• 20 aralık 2003 itibariyle zaga'ya telefonla katılmış seyircidir, olmaz olsundur.

    okan bayülgen isminin anlamını sorduğunda "güneşli" demiştir (ki bu ingilizce "sunny" nin anlamıdır ve haliyle sani ve sunny'nin okunuşları aynıdır.) ve bunun üzerine "isminiz ingilizce mi?" muadili sorular soran okan bayülgen'e açıklama yapmak yerine ikiyüzkırüç kez "ben ismimle barışığım" demiş, okan bayülgen'i dumurlara sürüklemiştir.

    aynı esnada seyirciler zaga'nın fıstık sarışın prodüktörüne(ya da neyse) bu danışıklı mı diye sormuşlar, inanaları gelmemiştir.
  • eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse "sultan mahmud-u sani..."

    saniye kelimesiyle de direk bağlantılıdır; dakikadan sonra gelen ikinci birimdir zira. tabii ingilizce second da bu bağlmada değerlenirilmelidir tüm çift anlamlığıyla

    (bkz: salis)
  • saniye kelimesi de etimolojik olarak bundan gelir. ikincil demektir o. sani de ikinci.
  • saniye kadın adı olduğuna göre pekala bir erkek adı olabilir.
  • (bkz: esna)
  • hazreti pîr mevlana mesnevisinde buyurmuştur ki: bu dünya yönsüz alemden ortaya çıkmıştır; yersizlik aleminden, dünyaya yer olmuştur.

    üstadımız burada "allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu." hadis-i şerifine gönderme yapmıştır. gerçekten de ezel-i âzâlde, başlangıcı olmayan zamanlarda sadece allah vardı, aslında hala "sadece" o var ama o kısmın izahının derinliği benim ilmî boyumu fersah fersah aşacağı için girmiyorum. bildiğimiz anlamda yer, gök, mekan, zaman ve diğer sayma ile bitiremeyeceğimiz yaratılmışlar yok iken, varlıklar sadece rabbimizin "a'yan-ı sabite" denilen ve bir çeşit varlık aleminde zuhur edecek tüm yaratılmışların planı olan hakikatta olup rabbin ilminde mevcud ve gizli idi. sonra rabbin takdiri ve iradesi ile zaman, mekan ve sair eşya halk edildi, zamansızlıktan zaman, mekansızlıktan mekan ortaya çıktı. sadece bu hakikatin göz önünde bulundurulması ile bildiğimiz bilmediğimiz, dilediğimiz dilemediğimiz her şeyin asıl özünün mekansızlık aleminde olduğu hakikatına ulaşmalı ve en basitinden tüm dertlerimizin dermanının mekansızlık aleminde, rabbin kudret elinde olduğunu fark etmeliyiz. hasta iken doktora gitmek ve ilaç almak, şifa arayan hastanın fiili duası iken, ellerini açıp rabbine yalvarması kalbi bir duadır, ilki sebepleri celbeder, ikincisi de şifanın asıl sahibi olan rabbin rızasını. rabbin rızası olmadan ne doğru ve işinin ehli hekim bulunabilir, ne de o hekim size doğru teşhis koyup doğru ilacı yazabilir, ne de o ilaçlar sizde şifa gösterebilir, çünkü çeşitli şekillerde dünya gözümüze yansıyan sebeplerin tamamını yaratan ve onlara etkilerini veren allah'tır. bir kuşun iki kanat ile uçabilmesi gibi, doğru hekimin doğru teşhis ve ilacı size verebilmesi rabbin rızasına ve mekansızlık aleminden size ulaşacak şifasına bağlıdır.

    mevlana üstad şöyle devam eder: "rabb'ı ve rabb'a mensub olmayı istiyorsan, varlıktan yokluğa geri dön. bu yokluk, gelir yeridir; ondan ürkme. bu azlık çokluk varlığı, gider yeridir."

    adem yani "yokluk" bizim "varlık" olarak deneyimlediğimiz alemin aslıdır; varlık yokluktan zuhura gelmiştir. lakin bu yokluk bazı filozofların iddia ettiği hali ile "mutlak yokluk" değil, "izafi yokluk"tur. böyle dememizin sebebi de tecrübe ettiğimiz bu varlık alemi henüz yok iken, rab tarafından zuhura getirilmemişken de onun ilminde, a'yan-ı sabitesinde mevcud idi. şöyle bir örnek verilebilir ki, bir bina yapılmadan evvel plan olarak mimarın zihninde mevcuddur, diğer herkes için o bina yok iken, mimar o binanın her detayını zihninde yaratabilir, doğrusu yanlışı ile tartabilir, en iyisinin ne olacağına dair kararlar verebilir. bu noktadan bakıldığı zaman o "izafi yokluğun" nasıl bir bereket ve varlık denizi olduğu sezilebilir ki tüm varlık ondan zuhura gelmiştir. şu mevhum varlığımız ise "gider" yeridir çünkü gerek her nefeste hücresel bazdan makro baza eceline koşan biz insanlar, gerekse korozyon ve metal yorgunluğu ile eskiyen demir, bakır gibi eşyalar, mayt gibi mikroorganizmaların çeşitli eşya yüzeylerinde bıraktıkları asidik ve aşındırıcı özellikteki atıkları ile eskittikleri halı, ahşap tipi eşyalar, sürekli olarak yokluğa koşmaktadırlar. işte bu yüzden yokluk korkulacak bir olgu değildir, başlangıç ve varış yerimizdir, asıl korkutucu olan tüm illüzyonları ile bize sürekli olarak yokluğa doğru aktığını unutturmayı başaran "sözde" varlık alemidir.

    üstadımız şöyle devam eder: "hakk'ın yaratma iş alanı madem yokluktur, varlık dünyasında boşta olandan başka kim vardır ?"

    halk arasında bir şeyi gayet güzel yapabilmeye sanat denilir, rabbin yarattığı şeyler, yani yaptığı işler kusursuz güzel olduğu için zât-ı bâri'sine usta sanatkar da denilir. rabbin yarattığı her şey güzeldir, tamdır, eksiği fazlası yoktur, yaratıldığı iş ve amaç için tam uygundur. rabbin neyi ne amaçla yarattığının ilminden uzak olduğumuz, o yaratmasının arkasındaki hikmetleri kavrayamadığımız için bazı yaratılmışları "çirkin" olarak algılarız. burada kusur, ne kusur isnad edilemeyen rabbimizdedir ne de yarattığındadır, asıl kusur bizim gereken gönül derinliğine ulaşamamızdan doğan ilim ve algı eksikliğimizdir ki güzeli "çirkin" olarak görme illetine sahibizdir. bu demek değildir ki rabbimiz "çirkin" yaratamaz, takdir ederse güzelin "tam" halini yarattığı gibi çirkinin de tam ve mutlak çirkinini halk eder, nasıl ki bir karikatürist sanatının zirvesinde iken eğer isterse dünya'nın en güzel kadınını bile cadılardan beter bir halde çizip vermek istediği mesajı verebilir, rabbimiz de aynı ve ötesinde bir ustalık ile planladığı amaç için mutlak çirkini halk edebilir, vurgulamak istediğim şey; onun takdiri ile bizim algımız arasında genelde uçurum vardır ve bunun sorumlusu bizim insan-ı kamil tezgahından geçmemiş çarpık algımızdır.

    rabbimizi biz avamların "sanatkar" algısından ayıran en önemli yanı (ki bu yanı eksik açıklamaya mahkumum), her sanatçının muhtaç olduğu tezgah ve alet edevât gibi şeylere muhtaç olmamasıdır, rabbimiz izafi yokluktan aletsiz tezgahsız bir şekilde halk eder. mesela bir çocuk doğum vakti gelince rabbin çok önceden takdir ettiği a'yan-ı sabite planına göre halk edilir, izafi yokluktan mevhum varlık alemine doğar, büyür, ihtiyarlar ve nihayet ölür, ardından tekrar yokluk alemine kavuşur. bu tecrübeler sonunda kişi yoktan yoka geldiğini, ardından yoka döndüğünü ve biricik var olanın sadece rabbimiz allah olduğunu tecrübe ile sabit bir şekilde deneyimler.

    üstadımızın şu kalbî duası ile bu girdiye son veriyorum.

    "ey dost! bize ince sözler öğret de onlar, merhamet etmeni sağlasın. dua da sendendir, kabul etmek de senden; güven de senden, korku da senden. yanlış söylediysek sen, onu düzelt. düzelten sensin. ey söz sultanı!"
  • sanatkâr.
  • *arapça sun‘ “yapmak”tan sani‘,

    1. yapan kimse, yapıcı.
    bu hud’anızın sânii, yâhut şerîki olmak şüphelerinden âzâde kalmak çâresi için bu işi gördüm, iyi de ettim. (bkz: ahmed vefik paşa).

    2. "yaratan, halkeden” anlamında allah için kullanılır: “sâni-i hakîkî.” “sâni-i kâinat.”

    **arapça sânî,

    ikinci: “fasl-ı sânî.”
    (bkz: sâniyen): ikinci olarak.

    kaynak: sani/lügatim
  • (bkz: sanitäter)
hesabın var mı? giriş yap