• sükût suikasti: bir kişi var olan düzeni yerinden eden, altını oyan eylemler yaptığında düzenden çıkarı olanların uyguladığı savunma yöntemi. yani eylemler polemik malzemesi yapılmaz. hiç olmamış gibi davranılır. suskunlukla öldürülür. özellikle edebiyat aleminde sıkça görülür.
    (bkz: ahmet hamdi tanpınar) tanpınar, bu terimi doğrudan kullanmıştır.
    (bkz: oğuz atay)
    (bkz: hüseyin cöntürk)
    fakat sükut suikastine uğrayanlar dokuz canlıdır. küllerinden dirilirler.
  • tanpınar sükût conspirationu der buna.
  • tabirin kökenleri karl marks'ın kapital'i yazdığı tarihe dayanır. kapital yayınlandıktan sonra hakkında iyi ya da kötü tek bir yazı, bir satır polemik, bir cümle eleştiri çıkmamıştır. marks bu durumu sukut suikastı olarak tanımlar ve sonuçta engels uydurma bir isimle bir eleştiri yazar; tüm eleştiri bombardımanı da bu fason yazının ardından patlar.
  • hilmi yavuz conspiracy of silence başlıklı yazısında ahmet hamdi tanpınar ile ilgili olarak şunları diyor:

    " (...) evet, tanpınar yanılıyor: 'sükût suikastı'nın sebebi, onun zannettiği gibi 'politika mücadelesi' değil, herhangi bir görüşe peşinen angaje olmayan özerk bir zihni bir türlü idrak edemeyenler arasında 'ateş denizlerini mumdan kayıklarla' geçmeye çalışan biri olmasıdır."
  • anlamlı bir sessizliği anlamsız kelimelerle bozmaktır
  • susarak cezalandırmaksa, yani tanpınar'ın muzdarip olduğu gibi karşı taraftan değil de bizzat kendinden kaynaklanan bir durumsa.. bir tür pasif agresif tepki yöntemi olabilir bu..
  • buna ne zaman maruz kalsam ve ister istemez üzerinde düşünsem aklıma yenifoça'da* duyduğum bir söz gelir, üzülürüm.. sonra silkinirim ama kolay kolay da toparlanamam:

    "insanoğluna edilebilecek en ağır hakaret onu yok saymaktır.. bir kişinin sözlerine, hareketlerine tepkisiz kalmaktan daha ağır bir küfür bilmiyorum"

    hiç unutmuyorum, unutamıyorum..

    2004 yılıı, aylardan kasım olmalı.. 8nci bölük amfisinin önündeyiz.. bilenler bilir, üzerinde "komando yeni foça" yazan yüksek tepenin eteğindeki amfi.. kasklarımızı, kalkanlarımızı kuşanmış sıra sıra dizilmişiz.. komutanımız karşımızda, bize kontrolden çıkmış insan gruplarının ilerleyişleri hakkında bilgi veriyor..

    konuşmasının bir yerinde hızla gelip yanımdaki çocuğun yakasına yapışıyor ve sırayı yarıp çocuğu geriye ittiriyor sertçe.. "bakın" diyor, "değıldınız".. "her biriniz tek vücut gibi birleşeceksiniz, itilip kakılacaksınız, size küfredecekler, gözünüzün içine baka baka ananıza bacınıza sövecekler" bu sırada, bunları anlatırken hızlıca yana doğru kayıp her birimizin gözlerine bakıyor sırayla.. "gözlerinizde bir zaafiyet arayacaklar.. emin olun o zaafiyeti bulurlarsa hattınız parçalanır.. parçalanırsanız hepiniz zarar görürsünüz.. birlikte kalmak zorundasınız.."

    "bırakın size küfretsinler, biliyorum gençsiniz hepiniz.. ağırınıza gidecek duymak.. ama unutmayın sakın çocuklar; bir insana edilebilecek en büyük hakaret o orada hiç yokmuş gibi davranmaktır.."

    "karşınıza gelip bu mesafeden (plastik kalkanın dibine kadar girip bizim saftaki bir çocukla burun buruna gelerek söylüyor bunu) size sövdüğünde başınızı çevirip görmezden gelebilmeniz mümkün değil.. peki ne yapacaksınız..?" burada kısa bir süre durup düşünmemizi istiyormuş gibi susuyor ve tek tek süzüyor hepimizi.. sonra:

    "gözlerinin içine bakacaksınız ama onu görmeyeceksiniz.. gözlerinin içinden arkasına bakacaksınız size sövenin.. sinirlenmek yok, öfkelenmek yok.. yoksa kontrolünüzü kaybedersiniz.. gözlerinin içinden onun arkasındaki bir noktaya baktığınızı hayal edin.. emin olun, daha ağır bir küfür edemezsiniz insanoğluna.."

    ders burada bitmişti aslında hepimiz için.. ama aradan geçen bunca sene sonunda maruz kaldığım her sükut suikastinde bunu hatırladım..

    cevapsız kalan her seslenişimde,
    uzattığım elimin havada asılı kaldığı her an,
    bir ademoğluna ihtiyaç duyduğumda gördüğüm aynadaki yalnız aksimde hep bunu hatırladım..

    beni duyduğuna emin olduğum insanların gözümün içinden arkama bakmalarından usandım..

    sonra o sözü hatırladım.. behzat amirimin annesinden yediği kazıktan sonra ettiği o sözü:

    "bir insanı annesi satıyorsa herkes satar, yalan söyler herkes" demişti değil mi..? amirim haklı..

    doğru söze ne denir di mi amirim, dimi canım ağbim..?
  • aynı zamanda bir blog adı: https://sukutsuikasti.com/

    haneke ile ilgili kolay bulunmayan bir kitap ararken kitabın adının yazıda türkçede haneke külliyatından bahsedildiği kısımda çıkması ile rastladım buraya. haneke'nin röportajlarının çevirileri, amour'un incelemesi -ki bana kalırsa çok başarılı- ve istanbul modern'de yapılmış bir söyleşiden notlar var genel olarak haneke'ye dair. sinema ve edebiyatı merkeze alan geniş bir site gibi ama henüz oraları inceleme fırsatım olmadı, yine de kenara not alınası duruyor.

    haneke hakkındaki linkler şöyle:

    https://sukutsuikasti.com/…e-paris-review-roportaj/

    https://sukutsuikasti.com/2012/11/01/haneke-amour/

    https://sukutsuikasti.com/…haneke-hakkinda-her-sey/

    https://sukutsuikasti.com/…r-aski-ask-ile-izlemeli/
  • bu kavramı tanpınar ölçeğinden çıkartıp daha geniş bir perspektiften yorumlarsak, sanatçının ve düşünürün doğru zamanda doğru yerde doğru kişiler arasında olmadığı, zamanın ruhuna yahut içinde yuvalanmaya çalıştığı cemiyete ait kodlara kısmen ve tümüyle aykırı olması, fikir, sanat ve icrası haricinde üzerine vazife kılınmış (örneğin sosyal medyada alttan alta kendini pohpohlamak, reklamını yapmak, okuyucu ile perakendeci – müşteri ilişkisi kurmak) bazı zamane yükümlülükleri yerine getirme noktasında gönülsüzlük - yeteneksizlik gibi durumlarda karşılaşabileceği, muhtemeldir ki birçok mahir ve kendini mahir zanneden kişinin dozu farklı olmak kaydıyla soğuk yüzünü tecrübe ettiği haldir.

    sükût suikastını tahammülü zor kılan ilk şey, gündelik hayattaki çoğu şeyin aksine, yaşanan öfkenin, üzüntünün, sitemin muhatabının olmayışıdır. nesnesi olmayan bir hiddet, antagonistinin ete kemiğe bürünmediği bir trajedidir bu. dikkat edilecek olursa dev yazarlar olmalarına karşın bir türlü düşledikleri ilgi alakayı göremeyen kafka’nın da tanpınar’ın da günlüklerinde bir fail bir arayışı, varlıklarını tarih perisi (musası) clio’nun gözlerinden türlü tertiple gizleyen, perinin elinde tutmakta olduğu parşömene isimlerinin yazılmasını geciktiren bir çeşit ıago tasavvuru vardır var olmasına ama öne sürdükleri cevaplar ne o günlerde onları, ne bugün bizi tatmin eder.

    deha olmanıza gerek yok; iyi bir yazar olduğunuzu, edebiyat âleminde taşları yerinde oynatacak çapta olmasa da o yıl raflardaki kitaplardan hiç de aşağı kalır yanı olmayan, hatta bazı yönlerden yenilikçi, yorumlanması zevkli öyküler barındıran bir kitap yayımladığınızı hayal edin. protokole uygun olarak ülkedeki çoğu eleştirmene, gazeteye, dergiye kitabın yollanıyor. oturup eleştiri bekliyorsun, hakkındır, yıllarca geceni gündüzüne katıp yazmışsın, bir eleştiri çok şey olmasa gerek değil mi? bir ay geçiyor, kitap hakkında hiç kritik yazılmıyor. iki ay geçiyor hiç kritik yazılmıyor, üç ay geçiyor dört ay geçiyor, hiçbir eleştirmen kitabını okuyup bir eleştiri yazmaya tenezzül etmiyor. kitabın hiç yayımlanmamış gibi. burada ilk tokadı yedin, şimdi isa efendimizinin sözüne uyup diğer yanağını çevir, çünkü hiçbir eleştirmenin senin hakkında yazı yazma yükümlülüğü olmadığıyla yüzleşip ikinci tokadı yiyeceksin. demem o ki, böyle bir durumda “nasıl benim hakkımda eleştiri yazmazsınız” diye bağırıp ulu orta söylenmene temel teşkil edecek bir norm yok, hemen başından tutup gömerler adamı. gelgelelim ortada bir “garabet” var. öyle böyle bir garabet değil bu, şans eseri seni raflarda bulup hatmeden okur bile, neden hakkında hiç yazı çıkmadığını sorguluyor. senin kitabından sonra çıkmış başka kitaplar için bile eleştiri yazılırken sen görmezden geliniyorsun ve bunun sebebi meçhul. için içini kemiriyor, beğenmemiş olsalar beğenmediklerini yazarlardı, beğenseler zaten yazarlardı. o halde okumadılar. oh! çok yaşa basit mantık! dur bir dakika! ama senden sonra çıkmış kitaplar birden fazla kez (hem de bazıları senin kitabın kadar iyi değilken) ele alınırken seni niye es geçtiler? tesadüfle açıklanabilecek bir şey değil bu! bir sebep olmalı! işte bu safhada eskilerin deyimiyle, mürekkep, kalem, kâğıt ve akıldan (hayalden) başka katığı olmayan bir yazar olarak, kudretini aşan hakikatle yüzleşiyorsun küstüğü dağın haşmetini fark eden fare gibi. yayınevlerinin sermaye gücü, yazarlar-editörler-eleştirmenler arasında dönen ahbap çavuş ilişkileri, yazı ve röportaj paslaşmaları, türlü sebeplerle dergiler ve gazetelerce ambargo yiyen yayınevleri, kitlesi olan yazarın kendisi için tehlike olarak görmediği yazarı takipçilerine tanıtıp dost meclisinde öve öve bitiremediği yazarı takipçilerinden sakınması gibi garip tavırlar; ne idiği belirsiz, hangi ilke ve yöntemlerle belirlendiği müphem “yılın en iyileri” listeleri ile okurun gözüne sokulan kitaplar ve parlatılan yazarlar, kitabının ilk baskısı hemen bitsin diye internetten kendi kitabından düzinelerce sipariş veren çağdaşların, birbirlerinin altını üstünü oyup dedikodu kazanı kaynatan başka yazarlar, şairler; bir kitabı övecek diye yayınevinden para bekleyen eleştirmenler; ana dilindeki edebiyattan ümidini kesmiş, tarihin sona erdiğini varsayıp batı kanonuna ait eserleri temel alarak 20.yy mamulü terminolojiyle mistik olduğu kuşku götürmez, şerhe davet makale yazmaktan haz duyan başka tür eleştirmenler… ne curcuna ama! hiç sana göre değil. evet kahrolası, kitabın iyiydi, kitabın görmezden gelindi, hakkında eleştiri yazılmadı, evet, kötü bir eleştiriye bile duacı oldun ama “şeyler olur”. görülmedin, okuması gereken gözler senin metnine rastlamadı, bazıları bunu bilerek yaptı, bazıları bunu pragmatik nedenlerle yaptı, bazılarının art niyeti yoktu. ee? ne yapabilirsin? tekrarlıyorum, neticede senin hakkında yazmak zorunda değiller. kime öfkelisin? var mı bir fail? bir hayaletin yakasına yapışabilir misin?

    sükût suikastını güç kılan ikinci şey ise, 19.yy’dan itibaren sanatçıya (bilhassa yazara) yüklenen derviş personasıdır. mezkûr paragraftan yola çıkarsak, başına bir talihsizlik geldi ve bu konu hakkında satır satır yazmak, hiddetini dile getirmek istiyorsun, gel gör ki durumu protesto etmen, yaşadığın haksızlığı dile getirmen çoğu kimse tarafından ayıplanacaktır; tek arzun metinlerinin nitelikli bir göz tarafından değerlendirilmesi olabilir, anlayamadığın şu ki arzun iyi niyet içerse bile kimse derinliğine iskandil atmadı, atmayacak, kimse seni tanımıyor, tanımak istemiyor; hazır şablonlar üzerinden peşin hükümle şöhret – para – ilgi – pohpohlanma arzusuna yenik düşmüş, fason bir edebiyatçı olarak göreceklerdir seni; üstüne de ‘siz yine iyisiniz, bağğğzı yazarlar hakkında senelerce yazılmadı’ diyerek seni acelecilikle, sabırsızlıkla, armut piş ağzıma düşçülükle, geçmiş örneklerden emsal almaktan uzak tarifsiz bir basiretsizliğin içinde kıvranan 21.yy bireyi imgesiyle mimleyeceklerdir. ayrıca sen bir yazar olarak neden diğer insanların senin hakkındaki fikirlerini merak ediyorsun, aaaa demek ki yetenekli olup olmadığın hususunda tereddütlerin vaaaaar, diye aradan fırlayacak ve sana yazarlığın doğası hakkında vaaz vermeye kalkacak zıpçıktılara rastlayacaksın. bunlar ne ezra pound’u ne t.s. eliot’u bilirler, ne vüsat o’bener ile oğuz atay arasındaki irtibata hakimdirler, yazar şair için geri dönüşün ne kıymetli bir şey olduğunu anlamazlar. ek olarak türkiye için konuşuyorum, türkiye’de en modern cemiyetlerde dahi bir tekke havası sezilir, senden yaşlılar ve kıdemliler olur, onların tecrübesinden (çilesinden) geçerek terbiye kazanman beklenir. başını erkenden çıkartman, haksızlığa uğramış başkaları varken ilk senin konuşman tasvip edilmez. sen yazarsın, altın kuralı bozmamalısın! sessizlikte keramet bulmuş derviş misali, tüm bu muameleye bilge bir suskunlukla göğüs germelisin. öyle ki, kitabın satıyor mu satmıyor mu, kim hakkında ne yazmış ne yazmamış, istifini bozmayan gamsız bir roman karakteriymişçesine cool davranmalısın. ironiyi fark ettin mi? varlığına karşı doğan sessizlik yüzünden seni zehirleyen evhamlara aynı reçeteyi vermekten gayrı çaren yok. sessizliğini sürdürmenin ise bir kötü yanı var, zaman ilerliyor, yeni kitaplar çıkıyor, nitelikli bir gözün seni fark etme olasılığı her an düşüyor. ne yapacaksın? yeni bir şey yazacaksın, dikkatini yeni eserine vereceksin; fakat iyi bir şey yazıp görmezden gelindin, yeni yazacağın şeyin aynı akıbete kurban gitmeyeceği ne malum? o halde neden kitap yayımlıyorum ki ben, kendime yazayım olsun bitsin, diye düşünüyor musun? hah işte kafka’nın düştüğü durum buydu, öyle bir noktaya geldi ki, fail olarak en suçsuzu, yani eserlerine hüküm giydirdi, en yakın dostundan (max brod) kendisine ait tüm metinlerin yakılmasını rica etti. kimden intikam alıyordu? tanpınar ise peyami safa’nın orhan veli’nin tanınıp şahsının sadece bir akademi hocası olarak bilinmesini, huzur’un dikkate alınmamasını hiç kabullenemedi, bir gün sabrı taştı, türkiye beni yedin, yazdı günlüğüne. evet günlüğüne çünkü günlüğünde yazdıklarını ortalık yerde dile getirse yukarıda bahsedilen şeylerin başına geleceğini biliyordu. (bu arada tanpınar, günlüğünü öldükten sonra yayımlanacağını umarak yazdığı için ne kadar dürüsttü, düşüncelerinin ne kadarı kalburda kaldı tartışılır:))

    eh, işin iyi yanından bak, şu ana kadar hakkında hiç kötü bir kritik yazılmadı, bununla avunabilirsin, hatta birkaç kitabın daha başına böyle şeyler gelirse belki geberip gittikten sonra (varsa) değerin anlaşılır. çok romantik değil mi? ups… ateiste benziyorsun sen, böyle şeyler sana hiç romantik gelmiyor. neyse bak ne diyeceğim, onlar gibi yapabilirsin, içinde tutma, günlüğüne yaz, terapi gibi olur. ya da dur dur aklıma geldi, ekşi sözlük yazarıysan, istismar edebileceğin uygun bir başlık bul (sükût suikastı gibi), konu hakkında genel bir şeyler söyleyecekmiş gibi yaparak gelene geçene ince ince saydırıp içinde birikmiş cerahati eser miktar boşalt. ne yazarsan yaz bir şey değişmeyecek, belki iki like alacaksın, twitter'da zaten hiç aktif değilsin, eşyanın tabiatı gereği takipçin az, birkaç kişi sana hak verecek ama çoğunluğun belleğine görülmek, duyulmak, bilinmek isteyen bir ezik olarak geçeceksin, kimse kendi hesabından muhasebesini yapmayacak; dahası bazı embesiller yazıda değindiğin iki büyük yazarla kendini denk gördüğün zannına düşüp bir yerde adın geçtiğinde "şu şu yayınevinden şu şu yazar var ya, aman yarabbi, adamın ne yaptığını biliyor musun?" gibi bir girizgahla gıybete başlayacak. sonra yine unutulacaksın. ve bu en iyi ihtimaldi. ya da ne bileyim al yanına bir silahtar, hayaletlerle, kötü büyücülerle çarpışmak için at sür. (bu arada don kişot'nun iki cilt boyunca hepi topu bir hadi bilemedim iki kez yel değirmenlerine at sürdüğünü biliyor muydunuz don kişot denilince yel değirmeni muhabbeti yapan çok acayip kültürlü don kişot uzmanı arkadaşlar? trivia bilgi ücretsizdi)
  • buna batıllar maruz kaldığında can alır. silinir gider. ol kimsenin adı esamisi okunmaz. amma hakikatli birine uygulandığında ters teper. namluyu tersine çevirip tetiği çektiriverir allah. eşek tepmesi gibi ani olmaz belki... belki olur... er geç olur.
hesabın var mı? giriş yap