüzlü geldi ve ona öğretmeye başladı, eyco, uykudayken dersleri duvara yazıyor, kalktığında da ordan bakarak antrenman yapıyordu, bu böyle bir kaç yıl devam etti, eyco'nun her bir yanı kas olmuştu, kılıç darbelerini kaşlarının arasıyla karşılayabiliyor, hindistan cevizini sıksa, suyunu çıkarıyordu, zaten tatlı muhabbetiyle sakallıyı da sarmıştı eyco, hatta ondaki eşsiz karizmaya dayanamayan sakallı, kimliğini yitirmiş ona "baba" diye hitap etmeye başlamıştı, o kadar ki, sanırsınız köpek olmuştu. bir rüya ertesinde sakallı, "artık sana öğreteceğim bir şey kalmadı, ama bir şeyler öğrenmek için yine de gelmek istiyorum, beni kabul eder misin" dediğinde, eyco, "ben sana uğrarım" diyerek onu yolcu etti.

    hali vakti düzeltmek için, küçük bir kaç işte çalışmaya karar veren eyco bu sırada, istemeden yasa dışı işlere bulaştı. çin mafyasından bazı kişilerin gençleri anzer balıyla zehirlediğine şahit olduğunda, mahveden bir kurşun gibi onların üzerine atılıp, onları pepperoni gibi dilimlemişti, fakat bu kendisine beladan başka bir şey getirmedi. yine de çin mafyasını temizlediği için, tayland mafyasından birileri, ona dost gibi görünerek bir miktar para vermişler, onu gayretlendirmişlerdi, bir kuğu kadar saf olan eyco, hiç bir art niyet düşünmeden bu parayı kabul etti ve japonya'ya doğru uçar tekmeyle yola çıktı.

    eyco'nun istediği; shogun'lığını, bu işin piri, ecdadı olmuş insanlara kanıtlamaktı. kendini göstermek için, bir metroya girdi, labunyadan kıllık çıkarıp, sanki biletçi onu turist olduğu için kazıklamaya çalışmış gibi dawranarak, bütün japonları dövdü, bazılarını söylediği özlü sözlerle yerle bir etti, karatenin kitabını yazmış bu kadar kişi arasında gösterdiği üstün performans ana haber bültenlerine yansımakta gecikmedi. prime time'da yayınlanan bir haber bülteninde, "ülkenizde hiç misafirperver değilsiniz, ben bir shogun'ım ve sizin en seçkinlerinizi müsakkafata davet ediyorum" diyerek dikkatleri üzerine çekti, canlı yayını arayan izleyiciler "müsakkafat" yerine doğru kelimeyi kullansın, saçmalıyor diyince eyco "ulan açık yakalamak için ağzımı gözlüyorsunuz, sansar olmuşsunuz şerefsizim" diyerek bütün izleyicilerden özür diledi ve kendine güvenenleri "ağzınız değil, karateniz konuşsun" diyerek "müsabaka"ya dawet ettiğini belirtti.

    kanalın binasından çıktığı sırada yolunu kesen bazı yılan bakışlı insanlar ona "kendisini göstermesi için fırsat sunacaklarını" söylediklerinde, eyco, "bana mısın demem" diyerek tepkisini açıkça ortaya koydu, japonlar bir şey anlamadılar ama kafa sallayışından "ok" dediğine kanaat getirerek onu yanlarına aldılar. eyco hedeflediği basamakları üçer beşer tırmanıyordu, ilk müsabakasında rakibini 3 saniyede, ikincide, kendisi sergileyebilmek için, daha uzun sürede fakat stilize hareketlerle, üçüncüde ise 10 kişilik bir yamyamlar ordusunu, sadece göğüs kıllarıyla yenmişti, hızını alamayan eyco, o gün, dişleriyle bir zeplin çekti ve kiremit kırma vuruşuyla maraş dondurmasını külahlara uygun biçimde doğradı, aynı gün akşama doğru tek tekerlekli bisiklet üzerinde dairesel ilerlerken 5 adet lobutu havaya atıp çevirdiği sırada, izleyenler arasından bakıştığı bir kıza aşık oldu, oysa hedefine henüz ulaşmamıştı ve aşk onu kahredebilirdi, aşkını yüreğine gömdü ve dokuzlu salto ve bir kıç burgu ile programını tamamladı.

    günler geçiyordu fakat eyco, ayıp olmasın diye adam dövmekten başka bir iş yapmadığını farketti, bu kendisine çok dokundu, adamlar onun sırtından para kazanıyorlardı fakat halk halen ona shogun demiyordu, zaten karşısına da şöyle elle gelen, dayaklık bir shogun çıkmamıştı. o sıralarda rusya ile japonya arasında nükleer füze krizi yaşandı. kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, hatta o sevimli japonlar otobüse bindiklerinde dışarıdakilere el sallamak yerine, ellerini yüzlerine kapatıp stresten ağlar olmuşlardı. alıştığı bu koca milletin tarumar olması eyco'ya çok koydu, eyco, haber bültenlerinden birinde "ulusal bir açıklama" yapacağını söyleyerek kendine yer buldu. açıklamasında, "korkmayın sevgili japonlar, sevgili sevimliler, sizi bu bednam husumetten kurtaracağım" diyerek, ertesi gün için randevu verdi.

    ertesi gün olduğunda japonya'nın meydanı mahşer yeri gibiydi, ejder yılı kutlamalarında veya çük bayramında bile böyle izdiham görülmemişti. eyco herkesin helalini soğukkanlılıkla kabul ettikten sonra, bulunduğu yerden uyduya doğru bir sıçrayış yaptı, ordan sekip uçar tekmeyle rusya'ya indi ve bütün füzeleri dövdü, dönü$ yolu biraz daha manzaralı olsun diye, hazar denizi, van gölü, çin seddi ve gobi çölü üzerinden geçerek japonya'ya döndü, uçar tekmeyle seyahat etmeye o kadar alışmıştı ki japon halkı onu çelikten bir ağla durdurmak zorunda kaldı. o gün büyük nümayişler oldu, bütün halkı akbank reklamındalarmış gibi bir huzur kapladı, fakat ertesi sabah amerika hiro$ima'ya atom bombası atarak bütün japon ırkını tehdit etti, hüsrana boğdu. herkes eyco'yu bundan sorumlu tutuyordu...

    eyco yine soğukkanlıydı, her sabahki gibi usulca kalktı, tweety'li terliklerini giydi, banyoya gidip, kaşlarını japonlara benzetmek için, kaşını kulağına iliştirdiği mandalı çıkardı, katanasıyla traş oldu, misvakla dişlerini ve kulağını temizledi, sabah katasını çizip evinden çıktı. halk onu linç etmek için kapısında toplanmıştı, eyco müsade istedi, "efendiler" dedi, yine işaret parmağıyla orayı, burayı göstererek, "egemenlik kayıtsız şartsız sizindir, yeminlen söylüyorum"... ardından ortalığa bir parça mısır unu saçarak görünmez oldu. gidip amerika'yı, rusya'yı, ardından avusturalya'yı ve karayipler'i dövdü, bu arada eli alışmışken, kıbrıs sorununu da yunan'ları döverek çözüverdi, ardından sakız adasında yeşil çay içip orayı fethettikten sonra, elinde tütsülerle geri dönmü$tü, halk onu coşkuyla ve "shogun", "mhogun" feryatlarlarıyla karşıladı, ortama hemen bir dünya haritası getirdiler ve "eyco" meşhur işaret parmağıyla "şurayı aldım, sonra burayı aldım, ordan şu memlekette de gözümüz kalmasın diyerek orayı fethettim" diyerekten, dövdüğü ülkeleri gösteriyordu, kalabalık arasından bir ses, "önce şurasını, daha sonra burasını, oradan geçerek de berisini zaptetmeliydiniz" diye ukalaca söze girince eyco, "ha güzel, evet, onlar gösterdiğin gibi parmakla alınabilseydi, dediğin gibi yapardım" diyerek cevabı yapıştırıverdi, ve ardından "yok lan bu japon milletinden insanlık beklemeyeceksin, dini imanı olmayan insanın jesti de olmaz" diyip, ağzına bir şişe dolusu benzin döktü, ağzından dışarı ateş saçtı ve kalabalık bunu izlerken, ortadan kayboldu. şimdi japonya'da bir efsane, "shogun" olarak anılıyor ama nerede olduğunu kimse bilmiyor, rüyalarda gezdiğine dair bir rivayet var sadece...

    ana fikir çok açık; bir işi dışarıdan gördüğü gibi algılamayalım, işin içine girmeden ibibik gibi ötmeyelim, insanlar bir şeylere çabalıyorsa, siz daha iyisini yapabilecek olsanız bile "çaba" takdire değerdir ve eleştirinin yeri kalabalık değildir, avuçlarsınız; bu öykü lezbiyen olduğundan bir anafikri daha war, o da: "onurlu bir insan olacaksanız, çay içtiğiniz yerden, parayı ödemeden kalkmayın, koca shogun olmuş ama hakkımızı yedi dedirtmeyin kimseye", gökten üç tane terminatör düşmüş, neler olabileceğini aklım kesmiyor.
  • full tilt boogie 10 yaşında, hayat dolu bir çocuktur.bir gün ayağı burkulur.bir iki hafta bandajlı şekilde
    topalladıktan sonra iyileşir.birkaç ay sonra ayak yine burkulur.alt tarafi bir ayak burkulmasıdır, yine bandaj
    ile tedavi uygulanır.fakat şişlikler inmemektedir, ayak da güçsüzleşmiştir.buna bir anlam verilemeyerek bir
    ortopediste danisilir.ne oldugu tam anlaşılamaz, degişik doktorlarin fikirleri alınır, en sonunda biyopsi
    yapılmasinda karar kılınır.biyopsi sonucunda ayak başparmak kemiğinde ve çevresindeki dokuda `ewing
    sarkomaisimli kemikkanser`i oldugu ortaya çıkar.hayat birdenbire türkfilmce degişmektedir, üstelik buna
    ilave olarak tedavi şansı diye bir opsiyon full tilt boogie'nin yaşadıgı ülkede bulunmamaktadır.bu tedaviyi
    yapabilecek ülkelerin sayisi ise toplamda zaten bir elin 5 parmağını ancak bulmaktadır.rastlantının iğne deliği
    olarak; bu ülkelerden birinde full tilt boogie'nin babasının iş yaptığı insanlar vardır.tedavi için gidilecek yer
    böylece belirlenmiş olur ve birkaç gün içinde herşey ayarlanır, zira vakit degerlidir, tedavi planı için seçenek
    olarak değişik protokoller belirlenir, bu arada o ülkenin üniversite hastanesinin başındaki ortopedi profesörü,
    full tilt boogie'nin durumunu ilginç bulur ve onun üniversite fonlarından yararlandırılmasını sağlar, tedavi
    ile ilgili masraflarini ülkenin üniversite hastanesi araştırma kapsamında karşılayacaktır.full tilt boogie bütün
    bunlar karşısında şaşkındır, ancak şaşkınlığı üzerinden atıp kendisinden istenilenleri yapar, 10 yaşında bir çocuktan beklenmeyecek şekilde sabırlı ve iyi bir hasta olur, doktorların sözünü dinler...kısa zaman içinde
    büyük ilerlemeler kaydedilir ve tedavi planında yer alan operasyon ile kemiğin yerine platin konması'ndan
    vazgeçilir.tedavi 1.5 yıl sürer, sonuç başarılıdır.üniversite hastanesinin araştırmalarına yeni bir başarı öyküsü
    eklenir, dosya kapanır...gerekli işlemler tamamlandıktan sonra yurda kesin dönüş yapar full tilt boogie.
    tam 4 yıl sonra, full tilt boogie'yi bir sürpriz beklemektedir.yapilan kontroller sırasında akciğer röntgeninde
    metastaz belirlenir.bu kez tedavi için biopsi sonucu beklenmez bile...dağılan hayatını yeni düzene sokan, paçasını kurtardığını düşünen full tilt boogie yanıldığını anlar.ancak bu kez durumun aglamaklı halini bir
    nebze olsun yumuşatan bir gelişme vardir : tedavi olanaklari artık vardır ve full tilt boogie'nin yaşadigi
    ülkede de mevcuttur.bu gelişmenin de verdiği güçle, tekrar bir savaş başlar.günler ayları kovalar ve hızla
    olumlu sonuçlar alınır.ardindan operasyon yapılır, başarılı şekilde bir aşama daha kaydedilmiştir, tedavinin
    kalan ikinci yarısı da tamamlanır ve toplamda yine 1.5 yil gibi bir sürede full tilt boogie yaşama geri döner.
    bu süreler içerisinde akıl saglığını korumayi başarmış, ancak bir çok zorlukla karşılaşmış, fakat yılmamış olan
    full tilt boogie'yi son vakasının üzerinden geçen 5 yıl dolmak üzere iken bir sürpriz daha beklemektedir...
    full tilt boogie, bundan habersiz, gayet atletik bir biçimde barbaros bulvarı'nı çıkmaktadır ki birdenbire
    nefes almakta zorlanır, akciğerinin derinliklerinde bir yerlerde bir sıkışma hisseder...kafkamatik şekilde 3 gün
    sonra doktorun karşısındadır, onunla tedavi planı hakkında konuşmaktadır, durum ciddidir.bütün yaşadığı
    tehlikelerden daha büyük bir tehlike söz konusudur.kendini saatte 300 km hızla giden bir araba gibi hisseden
    full tilt boogie'nin gözünün önünden 3. kez hayatı film şeridi gibi geçer.tekrar yarış başlar.yine azimli, güç
    dolu olmaya gayret eder, fiziki olarak oldukça yıkıcı bir tedavinin içindedir, hayatında görüp görebildigi tüm şakacı ilaç yan etkilerinden daha yıpratıcı ilaçlar kullanmak zorundadır.fakat bütün bunların bedeli tekrar
    yavaş yavaş sağlığına kavuşması olacaktır.full tilt boogie, 6 ay gibi bir süre içinde bu kırıcı etapları geçer
    ve operasyona hazır hale gelir.aynı başarıda bir operasyon geçirir.artık önünde tedavinin ikinci ve son kısmı
    vardır, saşkın ama mutludur...kalan tedavisi ile birlikte toplam tedavi süresi 1.5 yılı biraz geçer.bu aşamalar
    sırasında, daha önce bulduğu ama notları arasında unuttugu bir url 'a tekrar bakar.o url tabii ki ekşi
    sözlük url'idir.full tilt boogie, 1 yıl sonra gelir bu entry'i girer.
  • maryjane (hikayede erkek karakter kullanmak sıkıcı olabilir, woody allen'dan sapık alıntılama) bir sabah uyanır ve posta kutusuna bırakılmış zarfı bir hışım yırtar.evinde küçük bir akvaryumda yaşamakta olan minik su kaplumbağası milli savunma bakanlığına atanmıştır.evrakta, bir an önce bakanlığa gelmesi ve gerekli evrakları doldurması gerektiği belirtilmektedir.maryjane bu haberi duyunca çılgına döner ve minik kaplumbapasını kaybedeceği korkusuyla ona 250 gr. kedi maması verir.kaybetmek düşüncesine yeğ tutar ölmesini.ancak minik su kaplumbağası aldığı haberle büyük bir yaşama sevinci içine girmiştir ve 250 gramlık kedi mamasını 17 dakika içinde silip süpürür.yediği mamalar sayesinde eni boyu serpilmiş, artık abi olmuştur.hatta ufak bir göbekte bağlamıştır enikonu.maryjane bu kez iyice kendinden geçmiş ve bir hırsla beylik tabancasını aramaya koyulmuştur.tabancayı bu kez kaplumbağasına değil, kendine doğrultur ve hiç düşünmeden ateş eder.ancak silah, tetiğine basılınca çakmak olan türdendir ve maryjanein burnu yanar.maryjane artık kaderin önüne geçilemeyeceğini anlamış, biçare ve üzgün kaplumbağasının arkasından bir tas su döker ve onu uğurlar.kaplumbağa çok başarılı olur ve 10 sene sonra başbakan olarak duşakabinin başına getirilir.
hesabın var mı? giriş yap