• yedi deliler adlı kitaba imza atmış ünlü arjantinli yazar.
  • 26 nisan 1900'de buenos aires'te (flores) doğan ve tam adı roberto godofredo christophersen arlt olan sanatçı.

    prusya göçmeni bir ailede doğmasının da etkisi vardır belki, kendini yaşadığı topluma pek ait hissedememiş. kendisini, mad toy isimli kitabıyla tanıdım. hayatını biraz araştırdıktan sonra da öğrendim ki yarı otobiyografik bir kitapmış mad toy. kitaptaki karakterin babasının olmayışı, komşularının eşi olan adamın kötü biri oluşu, silvio'nun mucitlik sevdası ve okuldan atılması, yine ana karakterin yaptığı geçici işler... olaylar bazında bakıldığında, yazar ve silvio ile örtüşen pek çok unsur var. ama bununla birlikte, kitapta bir içtenlik ve anlatımda da tatlı bir ifade etme, iç dökme heyecanı olduğunu görebiliyorsunuz. sanırım en doğru karşılığı "samimiyet".

    yönetmenliği leopoldo torre-nilsson tarafından gerçekleştirilen los siete locos (yedi deli) ve aníbal di salvo ile josé maría paolantonio'nun ortak çalışması olan el juguete rabioso (deli oyuncak), yazarın aynı adlı romanlarından uyarlanan filmler. los siete locos, berlin film festivali (1973) ve condor de plata (1974) ödülleri de almış. bir de javier torre tarafından çekilen (1998), bir mad toy uyarlaması daha var sanırım. bunlar dışında uyarlaması var mı bilmiyorum.

    aynı zamanda gazetecilik yapan arlt'ın critica ve el mundo gazetelerindeki yazıları, günlük olarak aguafuertes portenas adıyla 1928’den 1935’e kadar yayımlanmış, sonra da aynı adla kitaplaştırılmış ve zamanla arjantin edebiyatının klasiklerinden biri haline gelmiş.

    yazarın dostoyevski'den epey etkilendiği ve rus edebiyatını çok sevdiği biliniyor. özellikle los siete locos, los lanzallamas (yedi deli'nin devamı olarak kabul görmüş) ve el fabricante de fantasmas (oyun) isimli eserlerinde çok net görülebilecek dostoyevski izleri mevcut.

    oyun demişken, ilk oyunu olan 30000 millones de kendi anılarından yola çıkarak yazılmış ve 17 haziran 1932'de teatro del pueblo'da gösterilmiş. fakir bir hizmetçi olan sofia'nın, yalnızlığına ve maruz kaldığı ilgisizliğe çözüm olması için hayal ettiği mirastan geliyor oyunun ismi. sofia isimli karakterin trenin altına atlayarak intihar etmeye karar vermesi gibi, arlt da aynı şekilde bir intihara tanık olmuş ve çok etkilendiği bu hikayeyi critica'da yazmış.

    genel olarak, sosyal uyumsuzluklar ve aykırılıklar üzerine yazmış. kitaplarındaki dilin pek düzgün olmama nedeniyse, evde almanca konuşulan bir ailede yetişmiş olması sanırım. dili doğru kullanmak istemiyor oluşu, edebi çevrelerce eleştirilmesine de neden olmuş epey. "istemiyor oluşu" diyorum, çünkü üslubunu doğru buluyor ve çokça savunuyor yazar. "sanırım", gerçek bir sanırım yani. okuldan atılmış olmasına rağmen kitaplara ve mekaniğe çok ilgi duyması, ilk hikayesini çok küçük yaşta (14 -çok da emin değilim-) kaleme alması ve farklı farklı bir sürü işte çalışması gibi, ilk kitabındaki ana karakterle benzeşen yönlerini okuyunca içim burkulmadı değil silvio'ya. kitabı okurken pek etkilendiğimi söyleyemem ama kitapla ilgili okuduktan sonra tersine döndü her şey. bu "etkilenememe" durumunun da kültürel anlamlandırma farklılıklarından kaynaklandığını zannediyorum. henüz bir kitabını okumuş biri olarak bu konuda yorum yapmam doğru değildir belki ama kullandığı dil, hikayesi/hikayeleri, tırmaladığı yaralar ve yansıttığı yaşamlar sanki oralara ait daha çok. kendisinin izinden giden yazarların olması, arjantin ve çevresindeki bilinirliği ama buralara o kadar da taşamaması biraz bundan sanki.

    zor bir hayat yaşamış olmasının yanında, erken yaşta (42) kalp krizi geçirerek ölmüş yazar. hani, "elinden tutan olaymış büyük adam olurmuş," denilen insanlar vardır ya, kendisi biraz onlardan sanırım. hoş, başarısız bir adam da değil; doğduğu yerlere modern romanı tanıtmış.

    görsel
    görsel
    görsel

    ilk romanından birkaç alıntı bırakıp gideyim artıkın:
    "sinirden titreyerek konuşuyordum. sert sözcüklerine karşı hiddetle, dünyanın kayıtsızlığına karşı nefretle, günlerin bitmek bilmeyen sefaletine karşı bir kin ve aynı zamanda tarifsiz bir kederle... işte tüm bunlar, kendi işe yaramazlığımın mutlak kanıtlarıydı. ama o, sanki tek bildiği kelimeler bunlarmış gibi ısrar ediyordu."

    "ah, ne ironi! oysa ben, rocambole gibi bir haydut ya da baudelaire gibi dâhi bir şair olmanın hayalini kurmuştum. içimden, 'yaşamak için bu kadar acı çekmek mi gerekiyor yani? bütün bunları çekmek... muhteşem vitrinlerin yanından sepetle geçmek mi gerekiyor?' diye düşünüyordum."

    "onu yavaşça kollarıma aldığımı, bu kadar çekici olmaktan utanan cazibesini, yalnızca uzun uzun öpücüklerle öpülmek için yaratılmış ağzını hayal ettim durdum. teslim olmuş bedeninin, kalp kırıklığının timsali tenime çarpışını ve terk edilmişliğinin lezzetiyle ısrar edişini görüyordum."

    "hamile kalmak... onun dudaklarında bu kelimeler ne kadar da yumuşak duruyordu! hamile kalmak...
    o zaman o acınası vücudunun her tarafı deforme olacaktı, ama o, bu kadar derin bir aşkın zaferiyle insanların arasında yürüyecek ve onları görmeyecek, sadece uysallıkla boyun eğdiği kişinin yüzünü görecekti. insanın kederi! daha kaç hüzünlü kelime, halen insanın derinliklerinde gizliydi!"

    "elbette... hayatımızda alçak olmamızı, ta içimize kadar kirlenmemizi, bir namussuzluk yapmamızı gerektiren anlar vardır, ne bileyim... bir insanın hayatını sonsuza kadar mahvetmemizi gerektiren anlar... ve bunu yaptıktan sonra sakin sakin yürümeye devam edebiliriz."

    — hayır... sizin ne düşündüğünüzü biliyorum. ama dinleyin beni... ben deli değilim. bir gerçek var, doğru... ve ben hayatın daima, benim için olağanüstü güzel olacağını biliyorum. insanlar hayatın gücünü benim hissettiğim gibi hissedecekler mi bilmiyorum, ama bende bir neşe var, neşe dolu bir bilinçaltım var.

    ani bir ışık, önceki eylemlerimin gerekçelerini o an anlamamı sağlamıştı ve devam ettim:

    — ben bir sapkın değilim, içimdeki bu devasa gücün peşindeyim.
    — devam edin, devam edin...
    — her şey beni şaşırtıyor. bazen dünyaya geleli bir saat
    olmuş gibi hissediyorum. sanki her şey yepyeni, göz alıcı ve güzel. o zaman insanlara sokakta sarılır, kaldırımın ortasında durup onlara şöyle derdim: ama siz neden bu kadar üzgün yüzlerle dolaşıyorsunuz? hayat güzel, güzel... sizce de öyle değil mi?
    — evet...
    — ve hayatın güzel olduğunu bilmek beni sevindiriyor, her
    şey çiçeklerle doluyormuş gibi görünüyor. diz çöküp tanrı’ya, bizleri yarattığı için şükranlarımı sunmak isteği yaratıyor.
    — siz tanrı’ya inanıyor musunuz?
    — bence tanrı, yaşama sevincidir. bir anlayabilseydiniz!
    bazen bana flores kilisesi kadar devasa bir ruhum varmış
    gibi geliyor. ve gülesim geliyor, sokağa çıkıp insanlara dostane yumruklar atasım geliyor.
    — devam edin...
    — sıkılmıyor musunuz?
    — hayır, devam edin.
    — mesele şu ki, bu tür şeyleri insan başkalarına anlatamıyor. yoksa deli muamelesi yaparlar. kendime şöyle diyorum: içimdeki bu hayatla ne yapayım? ve ben hayatımı vermek isterdim. hediye etmek... insanlara yaklaşıp onlara şöyle demek isterdim: sizin neşeli olmanız gerekiyor! beni anladınız mı? korsancılık oynamalısınız. mermerden şehirler yapmalısınız. gülmelisiniz. havai fişekler patlatmalısınız.

    arsenio vitri ayağa kalktı, gülümseyerek şunları söyledi:
    — bütün bunlar çok iyi ama bir yerde çalışman gerekiyor.
    size nasıl yardımcı olabilirim?
hesabın var mı? giriş yap