• timarhane gunlugum isimli bir kitabi daha olan sizofren yazar..
  • 1961 de dogdu.robert kolej ve istanbul universitesi ingiliz dili ve edebiyatini bitirdi.daha sonra kibrisa okumak icin gitti. ancak basarili olamadigi icin birakti.
    kendisi sizofrendir.sarisin topluca bir bayandir.ayrica perihan magden in robert kolejden yakin arkadasiymis.
    kitaplari az anlasilir bir metaforik anlati tarzini iceriyor.
    kendi gordugu ve istedigi gibi yazarken,okuyucuyu pek dusunmemis,bagimsizligi ruhunda yakaladigi icin soylemek istediklerini oldugu gibi kendinden aktarmis.buda ozgunlugun kisisellige donusmesini saglamis.

    cocukkken; son zamanlarda bir surede candan ercetin in sevgiilisi olmus olan, hakan adli bir sahisa asik olmus.

    bir roportajinda kendisi eskiden birine asik oldugunu(hakan) ancak simdi baska birini sevdigini soyluyor.bu sevdigi kisiyi ise ;

    "bundan yıllar önce, 18-19 yaşlarımdayken hastanenin kızlar koğuşunda kalıyordum. iki tane bebek getirdiler. erkek bebeği kucağıma verdiler. göğsümü burdu çocuk. süt istiyor dediler. şimdi sevdiğim adamın, o zaman kucağıma verilen erkek bebek olduğunu düşünüyorum. bunu şu yüzden söylüyorum: bu başka bir alem. ilk başta bunu sadece hayal alemi zannediyorsunuz. hakan boza satıyor dediğim anda zaten başka aleme giriyorum ben ve anlıyorum ki o hayal aleminin gerçeklik tarafı var. sanki bir makinenin içindeyiz ve makine her şeyi biliyor, her şeyin farkında. bana bir hediye gibi sunuyor fantezilerimi, gerçek oluyorlar."

    diye acikliyor.
  • istanbul'un ansızın kar fırtınasına tutulduğu bir gece yarısında, taksim dönüşünde, harbiye'den dolapdere'ye inen bir sokakta, yanında iki kocaman köpekle gördüğüm, dik sokaktan aşağıya inemediği, kaymaktan korktuğu için, çaresizce etrafına bakınarak yardım beklerken gördüğüm kuyu kadar derin bakışlı ve yoğun çağrışımlarla bezeli yüzlü kadın...
    tesadüfen yan yana geldik, ben de korkuyordum kaymaktan ama "size yardım edeyim, koluma girin" dedim. hiç tereddüt etmedi, koluma girdi..."insanın insana ne kadar yararı var, değil mi?" dedi sıcacık, içten, samimi ve kendine özgü bir rengi olan sesiyle; tertemiz bir ışıltı yayılmıştı yüzüne... "evet, öyle tabii," dedim yumuşak ve mesafeli bir sesle kolundan çıkarken artık...
    evden öylesine çıktığı belliydi; üstündeki eşofmanlardan, şıkıdım pabuçlarından...
    onu düze çıkardım; dolapdere yoluna, barların kulüplerin ve sabaha kadar açık turanlar süpermarket'in olduğu noktaya... zaten oraya gidiyormuş meğer...
    ben de uğrayacaktım eve gitmeden, sigara, ekmek falan almak için...
    bir bakıma aynı anda girdik markete ama birileri, köpeklerini, onun yanındaki köpeklere mi saldırtıyordu, ne olduysa, onları korumak için, o şahsa bunu yapmamasını rica etti; "sizinkiler parçalar onları, yapmayın bunu rica ederim, lütfen" dedi. uzaklaşmış olacak ki o kişi, rahatladı biraz bekledikten sonra marketin kapısında...
    sonra içeri girdi...
    marketteki kadına, "param var, bir domates, bir ekmek, bir de sigara alıcam" dedi.
    avcunda birkaç demir bozukluk vardı. marketçi kadın -ki şirret yüzünü daha önce de görmüş, hakkında, "türkan şoray'ı çağırır yüzü" diye yazmıştım sözlük'te!- bu kez gayet kinayeli "bunların parası var da, ya kalan 50 milyon borcun ne olacak?" dedi. "pazartesi vericem, söz, dergiden alıcam 50 milyon, onu da getirip sana vericem, merak etme, söz. bak bugün pazar..." diye devam edecekti ki marketçi kadın şarladı: "pazar değil, bugün perşembe, perşembe! salak, kafayı yedin iyice!.."
    eziyordu onu; alacaklı olan, patron olan, güçlü olan oydu ve karşısındakinin eğitimini, birikimini, yeteneklerini, derin ruh dünyasını, duyarlılığını bir 50 milyon için bir karıncayı ezercesine ezip çiğniyordu işte...sızladı içim...
    yüreğim burkuldu...
    hayat, nasıl bir yaman çelişkiydi böyle...
    o marketçi kadın, o -belli ki!- okuma yazmayı bile zor söken o taşralı patroniçe, şarlıyordu ona, aşağılıyordu, eziyordu işte...
    böyle mi olmalıydı, çok adaletsizdi dünya, çok!...
    hiç sesini çıkarmadı, tepki vermedi, borçluydu çünkü, çaresizdi ve alttan almalı, sineye çekmeliydi... aksine, özür diledi marketçi kadından; günleri karıştırdığı için, pazar yerine perşembe dediği için...
    sonra marketçi kadın, beni kasıtla, "bak bu da yazar; tanıyon mu?" diye sordu. derin gözlerini bana çevirdi; ismimi sordu kibarca... söyledim, o da söyledi... birbirimizi ismen tanıyorduk, evet... bu galiba o an içinde bulunduğu güç durumu daha da katlanılmaz kıldı; şahit olmak istemezdim ben de o an'a, evet, asla istemezdim!... ama olmuştum, olmuştu bi kere...(bu yazıyı da okumasını asla istemiyorum aslında, bir kez daha utanmasın diye! ama paylaşma isteğinin o dayanılmaz, gemlenemez, kışkırtıcı baskısı işte!...) bir domatesini, ekmeğini, bir de sigarasını alıp yine rica minnet sözlerle ayrıldı marketten, köpekler yine takıldı peşine, onunla beraber kuyruklarını sallaya sallaya, katışıksız, gerçek ve çıkarsız bir sevgi heyecanıyla yürüdüler karda pati izlerini bırakarak...
    o gittikten sonra, marketçi kadına, ayak üstü kısa ve çarpıcı bir seminer vermeye soyundum; yazarların, aydınların türkiye'deki konumlarını, nasıl ekonomik bir darboğaz içinde çırpınarak, iki yakalarını bir araya getirmeye çalıştıklarını falan anlattım... kimlerin ne şaklabanlıklarla, onca eğitimsizlikleri, yozlukları ve bomboşluklarıyla ne paralar götürdüklerini ama işte, böylesine eğitimli, yetenekli, özel insanların içine düştükleri durumun büyük bir çelişki olduğunu falan...
    pişman olur gibi oldu marketçi kadın; ne de olsa, -daha önceki kısa muhabbetlerimizde!- okumaya, tahsile olan düşkünlüğünü ama içinde uhde kalan bu tutkusunu şimdi çocuklarında gidermeye çalıştığını söylemişti...
    "doğru diyon aslında, o kadın da bilmem kaç dil biliyor, kaç okul bitirmiş, bakma," dedi.
    bir dahaki sefere, ona daha saygılı ve müşfik davranacağını diledim içimden, bu ümitle, alacaklarımı alıp, gecenin karanlığını gökten yağan yakamozlar gibi parıldatan kar tanelerinin altında dikkatli adımlarla yürüyerek marketin hemen arkasındaki minik ama sıcak ve sevimli evime döndüm...(kira ödemiyor olduğum için bir kez daha şükrettim!...)
  • (bkz: "timarhane gunlugum") kitabının arka kapağında kendisi hakkında"dunyanın en özel hastalığından musdarip bir yazar" yazar, ama bana kalırsa o hastalık dunyanın en özel insanını yakalamış, hatta sibel onu eline geçirince herşeye yaptığı gibi, derinlik ve incelik katmıştır ona da. çok sevdiğim dostum, hayata karşı dimdik duruşuyla, kendi bilmese de, pek çok kez bana destek olmuş özgün ve gerçek bir kadın ve yazar. çok sevilesi, derin bakışlı ve ağaç gibi dosdoğu bir kadındır o.
  • "oruç tutmam, namaz kılmam, bir ibadet biçimi olarak dans ederim" diyen yazarımız.
  • benim sınırlı kelime dağarcığımla anlatamayacağım kadar derin ve kendine özgü bir kadındır sibel torunoğlu.
    onun zekası ve incelikli anlayışı, kesinlikle bu dünyadan değildir. insanlık tarihi boyunca nadiren karşılaşılan, bizler yaşayıp giderken özel bir yerde duran ve bulundukları konumdan bambaşka manzaralar görebilen kişilerdendir o.

    (bkz: unique)
  • "kör çocukların annesi renktir
    sağırların ses
    açların ekmek
    yalnızların kedi
    iyi çocuklar kurdu evreni
    benimkini de rüzgâr.

    çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayım: hayat!
    ama insanın hayatı sorun olarak algılamadığı zamanlarda beyni ne işe yarıyor?
    bir gün intikam alacaksın diye kandırdığımız zayıf varlığın aklı ne işe yarıyor?

    geçenlerde bir boğayı üç gün kovalayıp yakalayamamışlar.
    sonunda dişisini gösterince boğa gelip teslim olmuş.
    işte hayat bu! bu kadar!"

    "iyi çocuklar kurdu evreni" adlı yazısından.
  • --- spoiler ---

    "aci çekmesini istemedim"

    sonra annesi küçük kızını göz doktoruna götürdü. doktor muayene ettikten sonra, "dört buçuk numara astigmat," dedi. sonra küçük kızın kolundaki çürüğün ne olduğunu sordu doktor.
    bekleme salonundayken, etrafı inceleyip akvaryum, papağan ya da çıplak kadın resimleri gibi enteresan şeyler görememiş olan küçük kız, bir çizgi öykü bulmuştu bir dergide. başına kesekâğıdı geçirerek çocukların arasına karışan çirkin kızı kendisiyle özdeşleştirmişti kitabı okuyunca. diğer çocuklar yüzünü görmedikleri için ondan korkmamış, yalnızca birkaç taş atarak ilgilendiklerini belli etmişlerdi.
    doktora önce duygularını anlattı. sonra geceleri şehrin üzerinde uçtuğunu söyledi. bu uçuşlardan birinde kolunu yakındaki evlerden birinin saçaklarına çarpmıştı, çürük bu yüzdendi. doktor, annesine "bu çocuğu dövmeyin," dedi.
    eve gelirken küçük kız, dolmuşta şiddetli bir orgazm yaşadı. dolmuştakiler beyaz donunu keyifle elleyen küçük kıza sırtlarını dönmüş, fakat küçük kız yine yanlış bir şey yaptığını idrak edebilecek basireti gösterememişti.
    o gece uyku tutmadı kızı. kalktı dışarı çıktı. uzun bir zaman karanlıkta, kanal boyunca yürüdü. orduevine vardı. içeri girdi. nöbetçi asker şaşırdı. "nerden geldin sen," dedi.
    kız, erkek kardeşiyle aynı odada uyuduklarını, bir düğmeye bastığını, başka bir gezegendeyken kendini burada bulduğunu söyledi.
    "sen kimsin ya, necisin," dediler.
    "ben bakireyim," dedi.
    "yani meryem ana mısın?" dediler.
    kız çok mutsuz olduğunu daha önce iki kere intihara teşebbüs ettiğini anlattı. asker birlikte intihar etmeyi teklif etti.
    uyandığında birlikte intihar ettikleri asker yoktu. onun öldüğünü, küçük kızın kurtulduğunu, takdiri ilahinin böyle olduğunu söylediler.
    o sıralarda malatya'daydılar. bütün askerler kızın sevgilisiydi. yeşil askeri arabalarla pikniğe gidiyorlardı. bir sevgilisinin daha ölmesi kızı çok üzdü. "nerde?" diye sorduğunda, onu askeriyedeki bir fırına götürüp yaktıklarını söylediler. "al bu da külleri," dediler.
    kız "külleri yutsam mı" diye düşünüyordu, ama başka bir teklif geldi sonra. helikopterle dolaşacaklardı ve kız sevgilisinin küllerini helikopterden vatan toprağı üzerine serpecekti. kız, küçücük boyuna bakmadan babasının kütüphanesinden "ermiş antonius ve şeytan" adındaki kitabı incelemiş olduğundan, en yaygın sohbet konusunun şeytan olduğunu biliyordu. ve o sıralarda bir başka sevgilisini bağlamış, kamçılıyor ve onun şeytan olduğunu söylüyorlardı. her nedense kızın eline bir kılıç vermişlerdi. kız punduna getirip koştu. kılıcı bağlanmış sevgilisinin başına indirdi. sevgilisini sürükleyerek götürdüler. neden böyle yaptığını sorduklarında kız, "acı çekmesini istemedim," dedi. neyse sevgilisini artık görmüyordu, ama sevgilisinin arkadaşları acısını paylaşıyorlardı. bir gün bu arkadaşlardan birisi küçük bir şişe verdi ona ve bu şişeyi yemek kazanının içine dökmesini söyledi. sonra yine üç beş asker öldü. çıkan karışıklıkta kız suçunu itiraf etti ve bir albaydan tokat yedi. çok incinen küçük kız yere yattı, kalkmadı. belki de ölmüştü. albay, "alın götürün bunu, bi daha içeri almayın," dedi.
    çok geçmeden barış manço ve moğollar'ın konseri vardı. yine orduevine gitmek zorunda kaldılar. kız moğolları ve müziklerini çok seviyordu ve belki de yeni sevgilisi barış manço'ydu. kız bazen yaşadığı tecrübelerden yola çıkarak barış manço'yla "sabahın yemişi bir tane kişniş / uyandım baktım yar ellere gitmiş" şarkısını bestelediklerini düşündü. barış manço, kıza gümüş bir kemer hediye etti; ama barış manço'ya uygun olan kemer şişman bebeğe olmuyordu.

    --- spoiler ---
  • travesti pinokyosuna bayıldığım has kalem. türk edebiyatının içinde bulunduğu kısırdöngüden kurtulması için böyle yazarlara ihtiyacı var.
hesabın var mı? giriş yap