• turk milli olimpiyat komitesi'ni kuran atletizm sevdalisi bir insanimiz.
  • kızları da kendisi gibi kendilerinde modernlik ve beden işine adamış olan muharrir. kızlarından bir tanesinin "bedii danslar" adı altında içinde kendi resimleri bulunan enteresan kitabı çıkmıştır.
  • 1908 yılında 2.meşrutiyet ilan edilince osmanlı milli olimpiyat cemiyeti'ni kurarak bunu modern olimpiyat hareketi'nin lideri coubertin'e bildiren fedakar bir beden eğitimi öğretmeni.ilk olimpiyat komitesi'nin başkanlığına servet-i fünun gazetesinin sahibi eski sporcu ahmet ihsan tokgöz getirilirken,tarcan genel sekreterlik görevi ile türk olimpizmi için kilit rol üstlendi.
  • 1948 değil 2 mart 1957 tarihinde şakayık sokak'ta tarcan apartmanında ölmüştür.
  • aslinda selim sirri ne basit bir jimnastikçi, ne de bir beden eğitimi öğretmeni. türkiye'nin olimpiyat alemine girişi konusundaki gayretleri de dönemin osmanlı imparatorluğu ve türkiye'nin modernleşme sürecinin bir parçası. aslinda ikinci meşrutiyet'e kadar selim sirri, mühendishane-i berri hümayunda yetişmiş istihkam zabiti bir asker olarak önemli bir kişilik. ittihat ve terakki'nin istanbul örgütüne üye bir asker selim sirri. hatta 1908 ikinci meşrutiyet ilani sürecinde de partini istanbul örgütü içinde önemli görevler üstlendiğini biliyoruz. talat paşa da anılarinda selim sirri'nin devrim sürecinde kentin asayişini kontrol eden önemli isimlerden biri olduğundan sözeder. 1909 yilinda yeni milli eğitim müfredatinin oluşturulması sürecinde spor ve beden eğitimi meselelerini düzenlemek için yeterli birikimi oluşturmak için yurtdışında okumaya gönderilen isimlerden biri olmasi şaşırtıcı değil bu bakimdan. ki o vakitler isveç simdiki gibi yalnizliktan ihtihar eden insanlarıyla değil, dünya sporuna ve özellikle jimnastik dünyasına olan katkilariyla tanınıyordu ve isveç kraliyet spor akademisi çok şahane bir mekandi. 100 yil kadar önce etrafta sarisin kızlarin jimnastik yaptiğini ve etrafta uçuştuğunu düşünebilirsiniz gönül rahatliğiyla. neyse allah belami versin, ama selim sirri'nin isveç gezintisinin memlekete en önemli hediyelerinden biri kuşkusuz isveçten transfer edilen beden eğitimi derslerinin osmanli'da ve ardından cumhuriyette müfredata girmesi oldu. olimpiyat meselesi buna göre daha küçük çapli bir gelişmeydi. nitekim, benim gibi minderde köprü kurmayı beceremeyen zamanin zavalli idadi öğrencileri o vakitler beden öğretmenlerine değil selim sirri'ya küfrediyorlardi muhtemelen. yine izcilik kurumu da selim sirri'nin iskandinavya dolaylarindan getirdikleri arasında sayilabilir. annemin ve babamin çok değil 50 yil önce çekilmiş izci fotoğraflarina bakinca selim sirri'nin başarisini daha iyi anlayabiliyorum şimdi. tulumbacilardan izcilere giden yol zahmetli, dolambaçli ve sarp olmali. hoş annemin üstü dökülüyor, babam da muhtemelen bitlendiği için sifir numaraya vurulan kafasina sarilmiş izci fulariyla komik görünüyor ama olsun, herşey sağlıklı nesiller için. ama siz selim sirri'yi bir tür übeyd korbey sanmayin yine de.
    bir de şimdi baktim da adami ankara yenişehir'de doğdu zanneden şaşkinlar var hala orda burda. o zamanlar ankara'da yenişehir diye bir yer var miydi, hatta ankara var miydi ondan da emin değilim de, mora yarimadasindaki yenişehir'de doğmuştur selim sirri.
    bir de unutmadan, selim sirri'nin isveçten getirdiği ve memleket hizmetine sunduğu şeylerden belki de en önemlisi bir isveç oduncu şarkisidir. işte o şarkı bugün milli bestelerden biri olarak her firsatta hançereleri yirtarak söylenen "dağ başını duman almış" marşıdir ve isveçliler bu marşı türklerin ağzından her duyduklarinda muhtemelen kis kis gülüyorlar.
  • kim olduğu, neler yaptığı bir yana, adı bile pek bilinmez. bir kısmımız için de, nerede olduğunu bilmediğimiz bir spor salonunun adıdır yalnızca. ya da bir okulun ismi. tuhaf. değil mi?

    bundan daha tuhafı galatasaray camiası da adını neredeyse unutmuştur onun, galatasaray liseliler dışında tabi. çünkü liseliler için, adı mektepteki iki spor salonundan birinde yaşatılan bir spor insanıdır o. eskilerde, çok eskilerde kalmış. o kadar.

    adı selim sırrı’ydı. şimdilerde vatan toprağı olmayan uzak bir yerde mora yarımadası’nın yenişehir feneri’nde doğmuştu. askerdi babası. o henüz iki yaşındayken karadağ’daki muharebelerde şehit düşmüştü baba miralay (albay) yusuf bey. selim sırrı ve iki kız kardeşiyle dul kalan annesi zeynep hanım istanbul’a gelmişti eşinin ölümünden bir süre sonra, erkek kardeşinin davetiyle. selim sırrı’nın asker olan dayısı sahip çıktı bu yetim aileye. ta ki abdülhamit aleyhtarlığı gerekçesiyle jurnallenip fizan’a sürülünceye kadar. (sahi fizan sembolik bir yerin değil, başkent istanbul’a en uzak, padişahlık toprağının adıdır bugünkü libya’da.)

    yaramaz, çok yaramaz bir çocuktu selim sırrı. okula gitme yaşına gelince annesi elindeki değerli eşyaları satıp mekteb-i sultani’nin (galatasaray lisesi) müdürü ismail bey’in kapısını çaldı. elindeki bütün parayı vererek oğlu selim sırrı’nın bu para bitinceye kadar mektepte yatılı okutulmasını rica etti müdür’den. ismail bey merak etmemesini söyledi zeynep hanım’a. orası koca ve köklü bir ocaktı. bir küçük haşarı çocuğa mı sahip çıkamayacaktı? bir küçük selim sırrı’yı ehlileştiremeyecekti?

    ehlileşmedi küçük selim sırrı. sürekli yanındakiyle konuşan, sessizliği bozan, izin almadan yerinden kalkan, her şeyi, her şeyi ihlal eden bir öğrenciydi. okulun eğitim anlayışına göre “terbiyesiz” bir çocuktu. ama kendine göre de okul idaresi çocuktan anlamıyordu. (sahi bunu düşünen yedi yaşındaki bir öğrenciye çocuk demek mümkün müdür artık?)

    sürekli ceza aldı selim sırrı. hiçbir dersi sevmedi. jimnastik hariç. daha okuldaki ikinci gününde sevdalanmıştı bu derse. bir rum okul görevlisi yeni ve minicik öğrencileri koridora ikişer ikişer dizip, onları kendi şivesiyle “avans, dusman” (“avance, doucement”. fransızca “yavaşça ilerleyin”) diyerek tuhaf bir salona götürdüğünde düştü bu sevda minicik kalbine.

    evet tuhaf bir salondu orası. mini mini öğrenciler, zemini kumla kaplı, tavanlarından ipler sarkan, sırıklar, salıncaklarla dolu bu salonu korku dolu bakışlarla incelemişlerdi.

    onları karşılayan güler yüzlü, tatlı bakışlı, yakışıklı herkül gibi bir adam, “burası nedir bakayım çocuklar” diye sorduğunda hiçbiri bilemedi nerede bulunduklarını. (sahi ne tuhaf aletlerdi onlar.)

    “burası jimnastikhanedir. burada koşacaksınız, atlayacaksınız, bu iplere tırmanacaksınız’’ dedi bu herkül görünüşlü öğretmen. yüksekte duran salıncakları göstererek, “bunlarda sallanacaksınız, uğraşa uğraşa nihayet benim gibi kuvvetli olacaksınız.’’ (sahi ne güzel bir cümleydi bu, henüz kendilerinin lulliput ülkesi halkına benzediğini bile bilmeyen minikler için.

    adının sonradan faik bey olduğunu öğrendikleri bu sevimli gulliver, “bakınız şimdi size biraz jimnastik yapayım da görünüz” deyip bir ipe tırmanmaya başladı. işte selim sırrı’nın gönlüne jimnastik sevdası mektebin daha ikinci gününde böylece düştü.

    hüzünlü bir çocuk kalbi

    sene sonunda jimnastik dersinden “aferin” almıştı. sevincinden koşa koşa eve koştu, anneciğine bu güzel haberi vermek için. “anne müjde, birinci çıktım, bak yaldızlı kitap aldım” dediğinde çok sevinmiş olmalıydı zeynep hanım. biraz da şaşırmış. çünkü bütün bir sene boyunca cezadan başka bir şey almamıştı bu yaramaz çocuk. (sahi o çocuk muydu böylesi başarılı olan?)

    bu yüzden öpüp kokladı yaramaz oğlunu. kucağına oturtup sevdi onu, gözleri dolu dolu. “anlat bakayım” dedi, “hangi dersten birinci çıktın da bu yaldızlı kitabı verdiler sana.” “jimnastikten anne, jimnastikten” diye yanıtladı selim sırrı anneciğinin sorusunu, “sen beni mektepte görsen şaşarsın, iplerin taa tepesine tırmanıyorum, daha ne marifetler yapıyorum.”

    yavaşça yere bıraktı oğlunu zeynep hanım. yüzü değişti. neşesi gitti. “ben seni mektepte okuyup adam olasın diye verdim. iplere tırmanasın diye değil. ben böyle mükâfat istemiyorum.”

    412 selim sırrı, hem iplere tırmandı, hem de adam oldu, zeynep hanım’ın dediğinin tersine. annesinin müdür ismail bey’e verdiği para sekiz sene idare etti. bitince başka bir okulun yolu göründü selim sırrı’ya. halıcıoğlu’ndaki mühendishane-i berrî-i hümâyûn’a gidip, askeri mühendis oldu. artık bir istihkâm subayıydı. (sahi jimnastikten başka bir derse sevdalanmayan bu yaramaz çocuk nasıl da öğrenivermişti fiziği, matematiği, coğrafyayı bir mühendis olabilecek denli?)

    giydiği üniforma, kazandığı para, yaptığı meslek ne olursa olsun bir sporcuydu. ömrünün sonuna kadar hep sporu düşündü. sporun içinde kaldı. oydu, izmir’de görevliyken futbol oynayan ingilizler’i bir süre seyredip “ben de oynayabilirim” diye izin aldıktan sonra topa ilk vuran müslüman. isveç’e gittikten sonra “fizyoloji ilminin doneleri karşısında kanaati sarsılıp”, bireysel spor yerine kollektif spor anlayışını türkiye’ye getiren de. 1909 senesinde berlin’de gerçekleştirilen uluslararası olimpiyat komitesi (ioc) kongresi’ne katılan da oydu. türk milli olimpiyat komitesi’ni kuran da.

    kimse gayret göstermedi onun kadar, sporu türkiye’de yaygınlaştırmak için. ülkenin ilk beden eğitimi öğretmenlerini o yetiştirdi. voleybol sporu onun katkılarıyla gelişti türkiye’de. tamamı sporla ilgili tam 58 kitap yazdı, 2500’ü aşkın makale kaleme aldı. yurdun her tarafında sporla ilgili 1500’ü aşkın konferans verdi. bunların toplamı 28 bin 748 sayfaydı. (sahi şimdilerde vakit bulunamıyor bırakalım yazmayı, 58 kitabı okumak için bile.)

    ve de belki sporla en ilgisiz bir şey. ama sonradan dönüp gelmiş ve sporun göbeğine yapışmış bir tribün şarkısı. hani uluslararası her karşılaşmada hep beraber söyleyip takımlarımızı desteklediğimiz marş. hani marşlar içinde en sevdiğimiz olanı. hani dağdan, dağın başından, dumandan, güneşten, ufuktan, gökten, denizden bahseden o güzeller güzeli tezahüratı. hani gazi’den bize miras kalmış olan. işte o marşı da selim sırrı’ya borçluyuz. (sahi ne büyük bir borçtur bu, yani bizim selim sırrı’ya olan.)

    bakın çantasına acep nesi var?

    selim sırrı isveç’ten ülkeye, sadece spora bakış anlayışını değiştiren isveç jimnastiğiyle değil, toparladığı isveç şarkılarıyla birlikte dönüyordu. bu şarkılardan biri de “tre trallande jäntor” yani “şınanay diyen üç hoppa kız”dı.

    şarkının sözleri isveç’in milli şairi kabul edilen gustaf fröding’e aitti. köylük yerde biraz rahat davranan üç genç kızın hareketlerini taklit eden üniversite öğrencilerini gördüklerinde utançlarından yerin dibine girmesinden bahsediyordu şiir. isveç şiirini geleneksel tarzdan kurtaran fröding’in bu şiirini besteleyen ise felix körling’di.

    sene 1916’ydı. çanakkale zaferi’nin etkisi bitmiş, birinci dünya savaşı’nın osmanlı’yı bitirme noktasına getireceği görülmeye başlamıştı. yavaş yavaş üzüntü ve kedere boğuluyordu millet. selim sırrı istanbul darülmuallimin mektebi’nde beden eğitimi öğretmeniydi. felix körling’in bestesini biraz değiştirerek notaya dökmüş, bu müziğe bir söz yazmasını rica etmişti ali ulvi (elöve) bey’den. işte “dağ başını duman almış” böyle doğmuştu. amaç türk gençliğine bir nebze de olsa ümit vermekti.

    "dağ başını duman almış" marşı'nın bestesinin orijinali felix körling'e (solda) aitti. selim sırrı isveç'ten dönmeden önce felix körling'le konuşmuş, ve bestesinin notalarını almıştı. istanbul'a döndükten sonra notaları çok az değiştirerek bir marş formatına soktu besteyi.

    mustafa kemal çanakkale dönüşü bu marşı öğrenmiş selim sırrı’dan, 19 mayıs’ta samsun’a çıktıktan sonra ankara’ya giderken hep bunu söylemiş, söyletmişti: “anadolu’nun dağ başlarını, tekerleklerini çuvalla doldurduğumuz kırık dökük otomobillerle aşarken, bu marşı söyletmeyi yanımda bulunanlara âdet ettirmiştim.” (sahi bir marşın sözleri ancak bu kadar mı uyar hayata, gerçeğe?)

    sonra. sonra unutuldu bu marş ankara’ya varılınca. daha doğrusu bu marşla gazi’nin ilgisi unutuldu. ta ki 1930’ların ortasına kadar. ne zaman ki gazi’nin bu marşı söylediği ortaya çıktı, yeniden ihya edildi bütün memlekette.

    “dağ başını duman almış” doruğa ise 17 mayıs 2000’in serin ve sarı-kırmızı zafer kokan bir bahar akşamında çıktı. kopenhag’da, parken’da. sahadaki türk takımını bir avrupa kupası finalinde hiç susmadan söyledikleri “dağ başını duman almış”la destekledi onbinler. o güne kadar binler, onbinler bu marşı ne bu kadar duygulu söylemişti, ne de söylerken gözlerinden yaş akmıştı. (sahi böylece kuzey memleketlerinde doğmuş olan bir şarkı, memleketine yakın bir yerlere dönmüş oldu aslında. ama bambaşka bir duyguyla, bambaşka bir renkle.)

    selim sırrı tarcan da, 3050 numarayla üye olduğu çok sevdiği galatasarayı’nı o kuzey gecesinde yalnız bırakmamıştı işte. oradaydı. gözleri yaşlı biçimde dağ başını söyleyen binlerin, onbinlerin kalplerinin bir köşesinde. varsın bu marşı söyleyenler onun adını bilmesinlerdi. gümüş dere orada akıyordu. kopenhag’da. oradaydı. parken’da. koltuksuz ve biletsiz. ama kalplerde.

    ps: bu büyük spor insanını 2 mart 1956'da kaybettik. su gibi aziz olsun.

    http://gayin-sin.net/…ani-bugun-kaybettik/#more-760
  • beden eğitimi ve memleketimizin garp memleketlerinde tanıtılması hususunda üstün hizmetleri bulunan değerli şahsiyet. adam gibi adam.
  • vaktiyle tedrisat mecmuası'nda avrupa'da spor ve eğitim dünyasına dair makaleler yazmıştır.
  • 1874-1957 yılları arasında yaşamış eğitimci, yazar, politikacı. en çok ülkemize isveç jimnastiğini getirmesiyle bilinir.
hesabın var mı? giriş yap