• (bkz: tofita)
  • pasif izleyici konumundaki.
  • düşünüyorsun...

    etrafında seninle ya da sensiz olup biten, bitmek bilmeyen olayları; senin olan, seninle olan ya da seninle hiç ilgisi olmayan insanları; geçmiş, geçmekte olan, ya da geçsin istediğin ama asla geçmeyecek zamanları düşünüyorsun gece kendini yarılayıp, sen her geceki arayışlarından birinde daha içinde özenle sakladığın “sen”i bulduktan sonra... aklının tümünü kullansan da içinden çıkamayacağını bildiğin “el yapımı” labirentinin içinde çıkışlar arıyorsun kimi zaman bunu bilerek, bazen bundan da habersiz...

    kendi ellerinle büyüttüğün, her düşüncenle yeniden boyadığın duvarları yıkmaya çalışıyorsun her yenilik düşüncende. ama aklına koyup da yaptığın herşey gibi öylesine sağlam ki “sen”i çevrelediğin duvarların, sen bile arkasından her gün doğan güneşi göremiyorsun; her gün karanlığa biraz daha alışıyorsun, her karanlık gecede biraz daha vazgeçiyorsun...

    çay bardaklarının çok şekerli boşluğunda sabahlamaların var “sıkıntı” sözünü ağzında sakız yaptığın anlamsız günlerin son çeyreğinden sonra. sevgiye muhtaç oluşuna tutunmuşsun sıkı sıkıya; aşktan uzak kalmak zorunda bırakıldığın her dakikada oyuncak etmişsin kendine kendinle kavgaları, ardındaki yıkılmaları, yeniden yapamamaları ve sonunda hep vardığın bedensel boşalımları. sanki kendi yarattığın çaresizlik tünelinin tek çıkış kapısının anahtarını yaşamının henüz karşına çıkmayan en büyük aşkına vermişsin de, umutların da onun çantasında kalmış gibi çocukça aslında yaptıkların. kendi içindeki çocuk bile sana baktıkça büyüyor her “sencil” oyununda.

    o büyüdükçe senin bu haline inat, sen biraz daha çocuk oluyorsun daha da büyüdüğünü sandığın “deneyim” avuntularınla. ama denemelerinin seni terketiiği yerde bulacağın “sen”i ayağa kaldıracak gücün olmayacak, her bir parçanı yaşamın sensiz yerlerine dağıtırsan bunca zamandır yaptığın gibi. ve dağıtacağın son parçan olarak elinde bir tek o “yarım yamalak” benliğin kaldığında, artık dönüşlerine ışık tutacak, değişimlere zaman verecek yollar da olmayacak sırtını döndüğün yaşam sahnesinde...

    kendinle oynuyorsun aslında “sen” bile farkına varmadan. her defasında ellerinle baştan yoğurduğun benliğini bir kalıptan öbürüne sokuyorsun insanoğluna hoş görünme rolünü üstlendiğin her yeni rolde. alkış alıyorsun insanoğlunun yaşam oyununda kenarda kalan maskeli kahramanlarından. ve başrolü palyaçolara veriyorsun kendi sahnende...

    bilmiyor musun ki bu “sen”cil oyunun sen bile seyircisi olmak istemiyorsun... neden son vermiyorsun bu maskeli baloya maskeler tamamen düşüp de umutlarının üzerrine, onları da senden alıp götürmeden ?... neden düşünmüyorsun kendini; olup biteni, insanları, zamanı ve yaşamı düşündüğün kadar?... senin de olup bitenin, senin de insanlığın, senin de zamanın ve o zamanın içinde kendi ellerinle çok şeyler yapabileceğin bir yaşantın var; görmüyor musun bunu ?...

    şarkıları dinlemekle cevap bulmuyor tüm sorular. en sevdiğin şarkının sözleri kadar kolay olsaydı yaşamı anlatmak, en sevdiğin şarkı olurdu zamanın senin yanından akıp geçmesine izin verdiğin bu koşuşturması. yaptıkların, notalar kadar uyumlu olsaydı eğer bir şarkının en güzel yerindeki gibi, yanlışları silmek nice kolay olurdu satırlardan. sen de biliyorsun varolmanın sahneye koyacağın en zor oyun olacağını; sen de görüyorsun varoluşunun ezberlemek sorunda olduğun en tehlikeli rol olduğunu...

    ama seyirciler “oyun” bekleyecekler senden her yeni günün bildik başlangıcında. ve sen, oyununu ne kadar iyi oynarsan, o kadar daha ve yeniden varolacaksın. rolünün her sözünde yeni bir sayfayla zamana karşı duracak; her yeni sayfada kendini yeni baştan ve daha bir özenerek yaratacaksın. ve işte bu sayfaların bir kitap olduğunda çok yükseklerdeki raflara dikkatlice yerleştireceğin; aşk olacak senin ödülün; hiç beklemediğin yerde ve hiç bilmediğin bir yaşam anında yüreğine serpilecek...

    ya da sözler senin “beceriksiz” oyununun bir parçası. günün geçkin saatlerinde uykundan uyanıp da düşlerini gerçeklerinden ayırmakta zorlandığını hissettiğin zamanların huzurunda giderek daha da uzaklaşıyorsun kendi gerçeğinden. yaşamının bir düş, düşlerinin bir yaşam olduğu yerde gerçeğin bir umut, yalanın en avunulur gerçek oluveriyor bunca geçen zamanların ardında. “bir zamanlar”ının “sen”ini hatırlaman bile yetmiyor artık o zamanların haline dönmek için umutsuz çabalarına. bulutların hayaliyle yaşayan bir küçük balıkmışsın gibi boğuluyorsun suyun üzerinde bir daha geri dönemeyeceğini bilerek ve bir de üstüne, o çok sevdiğin mavilerini karanlık bir ölüm sessizliğine terk ederek. neden yapıyorsun bunu kendine; ne yaptığını sen, bunları sana yaptıran “sen”den de daha iyi bilmene rağmen?...

    çıkmak zamanı geldi de, çoktan geçiyor bildik dünyaların sandığın o yerlerden. bir kadının ayaklarına kapandığın, bir güzelin ellerine dokunduğun, bir dudak dokunuşuyla binbir kez vurulduğun tutkularının bir yanıyla sıkı sıkı bağlandığın kutularından çıkışların için zaman en uygun yaşamdır sana bugünlerde... aynalardaki görüntünden kaçtığın günlerin çok uzakta kaldığı bir “yaşanılır” insan uğruna vazgeçmelisin kendinden. insanoğlu minyatürlerini düşündüğün her dakikanın peşinden aklına takılan “sencil” sorular var artık gecelerinin bundan rahatsız olan kaçışlarında...

    soruların cevapları senin şimdilerde hiç güvenmediğin “sen”de saklı aslında. ve sen bunu, sana yanlışlarını “deneyim” diye avutan, düşlerine “gerçek” adında maskeler takan ve en gerçeklerine seni umursamaz yapan “sen”den daha iyi bilirsin; bunu bildiğini de...
  • gecenin karanlığına karışıyor cızırtılı radyonun çok eski zamanları anımsatan sesi. masanda oturmuş defterinin başına, yine hep yaptığın sencil keyifli kaçışlarına sığınıyorsun. saatin, her gece yaptığı gibi, sen sözcüklerinle boğuşurken, yine çoktan geçmiş gece yarısını. senin yüzünde uykulu ama asla uykulu olduğunu kabullenmediğin gözlerin, sahte gülücüklerin dışında kalan zamanlarında hep somurtan dudakların ve çatık kaşların...

    ama öyle bir zaman aralığına denk geldin ki bu sefer yaşamının, nerdeyse haklısın kaçışlarınla ve az da olsa doğrusun kendinle savaşlarında. tek yanlışın olup biteni böylesine görebilmek; tek umursamazlığın da bununla zaten...

    yazık oluyor sana, diye haykırsalar yüzüne karşı, umursamazlığında silinir gider diye terkediyor seni dostluğunu paylaştığın “gerçek” insanlarının son parçaları da. yazık oluyor sana, hep sevgilerde yaşamaya alıştırılmış, hep sevmelerle sevdirilmiş ve şimdilerde sevgilere en muhtaç sevgi çocuğu...

    öylesine yalnızsın ki içinde sevgilerden nice demetler yapıp da dağıtsa da tükenmeyecek yüreğinin içinde. yüzünü, ellerini; tüm bedenini geçtikten sonra ardında kalan çocuğunla sen, öyle masum, öyle temizsin ki yaşamının sahte yüzünden uzakken bunca. sana öğretmediler kötü olmayı, sevmemeyi, yalanlarla yaşamayı, avunmayı...

    sen hiç yaşamadın en masum çocukluğunun yüzünden de okunduğu zamanlarda bile kavgaları, ayrılıkları, uzaklıkları... hiç bilmedin ki sen durmaksızın savaşmayı, dayanmayı, ayakta bir başına ve kimsesizken bile, gözlerinde tek bir arayış, bir umut bile olmadan dimdik durmayı... şimdi senden yaşam yolunda içindeki çocukla koşmanı bekleyenelr yapıyorlar yanlışı, bunu isteyenler. ve yazık oluyor sana tüm bunlar yaşamının yine en “tatlı” gerçeğiyken...

    bazen hayallerinle gerçeklerini birbirinden ayıramadığın, sencil anlaşılmazlıklar ve kötülüklerle doluymuşcasına hep karşısında durduğun yaşamına baktıkça insanlar, hayran kalıyorlar çoğu defa ayakta kalışına bile. sevgi tutkunun getirdikleriyle, hep ilgiyi arayan umutların seni mutluluk bulutlarına çıkarıyorlar böyle hayranlık zamanlarında. halbuki sencil sözler bile biliyor mutluluğun bulutlarda olmadığını; sencil umutlar hiç vazgeçmese de senin de hoşlandığın bu avuntundan...

    aslında içindeki iyiliklerin ve hep onlar yolundaki amaçlarının huzurunda, hele bir de üzerine insanlığın eklenince, suçlamalar anlamsız kalacak gibi oluyor küçücük bir yaşam anında. mutluluğa ve sevgiye bunca zamandır duyduğun tatminsiz özlemini düşününce, acıların çemberinde ortalarda bir yerlerde duran yalnızlığın görünüyor yaşamın sencil anlarında. ama bir türlü içindeki çocuğun istediği gibi olamayan sen, gelip de dikilince karşısına tüm bunların, en “yargısız” suçlamalar bile az kalıyor yanında. şiirlerindeki gibi yaşayamayan bir şair ya da masalları kadar yalancı bir düş ustasından başka nedir ki ozaman senin varoluşunun bedeninde bıraktığı izler ?... bunca kolay mı boşluğun içinde umutlardan ve amaçlardan uzak ve zamana umursamaz yaşamak ?...

    yine bildik sen oluyorsun işte her sözünde, her bakışında ve akıp gidene her adım atışında... içindekiler her yanında seni izleyen saatlerinde akıp giden zaman kadar doğru ve gerçek; ve sen gece yarısının ardında değiştirmeyi unuttuğunu farkedip de bunu bile umursamadığın takvimindeki geçmiş gün kadar sahte ve yanlışsın... tıpkı geçmişim diye yazdığın öykülerdeki sana yabancı sen gibi, hep taklit etmeye çabaladığın..
  • depresif bir yaşam belirtisiydi varlığın. yolunu aydınlatan floresantlar da olmasa, önünü göremeyecek kadar beceriksizdi içindeki çocukluk.

    sen farkına varmadan seni yöneten agresif mantaliten, seninle kaybettiği savaşların anısına, acıları birer birer dikiyordu yüreğine. yaşadığın zamanların pilli oyuncakları sandığın dostların, sana takarak fişlerini, şarj oldular her yokoluşunda. ve sen bunları izlemekle yetinmek zorundaydın. bir doğru parçasıydı senin bulunuşun, asla esnek olamadın...

    neden bomboş odasının bej rengi halıfleks zemininde ayaklarının gölgesi sallanan, mektup yazmaya tenezzül etmeden intihar etmiş bir kadının fedakar kocası olmayı denemiyorsun ki bir kere de ?... o gecenin puslu ve çok konuşmalı saatlerinde, tüm komşuların toplanıp ağıtlar okuduğu eve, asker adımlarıyla ve en korkak gözlerinle girip, elindeki pimi çekilmiş el bombasını ısırabilirsin kahkahalar atarak...

    belki canın sıkılır o an, ağzındakini pencereden fırlatır, sokağın asfaltıyla bozacının yanmamış parçalarından yaptığın, yüzyılın en büyük şaheserini sanatsal bakışlarla izlemeye koyulursun... arkanı döndüğünde kaçışan kalabalıktan korkup, onlarla kaçabilirsin düşlerine. ama sen düşlerini kendinle bile paylaşmazken, neden bırakasın ki korkularını senden geriye?... bırakmazsın...

    aslında sana göre değil, barış güvercinlerini beslediğin, çayırların ortasında yalnızlığını andıran çiftlik evinde, yaşıtın onlarca kızla bütün gün sevişmelerin. halbuki şehrin en kalabalık caddesine bakan dev ekran televizyonda, yatağının baş ucuna yerleştirdiğin web kameranla, şizofrenik aşkınla savaştığın çılgın sex partilerini “canlı” olarak yayınlamak isterdin sen. ve bununla yetinmek bilmez, antisosyal metresinin kırbaçlarını sakladığı dolabı reklam kuşağında sergilerdin “banttan”...

    geç bunları... en son aşk dolu sevişmeni, bir halıfleksin dizinde bıraktığı yaranın izinden hatırlıyorsan eğer ve saçlarının dağınıklılığının ardına sakladığın beyin kıvrımların, başka hiçbir şeye göstermediği özeni her gün, bazen birkaç kez düzenlediğin mastürbasyon partilerini düşlüyorsa matematik dersinin orta yerinde, sen normal bir canlı olarak tanımlanamazsın kitaplığındaki süs ansiklopedilerinde.

    senin sen sandığın tüm aptallığın, aslında bir grup aptal özentinin en güzel eseriyken ve sen o eseri, her önünden geçişinde silip parlatıyorsan bir güzel, geç bunları demek neye yarar ki zaten ?...

    sen git, düşlerim idye geçindiğin uzaklara, hayalinde hücrelerine dek ayrıntılarla oluşturduğun kadınlarınla seviş sabunlu su kaymalarında. daha da öteye git ki, aşk oyununun kurallarını yazdığını sanıp da, sevgiyle doldurduktan sonra paketlediğin yalanlarını al kucağına, saşlarını okşa kelepçelerinin zinciriyle. farkına bile varmazsın özlemlerini söz ettiğin sevgilerin anahtarını çikolatalı gofret paketlerinden yüzlercesinden birinin içinde unuttuğunun...

    boşver bunları. nasıl olsa depresif bir yaşam belirtisi senin varlığın...
  • melankolik akşamlarından kalma, egzos kokulu saçlarınla ve kırılgan ve narin bir kadının yanında bir devmişcesine gördükçe nefret ettiğin bedeninle sokakları eskitiyorsun kendini yokettiğin gibi.

    en yakın arkadaşlarının sevdiklerine asıldığın zampara baloncuklarını patlatıyorsun son zamanlardaki mastürbatör yalnızlığında. her geçtiğin yerde, her adımında tüm gözlerin sana baktığı yalanından kurtulduğundan beri, her tesadüf bakışta, derin ve karanlık kuyulara atılan dilek paralarına benziyor yaşayışın. tek gerçek, umutlarını tüketmekten öteye gitmeyen isteklerin olduktan sonra, külçelerle dilek dilesen ne farkeder ki ?...

    gökdelen teraslarında sevişmeler geliyor aklına düşlerinde. rüzgar tenine vurduğunda, çıplak bedenin ve en cesur yerlerinin üzerinde dolaşan sıcak sıvıları unutur; gözlerini açıp da sevgisiz sevişmelere geçtiğin özenti zamanlarda, bir kuş kadar özgür ve cesaret budalası hissedersin kendini. sıkıntılarının orta yerinde, bir zamanlar anılarında sakladığın tutkularını dudaklarındaki sıcaklıkta bulursun yalnız kaldığında. zaten yalnızlıktır senin kendine tek yakıştırdığın; şikayet etmeyi öğrenmemeliydin asla. çünkü aslında gerçekleri yaşıyormuşcasına kendine bile yutturduğun “acımasız” yalanlar, “acımalı” sevişmelerde yitip gitti son ayrılık masalının en yamalı paragrafında. öyle ki sen, onu bile bitiremedin...

    çok şeylerin farkındadır askında bir hiçe saydığın düşüncelerin. “seni seviyorum”ların içtenliğinden uzaklaştığından beri en büyük korkun olan yalancı “sevmeler” bile seni, o çok sözünü edip de bir türlü yanından ayırmadığın yalnızlığına terkettiğinde anladın kaybettiklerinin değerini. sendin halbuki yaşamın içine en “felsefi” sözlerle bakabiliyor dediğin; kendi felsefende kendini bile büyütemedin. bununla da yetinmediğin en son çırpınışlarında, kendi sözünle “özenle koruyup herkeslerden sakındığın” küçük çocuğunu, “baba” sözünü bilmediğin çocukluğunu da çıkardın çamurlu bahçene. ve ufukta umutlara dalmışken gözlerin, onu da çamurlu ellerinden düşürüp, sıkıntılarının arasında kaybediverdin...

    ağlamaksa “hiç yok” dediğin gururunla savaştı; gururun zaferinde sen buna bile gülümsedin, kaybettiğinden daha çocukça ve çaresiz yüzünle...

    takvimlere bakıyorsun her gün kameraya alırmışcasına izlediğin yaşantının orta yerinde. filminin en yavaşladığı karelerinde bile göremiyorsun senin yanından ve çoğu zaman senden habersiz gelip geçen günleri, saatleri ve dakikaları. öyle bir dışlanmışlık ki senin üzerine giydiğin; dakikaları saatlere, saatleri takvimlere, günleri senelere sorar olmuşsun farkına varmadan. bir zamanalr en yaratıcı özlemlerin eylemlere dönüştüğü günlerini düşünürken geçirdiğin “güncel” dakikalarının, saatlerinin hesabını kendinde aradığında bulduğun; hep aynı masalların bitmek bilmeyen son paragrafları, yaşam şiirinin öylesine yazılmış bildik nakaratları ve bir türlü mırıldanamadığın şarkının hiç çıkaramadığın notaları değil midir zaten ?...

    sürükleniyorsun...aslında çoğu hiç varolmamış damlacıklarına büyüteçle baktığın yağmurlarının her yerine, seni de önüne katıp diplere çeken sular koyuyorsun. rüzgarsız fırtınalarındaki çaresiz balıkçı olduğunun hayalini, güneşin ışıklarını görme umudunla bütünleştirip, aslında seni asla içine çekmeyecek girdaplara balıklama atlayışlar yapıyorsun muhtaç olduğuna senin bile inanmak için kendinle savaştığın duygular adına. insanoğlu miyatürleri diye bir zamanlar yanından geçmek istemediğin yaşam belirtilerinden biri olmaktan başka nedir ki varoluşun senin; bunca “sanal” dünyanın içinde, yalan bir yaşamın başrol oyuncusu ilan etmişken sen kendini ?...

    bir düşünebilsen, ne denli uzaklaşacağın anılar yazıyorsun “bugünkü” geçmişine her akıp giden saniyede yeniden; ama düşünmek bile öylesine zor geliyor şimdi sana, alıştığın üşengeç kaçışlarını “çaresizlik” bahanesiyle süslediğin bu yerlerde bugün...

    bugüne geldikçe korkuların; bugünün içinde, tiyatronda sergilediğin oyunun karanlık kulisinde kaçışların; bugünün ardında, yatağına uzanıp da en güvenli haline geldiğinde umutların var senin. tüm bunları sahte maskellerle kendine bile inandıran sen olmasan halbuki; kim bilir, neler çıkardı “yaşantım” dediğin bir avuç karanlık yalanın altından. ama “sen” varsın işte, her yerinde “sen” yaşamının...

    çekil yolundan senin !... her yeni başlangıcın eşiğinde sonlara dost olup da, yalnızlığı marifet sayan bedenini; her başarısızlık öyküsünü ilk paragrafta silip atan budala cesaretini; umutlarını seni avutmak adına yakıp içini ısıtan yalan geçmişini çek yolunun üzerinden !...

    çünkü yollar uzun; bugünün zamanı “tükenir” sen kendine gelmezsen en beklenmedik başlangıcınla. yaşam zaten depresif bir varoluşken yolunda; sen biraz melankolik, bir şişe sarhoş, aşklara özlemli, sevgilere özentili, yalanlarınla bir hoş olursan eğer; mastürbatör yalnızlığından her geri dönüşünde kapılar sana kapanır bu romanın son sayfasında...
  • "seyircinin hükmü kesindir, temyize gitmez"
    (bkz: muhsin ertuğrul)
  • temaşa eylediği performans ve/veya şov ile iştigal etmek ve/veya eğlenmekle mükellef kişi ya da kişilerrr, sorumluluk sahibiler.
  • iğde kokuları sarmış bu şehri içine çekemiyorsun.
    seyrediyorsun.

    güneş nazlı nazlı gülümsiyor, ısınamıyorsun
    seyrediyorsun

    kara gözlü bir çocuk gözlerine bakıyor, görmüyorsun
    seyrediyorsun.

    bahar yağmuru ardından gelen taze çimen kokusu umrunda değil
    seyrediyorsun.

    kayıp gidiyor parmaklarından zaman farkına varamıyorsun
    seyrediyorsun.

    yaşa bu ömrü herkesten her şeyden uzak.
    yaşa bu baharı anlamayarak.

    bu bahar, bu çimen, bu yeşiller bu beyaz dallar, kara gözlü çocuğun bakışındaki umut...
    bütün bunlar görmen için seyretmen için değil.
    gör artık seyirci, tut hayatı, asıl...
    bir ömür seyirci koltuğunda geçmesin.
    kalk!
  • sabah kalktığında haberleri açıyorsun yine bir yerler bombalanmış birileri ölmüş ….

    işe giderken gazeteni yanına alıyorsun, şöyle bir bakıyorsun, birileri çalmış, çırpmış ...

    öğle arası oldu, girdin nete, bilmem nerde yürek burkan dram, acılı anne vesaire..

    akşam çıkışta eve dönerken dilenen insanlar, birbirine yol vermeyen araçlar ..

    eve gittin yine kahrolası televizyon, şehit cenazeleri, cinayetler, kapkaçlar ...

    gün geliyor seyirci olmak acı vermeye başlıyor, içinde bir sıkıntı bir bunalım hali, sinemaya gidiyorsun eğlenemiyorsun, gülerken bir anda bir acı saplanıyor kalbinin ortasına ölüm gibi bit tat boğazını yakıyor..

    eeeh eytere bea, diyorsun en sonunda, bir son vermeli, bir şeyler yapmalı yeter ulan yeter …

    sonra kendine dönüp bakıyorsun, bir anda beyninde şimşekler çakıyor, önce gerçeği görmek zoruna gidiyor, çevrende ne mal olduğunu bilmeyenler “çok iyisin çok tatlısın bıdıbıdı” diye kendini kandırmana yardım etmiş hep ..

    oysa gerçek seyrettiğin şeylerin tam ortasında olduğunu gösteriyor … seyirci olmak senin seçiminmiş meğer .. kendi müdahale dairende olan bitene bir baksan, kendi dairendeki pürüzleri gidermeye çalışsan, senin dairenle kesişen başkalarıyla karşılaşacak, birbirine destek olacaksın.. belki pazar çantası ağır gelen bir teyzeye yardım etmek, alış-verişten sonra fişini istemek, ne bileyim işte bir çöpü çöp kutusu görene kadar cebinde taşımak falan senin dairenin içinde olan şeyler .. eğer kendi dairen içinde yapabileceğin şeyleri yapmıyorsan, kendi daireni küçültebilecek kadar küçültüp vicdani mastürbasyon yapıyorsan, seyrettiğin şeylere küfredip geçmenin ne anlamı var … işte yaptığım şey buydu ..

    belki ne yaparsan yap bir çok şeye mani olmayacaksın ama asıl bana zor gelen asıl kendine seyirci olmak ...
hesabın var mı? giriş yap