*

  • ernest renan'in 1882'de verdigi seminer*den derlenen makale. bu calismada renan genelgecer milliyetcilik tanimini alir, parcalara ayirir, ve her birini ayri ayri curutmek suretiyle itin gotune sokar. soyle ki, okullarda ogretilen ve en kacamak cevap olan "millet: dil din ırk birligi olan insan toplulugudur" tanimi gercek orneklerle desteklenmeye calisildiginda coker.

    dil birligini ele almak gerekirse renan, ingiltere ve amerika, almanya ve avusturya gibi ulkelerin ayni dili konustugunu lakin dil birliginin milleti yaratacak etkenlerden biri olmadigini soyler. gereklidir belki, ama kafi degildir.

    din birligini ele almak gerekirse, ki kanimca din modern dunyanin en zayif yapistiricisidir, dunya uzerinde ayni dine inanan topluluklarin millet olusturmak icin yeterli olmadigini soyler renan, cunku dinden daha ote ve daha ayirtedici parametreler oldugundan soz eder. aksi takdirde dunya 4-5 milletten olusurdu ve bunlari ulus-devlet catisi altina toplamak imkansizla esdeger olurdu. bu madde yeterince acik oldugu icin ornek vermeye gerek dahi duymuyorum.

    ırka gelince, renan insanoglunun zooloji'nin ilgi alanina girmedigini, dolayisiyla irk denen ve hayvanlari ayirtetmekte kullanilan parametrenin millet denen olguyu tanimlamak icin gereksizden ote anlamsiz oldugunu anlatir.

    renan'a gore tutarli bir millet olusmasi icin 2 sart vardir. birincisi, gecmisteki kazanimlari ve kaybedisleri beraber hatirlamak, galibiyetleri beraber yuceltmek, maglubiyetleri beraber unutmak, milli bir hafiza yaratmaktir. ikinci ayak ise daha sonra millet diyecegimiz bu kollektif hafizaya sahip toplulugun devaminin istenmesi, bunun gun be gun yeniden yaratilan ve mecazi olarak imzalanan bir toplu anlasma haline gelmesidir.
  • (ernest renan'ın 11 mart 1882 tarihinde sorbonne’da yapıtığı konuşmadan)

    millet nedir?

    “sizlerle, aşikar görünmekle birlikte, çok tehlikeli yanlış anlamalara yol açan bir fikri tartışmak istiyorum. beşeri toplumun muhtelif biçimleri vardır: çin, mısır ve kadim babil gibi büyük insan toplulukları; atina ve sparta tarzı siteler; karolinger krallığı tarzında farklı ülkelerden müteşekkil birliktelikler; israilliler gibi din bağı ile bir araya getirilen anavatanı olmayan cemaatler; fransa, ingiltere ve modern avrupa’nın pek çok otonom devletlerindeki gibi milletler; amerika ve isviçre türü konfederasyonlar; muhtelif germen ya da slav grupları arasında ırk, ya da daha iyisi lisanın sağladığı akrabalık/soy ilişkileri... velhasıl birlikte yaşamanın geçmişe ya da günümüze ait bütün biçimleri. büyük mahzurlara yol açmak istenmiyorsa, bunlar birbirleriyle karıştırılmamalıdır. fransız devrimi sırasında küçük, müstakil sitelere ait müesseselerin 30-40 milyonluk büyük milletlere tatbik edilebileceğine inanılıyordu. günümüzde ise çok daha feci bir hataya düşülmektedir: millet ile ırk eşanlamlı olarak kullanılmakta, etnik ya da daha iyisi lisan temelli gruplar için gerçekten mevcut olan halklar tarzında bir hakimiyet hakkı öngörülmektedir. o halde, kavramlar hakkındaki en küçük belirsizliğin neticede çok vahim hatalara yol açabileceği bu çok müşkül meseleler hakkında tefekkür etmeye gayret edelim. yani çok nazik bir konuyla karşı karşıyayız. sanki hayvanlar üzerinde bir teşrih yapıyoruz. esasında ölülere yapılan bir muameleyi canlılara tatbik edeceğiz. bunu soğukkanlılıkla ve şaşmaz bir tarafsızlıkla yapacağız.

    roma imparatorluğunun sonundan, daha doğrusu imparatorluğun büyük karl tarafından taşınmasından bu yana batı avrupa bize milletlere bölünmüş gibi görünür. bu milletlerden bazıları belli dönemlerde diğerleri üzerinde hakimiyet tesis etmek istemiş, ancak bu durumu kalıcı hale getirememiştir. v. karl, xiv. ludwig, i. napolyon’un muktedir olamadığını muhtemelen gelecekte de kimse başaramayacaktır. artık yeni bir roma imparatorluğu ya da yeni bir karolinger imparatorluğu kurmak imkansızdır. avrupa öylesine bölünmüştür ki, bir milletin bütün kıtayı hükmü altına alma yolundaki teşebbüsü, derhal karşı ittifaklara sebep olur ve bu ittifak o muhteris milleti kendi sınırlarına çekilmeye mecbur eder. uzun müddettir bir tür güç dengesi tesis edilmiştir. fransa, ingiltere, almanya, rusya bundan sonraki yüzyıllar boyunca da var olacaktır. hem de kendilerini kaptıracakları maceralara rağmen, tarihi aktörler, yani bir satranç oyununun, bulundukları alanların anlam ve büyüklükleri mütemadiyen değişen ama asla birbirine karışmayan, hayati figürleri olmaya devam edeceklerdir. milletlerin bu şekilde anlaşılmaları tarihte oldukça yenidir. eski çağlarda bu anlamda milletler yoktu: mısır, çin, kadim kalda (chaldäa) en basit haliyle dahi millet değildi. onlar güneşin ya da gökyüzünün oğlu tarafından yönetilen güruhlardı. nasıl ki bir çin vatandaşı yok idiyse, bir mısır vatandaşı da yoktu. klasik antik çağ cumhuriyetleri ve şehir krallıklarını, mahalli cumhuriyetlerin konfederasyonlarını, imparatorlukları tanıyordu, fakat bizim anladığımız manada milletten haberdar değildi. atina, sparta, sidon bunlar takdire şayan vatanseverlik merkezleri, fakat oldukça küçük toprağa sahip sitelerdi. galler, ispanya, italya roma imparatorluğu’nca ilhak edilmeden evvel, herhangi bir merkezi birime, herhangi bir hanedanlığa sahip olmayan, genellikle birbirleriyle akraba insan topluluklarından ibaretti. asur, pers, iskender imparatorlukları birer vatan olamamışlardı. hiçbir zaman asur vatanseverleri olmadı. pers imparatorluğu muazzam bir feodal yapı idi. hiçbir millet kendi menşeini iskender’in büyük maceralarına dayandırmaz. oysa bu maceraların medeniyet tarihine fevkalade tesirleri olmuştur.

    roma imparatorluğu anavatan olmaya epey yaklaşmıştı. savaşların azalmasının muazzam katkısı ile, eskinin despot roma imparatorluğu sevildi. bu, düzenle aynı anlama gelen, büyük bir barış ve medeniyet ortaklığı idi. imparatorluğun son zamanlarında yüksek ruhlu insanlarda, aydınlanmış ruhani liderlerde ve eğitimli insanlarda barbarlığın tehlikeli keşmekeşine karşı roma barışı “pax romana” gerçekten benimsenmişti. fakat, şimdiki fransa’dan 12 kat büyük olan bu imparatorluk, modern manasıyla bir devlet değildi. doğu ve batının ayrılması kaçınılmazdı. 3. yüzyılda bir galler imparatorluğu teşebbüsü hüsrana uğramış ve sonraları milletlerin varlığına temel teşkil edecek prensibi dünyaya getiren germen istilası yaşanmıştı.

    o halde, 5. yüzyıldaki büyük istilalarından 10. yüzyıldaki son norman fetihlerine kadar germenler ne yaptı? irkların temel mahiyetini hemen hiç değiştiremediler. eski batı imparatorluğunun bazı bölümlerinde hanedanlık ya da askeri aristokrasiyi hakim kıldılar. buralar istilacıların ismini taşımaya başladı. böylece fransa, burgonya ve lombardiya kuruldu. frankların kazandığı hızlı aşırı güç kısa bir an için batının birliğini tekrar tesis etti. ne var ki, bu imparatorluk 9. yüzyılın ortasında bir daha ortaya çıkmamak üzere nihai biçimde ortadan kalktı. verdun antlaşması değiştirilmez hudutları ortaya koydu. bu andan itibaren de fransa, almanya, ingiltere, italya, ispanya pek çok dolambaçlı yolu takip ederek, sayısız maceralarla, bugün geliştiklerini gördüğümüz haliyle, tam milli varlıklara dönüştüler. peki bu farklı devletleri vasıflandıran şey nedir? bu, onları teşkil eden halkların birbiri içinde erimesidir. belirttiğimiz ülkelerdeki durum türkiye’dekine uymamaktadır. türkiye’de türkler, slavlar, yunanlılar, ermeniler, araplar, süryaniler, kürtler bugün dahi fetih günündeki kadar farklıdır. bunun iki temel sebebi var: birincisi germen halkları, yunan ve latin halkları ile devamlı temasa geçtikleri andan itibaren hıristiyanlığı benimsedi. galipler ve mağluplar aynı dine mensup olduğunda, daha iyi bir ifadeyle galipler mağlupların dinini kabul ettiklerinde, insanların din esasına göre birbirlerinden tamamıyla ayrıldıkları türk sistemi imkansızdır. ikincisi, galiplerin kendi dillerini unutmalarıdır. chlodwig, alarich, albuin, rollon’un oğulları roma dilini konuşuyordu. bu durum diğer önemli bir özelliğin sonucuydu: franklar, burgundlular, gotlular, lombardlar ve normanlar kendi ırklarından pek az kadını beraberlerinde getirmişlerdi. nesiller boyunca yöneticiler germen kadınlarla evlendiler; ama onların metresleri ve çocuklarının sütanneleri latin’di. bütün kabile latin kadınlarıyla evleniyordu. bu yüzden, frankların ve gotların roma topraklarına yerleşmelerinden itibaren “lingua franca” ya da “lingua gotica”nın ömrü çok kısa oldu. ingiltere’de ise durum farklıydı, çünkü anglosakson fatihlerin şüphesiz beraberlerinde kadınları vardı, britan halk kaçtı, latince britanya’da artık hakim dil değildi, zaten hiçbir zaman da olmamıştı. gallien’de v. yüzyılda umumiyetle gal dili konuşulmuş olsaydı, chlodwig ve onun ahalisi germen dilini gal dili için terk etmezdi.
    bunun başlıca neticesi, fevkalade sert ve haşin geleneklere sahip germen fatihlerin zorla kabul ettirdikleri kalıbın yüzyılların akışı içinde milletin kendine has kalıbı haline gelmesidir. “fransa”, hissedilmeyecek kadar küçük bir frank azınlığını barındıran bir ülkenin meşru adı oldu. 10. yüzyılda zamanın zihniyetini ayna gibi aksettiren ilk “chansons de geste”lerde fransa’nın bütün ahalisi fransızlar haline geldi. gregor vor tours’da pek aşikar olan fransız halkı içinde bir ırk farklılığı tasavvurunun, “chansons de gestes”den sonraki fransız yazarlar ve şairlerde en küçük kırıntısı bile bulunmaz. soylu olanlar ile olmayanlar arasındaki farklılık mümkün olduğu kadarıyla belirtilir, ama bu asla bir etnik bakışı yansıtmaz. belirtilen farklılık, ırsî olarak devralınan terbiye, eğitim ve cesaret farkıdır. kimse bunların menşeinin bir fetih olduğunu düşünmez. soyluların asaletlerinin millet için ortaya koydukları büyük bir hizmet sebebiyle kral tarafından bahşedilen bir imtiyazdan kaynaklandığı ve her soylunun aynı zamanda soyluluk bahşedici olduğu şeklindeki yanlış kabul ilk olarak 13. yüzyılda bir esas haline getirildi. hemen bütün norman fetihlerinde de aynı süreç geçerli oldu. bir ya da iki nesil sonrasında norman istilacılar diğer ahaliden fark edilemez hale geliyordu. ama buna rağmen, onların etkileri büyüktü: onlar fethedilen topraklara, kendilerinden önce mevcut olmayan bir soylular sınıfı, askeri itiyatlar ve vatanseverlik verdiler.

    unutmak aslında tarihi yanılgı diyecektim bir milletin yaratılmasında hayati bir amildir ve bu sebeple tarih araştırmalarındaki ilerlemeler çoğu zaman millet için tehlikelidir. hakikaten, tarih araştırmaları, bazıları hayırlı sonuçlara varan, bütün siyasi yapıların başlangıcında vuku bulan şiddet hareketlerini aydınlatır. birlik her zaman kanlı bir biçimde gerçekleştirilir. kuzey ve güney fransa’nın birleşmesi yaklaşık yüzyıl devam eden bir imha siyasetinin ve terörün neticesidir. tabir caizse, yüz yıl süren bir seküler billurlaştırma işinin sembolü, mükemmel ve eşsiz bir millî birliği gerçekleştiren fransa kralı, yakından bakıldığında nüfuzunu kaybetmişti. biçimlendirdiği millet onu lanetledi. bugün ise sadece birkaç eğitimli insan onun değerini ve yaptığı işin ne olduğunu biliyor.
    batı avrupa tarihinin büyük kanunları mukayese yoluyla anlamlı hale gelir. fransa kralının kısmen zorbalıkla, kısmen de adaletle pek takdire şayan bir tarzda neticelendirdiği teşebbüs bir çok ülkede hüsranla sonuçlanmıştır. stefan’ın tacı altında bir araya gelen macarlar ve slavlar, sekiz yüzyıl önceki kadar ayrı ve farklı kaldılar. habsburg hanedanı, hükümranlığı altındaki farklı unsurları birbiri içinde eritmek yerine, birbirinden ayrı ve çoğu zaman birbirine muarız olarak tuttu. bohemya’da çek ve alman unsurları bir bardaktaki su ve zeytinyağı gibi birbiri üstünde dururlar. milletleri dine göre ayıran türk siyasetinin çok daha vahim sonuçları oldu: bu siyaset şarkın zevaline yol açtı. selanik ya da izmir gibi bir şehirde her birinin sadece kendine ait hatıraları olan ve aralarında hemen hemen müşterek bir şey bulunmayan beş altı cemaat bulunur. halbuki, bir varlığı millet yapan şey bütün fertlerinin birbirleriyle müşterek şeylerinin olması, aynı zamanda pek çok şeyi de unutmuş olmalarıdır. hiçbir fransız, kendisinin burgund’lu mu, alane mi ya da wisigote mi olduğunu bilmez, keza her fransız’ın da bartholomäusnacht ve 13. yüzyılda güneyde yapılan katliamları unutması mecburidir. fransa’da menşeinin frank olduğunu ispat edebilecek on aile yoktur. ispat edebilseler bile, böyle bir delillendirme, bütün geneolojik sistemleri alt üst edecek bilinmeyen çok sayıda melezleşme (tesalüb) sebebiyle yetersizdir.

    o halde, modern millet, aynı istikamete yönelen bir dizi olayın doğurduğu tarihi bir sonuçtur. birlik, kâh fransa’da olduğu gibi bir hanedan tarafından; kâh hollanda, isviçre ve belçika’da olduğu gibi eyaletlerin kendi istekleriyle; kâh italya ve almanya’da olduğu gibi feodal kalıntıları yıkan genel bir ruh tarafından gerçekleştirilir. her oluşumun temelde yatan bir sebebi vardır. prensipler beklenmedik sürprizlerle yol değiştirir. zamanımızda, italya’nın nasıl uğradığı mağlubiyetlerle birleştiğini, türkiye’nin ise nasıl zaferleriyle dağıldığını gördük. her bozgun italya’ya faydalı oluyorken, her zafer türkiye’yi mahvediyordu. çünkü italya bir millettir ve küçük asya kısmı bir tarafa bırakılırsa türkiye millet değildir. bir milletin kendiliğinden mevcut olduğunu fransız devrimi vasıtasıyla ilan etmesi fransa’nın şerefidir. o halde başkalarının bizi taklit etmelerini ayıplayamayız. milletlerin prensibi bizim prensibimizdir. peki millet nedir? niçin hollanda bir millettir de, hannover ya da parma büyük dükalığı millet değildir? nasıl oluyor da fransa’yı yaratan prensip yok olduğu halde fransa hala bir millet olarak kalmaya devam ediyor? nasıl üç dili, iki dini, üç ya da dört ırkı olan isviçre bir millet oluyor da, mesela pek mütecanis olan toscana bir millet olmuyor? niçin avusturya bir devlettir de bir millet değildir? milliyet prensibinin ırk prensibinden farklılıkları nelerdir? işte bütün bunlar, düşünen birinin ahenge kavuşturması gereken hususlardır. her ne kadar dünya işleri böylesi muhakemelerle halledilemezse de, gayretli insanlar, yüzeysel olanların kendilerini kaybettikleri bu meseleleri çözümlemek ve bir düzene sokmak isterler.

    ii
    siyaset nazariyecilerinin ekseriyetine göre millet, her şeyden evvel, bir halk kitlesi tarafından önceleri tahammül edilen sonra da unutulan fethi temsil eden bir hanedandır. bunlara göre, bir hanedan tarafından evlilikler ve antlaşmalarla kurulan eyaletler topluluğu o hanedanla birlikte sona erer. modern milletlerin çoğunun toprağa bağlanan ve ciddi bir merkezileşme nüvesi teşkil eden feodal menşeli bir aile tarafından kurulduğu doğrudur. 1789’da fransa’nın sınırları ne tabiî ne de zaruri sınırlardı. kapetinger sarayının verdun antlaşmasının kuyruğuna eklediği büyük bölge bu hanedanın şahsi kazancıydı. bu ilhaklar yapılırken ne tabiî sınırları, ne uluslararası hukuku ne de eyaletlerin arzusunu düşünen vardı. aynı şekilde ingiltere, irlanda ve iskoçya’nın birleşmesi de hanedanla ilgili bir hadiseydi. italya’nın bir millet olmak için bunca zaman beklemesinin sebebi de, hüküm süren hanedanlardan hiçbirinin yüzyılımızdan evvel kendini birliğin merkezi yapamamış olmasıdır. italya’nın kraliyet unvanını, (italyanlığı su götürür) italyan demeye imkan bulunmayan, ehemmiyetsiz sardunya adasından almış olması yeterince çarpıcıdır. kahramanca verilen bir kararla kendi kendini yaratan hollanda, buna rağmen oranies sarayı ile bir evlilik yapmışt ve bu ittifak bozulduğu vakit büyük tehlikelere maruz kalmıştır.
    peki, bu kanun her halükârda geçerli midir? şüphesiz hayır. üst üste yığılan tabakalar gibi teşekkül eden (konglomerat) isviçre ve birleşik devletlerin hanedanla ilgili temelleri yoktur. meselenin fransa bakımından açıklamasını yapmak istemiyorum. çünkü, bu geleceğin sırlarının bilinmesini gerektirirdi. sadece şu kadarı söylenebilir: büyük fransız krallığı o kadar millî vurguya sahip bir krallıktı ki, düşüşünün ertesi günü millet onsuz da ayakta kalabilmiştir. bunun dışında 18. yüzyıl her şeyi değiştirdi. insanlık yüzyıllar süren bir alçalmadan sonra antik devrin ruhuna, kendini yüceltmeye, haklarını idrake avdet etti. vatan ve vatandaş kelimeleri tekrar anlamlı hale geldi. böylece, sanki beyni ve kalbi alınmış bir vücudu eski kimliği ile yaşatmak gibi cesur bir teşebbüs, tarih boyunca girişilen en kahraman teşebbüs başarı ile neticelendi.
    o halde bir milletin hanedansız da var olabileceğini, hatta hanedanlar tarafından kurulan milletlerin yok olmaksızın hanedandan ayrılabilecekleri kabul edilmelidir. yalnız hükümdarların hakkını dikkate alan eski prensip artık muhafaza edilemez. hanedan hakkının haricinde uluslararası hukuk (devletler hukuku) vardır. bu hukuk hangi kritere göre kurulmalı, nasıl tanınmalı, hangi maddi olguya dayandırılmalıdır?
    1. çoğu kuvvetle ırk demektedir. feodaliteden, soyluların evlenmelerinden ve diplomasi kongrelerinden kaynaklanan suni taksimat köhnemiş, geçersiz hale gelmiştir. halbuki ırk sağlam ve değişmez bir vaziyette durmaktadır. işte hukuku ve meşruiyeti bu teşkil etmektedir. izah ettiğim bu nazariyeye göre, mesela germen ailesi, germenliğin parçalanmış dağılmış kısımlarını, velev ki bu kısımlar istemeseler dahi, geri alma hakkına sahiptir. germenliğin böyle bir eyalet üzerindeki hakkı, o eyalet üzerinde oturanların kendi üzerlerindeki haklarından daha güçlüdür. böylece kralların ilahî haklarına benzer bir nevi asli hak tesis edilmektedir. milletler prensibinin yerini etnografi (ırk) prensibi almaktadır.

    bu, büyük bir hatadır. bu hata hakim hale geldiğinde avrupa medeniyetini mahveder. milletler prensibi doğru ve meşru iken, ırkların asli hakkı prensibi dar ve gerçek ilerleme için tehlikelerle doludur.
    antik devir kabile ve sitesinde ırkın birinci derecede önemli olduğunu kabul ediyoruz. antik devir kabilesi ve sitesi sadece ailenin genişlemesinden ibaretti. sparta ve atina uzaktan ya da yakından birbiriyle akrabaydı. israiloğullarında da durum böyleydi. keza arap kabilelerinde hala böyledir. atina, sparta ve israil kabilesinden roma’ya geçelim. burada durum bambaşkadır. evvela şiddetle biçimlenen, sonra menfaatle idame olunan, birbirinden tamamıyla farklı şehir ve eyaletlerden müteşekkil bu büyük topluluk ırk fikrine en ağır darbeyi vurdu. sınır tanımayan evrenselliği ile hıristiyanlık, daha da kuvvetli biçimde aynı istikamette etkide bulundu. (hıristiyanlık) roma imparatorluğu ile sıkı bir ittifak akdetti. mukayesesi imkansız bu iki gücün birleşmesiyle ırk düşüncesine dayanan akıl, yüzyıllar boyu beşeri işlerin idaresinden uzak tutuldu.

    bütün tezahürlerine rağmen, barbar istilaları da bu yolda atılmış müteakip bir adım olmuştur. barbar krallığının taksimatı ırka değil, istilacıların güç ve arzusuna dayanıyordu. barbarlar için, itaat altına aldıkları insan kitlelerinin ırkı dünyanın en önemsiz şeyiydi. büyük karl, roma’nın yaptığını, kendi tarzıyla tekrarladı: muhtelif ırklardan müteşekkil tek bir imparatorluk kurdu. verdun antlaşmasını yapanlar, hiçbir tesir altında kalmadan kuzeyden güneye doğru uzun hudutlarını çizerken, bunların sağında ve solunda bulunan insanların ırkını zerre kadar düşünmediler. hudutlar, ortaçağın bundan sonraki kısmında da ırkı esas almaksızın değiştirildi. kapetinger hanedanının sürekli siyaseti eski gallien topraklarını fransa adı altında toplamaya az çok muvaffak olmuştur. ama bu, o eyaletlerde yaşayanların ırkdaşlarına katılmak arzusunun bir neticesi değildir. die dauphiné, bresse, provence, franchecomté menşelerinin müşterek olduğunu hatırlamaz olmuşlardı. miladın ikinci yüzyılından itibaren kimse kendini artık gallish hissetmiyordu. zamanımızda biçimlendirilen bir yaklaşım sayesinde, geriye doğru gal karakterinin özelliği tekrar keşfedilmiştir.

    demek ki, modern milletlerin kuruluşunda etnografik bakış tarzı anlamsız değildir. fransa kelt, iber ve germendir. almanya germen, kelt ve slavdır. italya, etnografya biliminin en çok güçlüğe uğradığı memlekettir. bu memlekette, başka birçok unsurdan mâda, galliler etrüskler, pelajlar, yunanlılar arapsaçı gibi birbirine karışmıştır. britanya adaları da tam olarak nispetlerinin tayini pek güç olan kelt ve germen kanı halitasını arz eder.
    hakikat şudur ki, saf ırk yoktur ve siyaseti etnografik tahliller üzerine bina etmek, onu önü aslan ortası keçi arkası canavar olan chimäre istinat ettirmek demektir. en asilleri olan ingiltere, fransa ve italya kanın en karışık olduğu milletlerdir. peki bu hususta almanya bir istisna mıdır? ne hayal! güneyinin tamamı gal idi, elbe’den itibaren bütün doğusu ise slav’dır. peki söz de saf olan kısımlar hakikaten öyle midir? işte burada yanlış anlamaların engellenmesi ve muhakkak surette net fikirlerin oluşturulması gereken meselelerden birine temas ediyoruz.
    irklara dair tartışmalar bitmek tükenmek bilmez. çünkü “ırk” kelimesinin, tarihçi ve filologlar için fizyolojist antropologlardan çok farklı bir anlamı vardır. antropologlar için ırk zooloji demektir. hakiki menşe ve kan akrabalığını ifade eder. buna karşılık filoloji ve tarih araştırmaları fizyoloji ile aynı taksimata varmaz. “kısa kafalılık” (brachykephalen) ve uzun kafalılık kavramlarının (dolichokephalen) ne tarih ne de filolojide yeri yoktur. ari dilini ve kolunu yaratan insan grubunda da kısa ya da uzun kafataslılar vardı. sami dillerini ve müesseselerini yaratan iptidai grup için de aynı şey geçerlidir. başka bir deyişle, insanın zoolojik menşei kültür, medeniyet ve dil başlangıçlarından çok eskidir. ilk ari, sami ve turan grupları asla fizyolojik bir birlik değillerdi. bu grup oluşumları, beşeriyetin zoolojik başlangıcı tasavvur edilemeyecek bir karanlığa gömülü iken, muayyen bir devrin, mesela bundan on beş ya da yirmi bin yıl önce vuku bulmuş tarihi hadiseleridir. filolojik ve tarihi olarak germen ırkı denilen şey, beşer nevi içinde tamamıyla ayrı bir ailedir. peki, bu antropolojik manada bir aile midir? şüphesiz hayır. tarihte germen şahsiyeti isa’dan birkaç yüzyıl evvel ortaya çıkmıştır. muhakkak ki o zaman germenler topraktan çıkmadılar. ondan evvel, o belirsiz iskit topluluğu içinde slavlarla birlikte ortaya çıktıklarında, kendilerine mahsus bir kimliğe sahip değillerdi. bir ingiliz beşeriyet kitlesi içinde şahsına münhasır bir tiptir. pek yersiz olarak anglosakson diye isimlendirilen ırkın tipi ne sezar zamanının breton’u ne “hengist”in anglosakson’u ne de knut zamanının däni (danimarkalısı) ne de fatih wilhelm zamanının norman’ıdır: bütün bunların bir mahsulüdür. fransız ne bir galli, ne frank ne de burgundludur. o, fransız kralının nezareti altında, en farklı unsurların mayalandıkları devasa bir kuluçkadan çıkmıştır. jersey ya da guernesey’de oturan birisinin komşu normandiya halkından menşei bakımından hiçbir farkı yoktur. 11. yüzyılda en keskin göz bile kanalın iki yakası arasında en ufak bir fark sezemezdi. pek ehemmiyetsiz sebepler philip ii. auguste’ün geri kalan normandiya ile birlikte bu adaları da almamasına yol açmıştı. yedi yüzyıla yakın bir zamandır ayrı yaşayan bu iki halk birbirine yabancılaşmakla kalmamış, aynı zamanda bambaşka insanlar olmuşlardır. o halde, bizim anlayışımızda ırk ortaya çıkan ve tekrar kaybolan bir şeydir. insanlığın tarihi ile ilgilenen bilgin için ırk araştırmalarının büyük önemi vardır. ama siyasette ırkın araştırılması için hiçbir sebep yoktur. siyasetin ırkta bulabileceği hiçbir şey yoktur. avrupa haritasının yapılmasında amil olan insiyaki şuur ırk meselesini hiç hesaba katmamıştır. ilk avrupa milletleri de kanları bilhassa karışmış milletlerdir.

    demek ki, başlangıçta ehemmiyetli olan ırk özellikleri giderek anlamını kaybetmektedir. insanlık tarihi zoolojiden bambaşka bir şeydir. insanlık tarihinde ırk, kemirgenlerde ya da kedilerde olduğu gibi her şey değildir. ayrıca, dünyayı dolaşıp herkesin kafatasını ölçemeye, sonra da yakalarına yapışıp “sen bizim kanımızdansın. sen bizdensin!” demeye de kimsenin hakkı yoktur. antropolojik özelliklerin dışında, herkes için aynı olan akıl, adalet, hakikat, güzellik vardır. daima hatırda tutunuz ki, bu ırk siyaseti emin bir siyaset de değildir. bugün onu başkalarına karşı kullanırsınız, yarın onun nasıl sizin aleyhinize döndüğünü görürsünüz. etnografya bayrağını en yükseğe çıkaranlar almanlardır. peki, almanlar, günün birinde slavların saksonya ve lasitz köylerinin isimlerini araştırmayacaklarından, wiltzeslerin ve obotriteslerin izlerini bulmayacaklarından ve othonlar tarafından cedlerine yapılan katliam ve kitleler halinde satışların hesabını sormaya kalkışmayacaklarından emin olabilirler mi? unutabilmek, herkes için iyidir.

    etnografyayı severim. istisnaî değerde bir bilimdir. fakat onun hür olmasını arzu ettiğim için, her türlü siyasi mülahazadan arınmış kalmasını istiyorum. diğer bütün disiplinlerde olduğu gibi, etnografyada da sistemler değişiyor; bu ilerlemenin gereğidir. devletin sınırları bilimin iniş çıkışlarını takip edecektir. vatanseverlik az çok tezatlarla dolu bir teze bağlanabilecektir. vatanseverlere şöyle denilebilir: “kelt olduğunuzu sanıyorsunuz ve kanınızı bu şey için dökmek istiyorsunuz. ama, yanılıyorsunuz, siz bir germensiniz”. on yıl sonra onlara slav oldukları söylenebilir. bilimin tahrif edilmemesi için, onu bu kadar çok menfaatin söz konusu olduğu bu konular üzerinde sonuçlar çıkarmaktan kurtarmak istiyoruz. emin olunuz ki, bilimi diplomasiye malzeme hazırlamakla görevlendirirsek, çoğu zaman onu yardım yatakçılıktan suçüstünde yakalarız. o daha iyisini yapmalıdır ondan sadece hakikati talep edelim.

    2. irk hakkında söylediklerimizi dil hakkında da söylemeliyiz. dil birleşmeye çağırır, fakat icbar etmez. amerika birleşik devletleri ile ingiltere, latin amerika ile ispanya aynı dili konuştukları halde tek bir millet teşkil etmezler. aksine, muhtelif kısımlarının rızası ile kurulduğu için mükemmel bir devlet olan isviçre’de üç-dört dil vardır. insanda, dilden daha üstün olan bir şey, irade vardır. isviçre’nin dil farklılıklarına rağmen sahip olduğu birlik iradesi, genellikle baskı altında elde edilen dil benzerliğinden çok daha önemli bir hadisedir.
    dil birliğini asla zecri tedbirlerle gerçekleştirmeye kalkışmamış olması, fransa’ya şeref verir. farklı dillerle aynı hisler ve aynı düşüncelere sahip olunamaz mı, aynı şeyler sevilemez mi? uluslararası siyaseti etnografyaya bağlamanın ne kadar katlanılmaz olacağından söz ediyorduk. siyasetin mukayeseli dilbilimine bağlanması halinde de durum farklı değildir. bu ilginç bilimlere tam hürriyet verelim, onlara huzurlarını kaçıracak müdahalelerde bulunmayalım. dillere atfedilen siyasi anlam, onların ırkların alametleri görülmesinden kaynaklanıyor. bundan daha yanlış bir şey olamaz! günümüzde almanca’dan başka bir dilin konuşulmadığı prusya’da daha birkaç yüzyıl önce slavca konuşuluyordu; gallerin ülkesi ingilizce; galler ve ispanya iptidai alba longa şivesi; mısır arapça konuşuyor misaller sayılamayacak kadar çok. başlangıçta bile dil benzerliği ırk benzerliğine yol açmıyordu. proto-ari ya da proto-sami (saf ari ya da saf sami) kabilelerini ele alalım. bu kabilelerde efendileriyle aynı dili konuşan köleler vardı. oysa, çoğu zaman köle efendisinden farklı bir ırktandı. bir kere daha belirtelim: mukayeseli dilbiliminin takdire şayan ferasetiyle tespit edilen hindu-avrupai, semitik ve sair dillerin hudutları antropolojinin bölümlendirmeleriyle örtüşmemektedir. diller tarihi teşekküllerdir ve kendilerini konuşanların kanı hakkında çok az şey ifade ederler. hele hayat ve ölümün birleştirildiği ailenin belirlenmesi söz konusu olduğunda beşeri hürriyeti zincire vurmamalıdırlar.

    irkın lüzumundan fazla vurgulanması gibi, dilin de tek başına dikkate alınmasının tehlikeleri ve mahzurları vardır. dile aşırı değer biçildiğinde millî sayılan belirli bir kültüre hapsolunur. beşeriyetin genişliği içinde teneffüs edilen hür hava terk edilerek, vatandaşların dar cemaatine çekilinir. ruh için, medeniyet için bundan daha feci bir şey olamaz. insanın şu ya da bu dil alanına kapatılmadan, şu ya da bu ırkın mensubu olmadan, şu ya da bu kültüre dahil olmadan önce düşünen ve maneviyatı olan bir varlık olduğuna dair kaideyi terk etmeyelim. fransız, alman, italyan kültüründen evvel beşeri kültür vardı. rönesans’ın büyük insanları ne fransız, ne alman ne de italyan’dı. onlar, antik devirle temasları sayesinde insan ruhunun hakiki sırrını tekrar buldular. kendilerini ruh ve beden halinde buna verdiler. ne iyi ettiler.

    3. aynı şekilde, din de modern bir millet kurulması için yeterli temeli sağlamaz. başlangıçta, din bizzat sosyal grupların varlığına bağlıydı. bu gruplar da ailenin genişlemesinden ibaretti. din ve ayinler ailenin ayinleriydi. atina’nın dini bizzat atina’nın (kurucularının, kanunlarının ve adetlerinin) kültüydü. dogmatik ilahiyatı kapsamıyordu. bu din kelimenin tam anlamıyla bir devlet diniydi. bu dini tatbik etmeyi reddeden, atinalı değildi. esas itibariyle kişileşmiş (taşahhus etmiş) akropolis kültü idi. aglauros mabedi üzerine yemin etmek, vatan için ölmeye yemin etmek demekti. bu din, bizdeki kura çekme ya da bayrak kültüne tekabül ediyordu. böyle bir külte iştirakten kaçınmak, modern toplumda askerlikten kaçınmak gibi bir şeydi. böylece atinalı olunmadığı beyan edilmiş olurdu. diğer yandan, böyle bir kültün atinalı olmayan birisi için manası olmadığı da açıktır. zaten bunun için, yabancıların bu kültü kabul etmesi için gayret sarf edilmiyordu. atinalı köleler de bu kültü tatbik etmiyordu. ortaçağın bazı küçük cumhuriyetlerinde de aynı şeyler geçerliydi. aziz markus üzerine yemin etmeyen birisi iyi bir venedikli değildi. aziz anreas’ı cennetin bütün diğer azizlerinin üstüne yüceltmeyen birisi de iyi bir amalfi vatandaşı değildi. sonraları zulüm ve istibdat olan şey, bu küçük toplumlarda meşruydu. bizde yılın ilk günü aile babasına iyi dileklerimiz kadar etkisizdi.

    sparta ve atina’da geçerli olan, iskender’in fetihleriyle kurulan krallıklarda ve bilhassa roma krallığında geçerliliğini kaybetti. doğu’yu olympos’un jupiter kültüne dahil etmek isteyen antiochos epiphane’nin, aynı şekilde sözde devlet dini idamesi yolunda roma krallığının takip ve tehcire dayalı zulümleri bir hata, bir suç ve gerçek bir saçmalıktı. zamanımızda durum gayet açıktır. artık yeknesak bir tarzda inananlar kitlesi yoktur. her insan kendine göre, elinden geldiğince ve istediği tarzda inanıyor ve inancını yaşıyor. devlet dini de kalmadı. bir insan fransız, ingiliz, alman olabilir ve katolikliği, protestanlığı, yahudiliği yaşayabilir ya da hiçbir ibadette bulunmayabilir. din, herkesin vicdanını ilgilendiren şahsi bir olgu haline geldi. milletlerin katolik ya da protestan olarak ayrımı geçerliliğini kaybetti. daha elli yıl öncesi belçika’nın kuruluşunda çok büyük bir amil olan din, bütün anlamını sadece herkesin kendi iç dünyasında koruyor. din, kendisini halkların hudutlarını çizen bütün sebeplerden kurtardı.
    4. şüphesiz menfaat birlikteliği insanlar arasında kuvvetli bir bağdır. peki, bir millet oluşturmak için menfaatler yeterli midir? zannetmiyorum. menfaat birliği ticari sözleşmeler akteder. oysa milliyetin bir duygu tarafı vardır. milliyet aynı zamanda hem beden hem de ruhtur. bir gümrük birliği (zollverein) bir vatan değildir.
    5. tabii hudutların ya da coğrafyanın milletlerin ayrılışında şüphesiz büyük bir katkısı vardır. coğrafya, tarihin en önemli belirleyicilerinden birisidir. nehirler ırkları sevk etti, dağlar ise engelledi. bazıları tarihi hareketleri kolaylaştırırken, diğerleri sınırlandırdı. bazılarının iddia ettiği gibi, bir milletin sınırlarının haritaya aktarıldığına ve o milletin önemli konturları düzeltmek, kendilerine a priori sınırlandırma özelliği atfedilen filan dağa ya da filan nehre varmak için zorunlu olanları ilhak etmeye hakkı olduğuna inanılabilir mi? bundan daha keyfî ve kötü sonuçlar doğurabilecek bir doktrin bilmiyorum. bununla her türlü şiddet haklılaştırılabilir. her şeyden evvel, bu sözde tabiî sınırları oluşturan dağlar ya da nehirler midir? dağların ayırdığı, nehirlerin ise birleştirdiği tartışılmaz. fakat bütün dağlar devletleri birbirinden ayırmaz. hangileri ayırmakta, hangileri ayırmamaktadır? biarritz’den tornea’ya kadar sınırlandırıcı nitelikte bir tek nehir bağlantısı yoktur. eğer tarih istemiş olsaydı loire, seine, maas, elbe, oder nehirleri de, insanların temel haklarına yani iradelerine karşı gelinmesine sebep olan rhein nehri kadar tabii hudut vasfına sahip olurdu. stratejik sebeplerden bahsediliyor. mutlak olan bir şey yoktur; zaruret halinde bazı fedakarlıklar yapılması gerektiği aşikardır. ancak bu fedakarlıkların da bir sınırı olmalı. aksi takdirde, bütün dünya askeri arzularını gerçekleştirirdi. bu da nihayetsiz bir savaş hali demek olurdu. hayır, ırk gibi, toprak da millet oluşturamaz. yeryüzü, mücadele ve çalışma zemini olarak toprağı, insan ise duyguları taşımaktadır. bir millet olarak isimlendirilen o aziz şeyin biçimlenmesinde insan her şeydir. hiçbir maddi unsur bu kuruluş için yeterli olamaz. bir millet, tarihin derin karışıklıklarından hasıl olan manevi bir prensiptir. toprak biçimlenmelerinin belirlediği muayyen bir grup değil, fikri bir ailedir.

    böyle bir manevi prensip yaratmak için ırkın, dilin, menfaatlerin, dini yakınlığın, coğrafyanın, askeri zorunlulukların yeterli olmadığını gördük. o halde daha ne lazım? buraya kadar söylenenlerden sonra dikkatinizi daha fazla zorlamak istemiyorum.

    iii
    millet bir ruhtur, manevi bir prensiptir. bu ruhu, bu manevi prensibi aslında bir olan iki şey teşkil eder. bunlardan biri maziye, diğeri ise hale (bu güne) aittir. biri, zengin bir hatıralar mirasının müşterek sahipliğidir. diğeri, birlikte yaşama arzusu konusunda mutabakat ve bir bütün halinde devralınan mirası yüceltme iradesidir. insan kendiliğinden olmamıştır. fert gibi millet de, cehdler, gayretler, feragatler ve fedakarlıklarla dolu uzun bir mazinin nihai halidir. ecdat kültünden daha meşru bir şey yoktur. bizi biz yapan ecdattır. kahramanlıkla dolu bir mazi, büyük insanlar, şan ve şeref (hakikisini kastediyorum), işte üzerine millî bir ideal inşa edilebilecek beşeri sermaye budur. mazide müşterek bir şan ve şeref, halde müşterek bir irade, birlikte büyük işler başarmış olmak ve yine başarmak istemek işte millet olmak için gerekli şartlar bunlardır. insan, hakiki manasıyla, katlandığı fedakarlıklar ve çektiği ıstıraplar nispetinde sever. kendi elleriyle yaptığı ve kendinden sonrakilere devrettiği evi sever. “sizler ne idiyseniz, bizler de oyuz; sizler ne iseniz bizler de o olacağız” diyen sparta şarkısı, o sadeliği içinde her ülkenin kısaltılmamış millî marşıdır.

    mazide müşterek bir şan, şeref ve acılar mirası, atide aynı programı gerçekleştirmek, birlikte ıstırap çekmek, birlikte haz duymak, birlikte ümit etmek… işte bütün bunlar ortak gümrüklerden ve stratejik mülahazalara uygun hudutlardan çok daha fazla değere sahiptir. işte bütün bunlar ırk ve dil farklılıkları kastedilmeden anlaşılan şeylerdir. biraz evvel “beraber acı çekmiş olmak” demiştim. gerçekten de müşterek ıstırap, sevinçten daha fazla birleştirir. millî hatıralar ve yaslar zaferlerden daha ağır basar ve toplumsal gayretleri harekete geçirir.
    demek ki, millet yapılan ve yapılmaya hazır olunan fedakarlıklara ait duygunun yarattığı büyük bir tesanüt topluluğudur. millet bir maziyi icap ettirir. fakat bununla beraber halde kendisini elle tutulur bir hadisede gösterir: birlikte yaşamayı sürdürme konusunda mutabakat ve net bir biçimde ifade edilen irade. tıpkı bir ferdin mevcudiyetinin kesintisiz bir yaşama iddiası olması gibi, bir milletin mevcudiyeti de, bu benzetme için müsaade ediniz her gün tekrarlanan bir plebisittir. bunun ilahi hukuk kadar metafizik, sözde tarihi hukuk kadar da huşunetli –kanlı- olmadığını muhakkak ki biliyorum. burada izah ettiğim fikir sistemi içinde, bir milletin, bir eyalete bir kral gibi “bana aitsin, seni ilhak ediyorum” deme hakkı yoktur. bize göre bir eyalet, orada yaşayan insanlar demektir. eğer bu meselede fikrine müracaat edilmesi gereken birisi varsa, orada yaşayanlardır. bir milletin, bir memleketi iradesine rağmen ilhak ve muhafaza etmekte hiçbir zaman hakiki bir menfaati yoktur. milletlerin isteği her zaman için, kendisine müracaat edilmesi gereken yegane kriterdir.

    metafizik ve teolojik mücerret mülahazaları siyasetten uzaklaştırdık. geride ne kalıyor? geride kalan insandır, onun arzuları ve ihtiyaçlarıdır. milletlerin bölünme ve uzun vadede dağılmasının, bu kadim organizmaları iyi ve kötü zamanlarda genellikle tam vüzuha kavuşmamış bir iradeye götüren bir sistemin neticesi olacağı ileri sürülebilir. böyle meselelerde hiçbir prensibin ifrata vardırılmaması gerektiği aşikardır. bu sistemin hakikatleri sadece bir bütün halinde ve çok genel bir tarzda tatbik edilebilir. insanların istekleri değişir, zaten şu fani dünyada değişmeyen ne var ki? milletler ebedi değildir. başlamışlardır ve nihayete ereceklerdir. muhtemelen onların yerini tedricen avrupa konfederasyonu alacaktır. ne var ki, yaşadığımız yüzyılın kanunu bu değil. bugün milletlerin mevcudiyeti iyi, hatta zaruridir. onların mevcudiyeti, hürriyetin teminatıdır. hürriyet ki, dünyanın sadece bir kanunu ve sadece bir hükümranı olduğunda kaybolurdu.

    ekseriya birbirleriyle rekabet halindeki muhtelif kabiliyetleri ile milletler medeniyetin müşterek eserine hizmet eder. milletlerin hepsi, bir bütün olarak erişebildiğimiz en büyük fikri gerçeklik olan beşeriyet konserine birer nağme katar. birbirinden tecrit olduklarında milletlerin sadece zayıf tarafları kalır. çok zaman kendi kendime şunu söylerim: milletler bakımından meziyet olarak kabul edilen şan ve şerefle beslenen, haliyle kıskanç, egoist ve kavgacı olan bir fert silahına davranmadan hiçbir şeyi himaye edemezdi ve yanlış yapmış olurdu. öyle ki, böyle bir fert insanların en tahammül edilmezi olurdu. fakat bu bozuk münferit nağmelerin hepsi bütünün içinde kaybolur. zavallı insanlık, neler çektin ve daha hangi imtihanlar seni bekliyor! hikmetin ruhu rehberin olsun, ki seni yürüdüğün yolu dolduran sayısız tehlikelerden korusun!

    toparlıyorum. insan ne ırkının, ne dilinin, ne dininin, ne nehir mecralarının ne de sıradağların istikametinin esiridir. sağlıklı bir ruha ve ateşli bir yüreğe sahip insanlardan müteşekkil büyük bir topluluk, millet denen bir manevi şuuru yaratır. bu manevi şuur, her bir ferdin topluluk yararına kendisininkinden vazgeçmek suretiyle yaptığı fedakarlıklarla kuvvetini teyit ettiği ölçüde, millet meşrudur ve var olmak hakkına sahiptir. bir milletin sınırları hakkında tereddüt hasıl olduğunda ilgili halka müracaat edilmelidir. elbette halk bu konuda karar hakkına sahiptir. bunlar, belki de siyasetin üzerinde duran hata işlemezleri, hayatlarını yanılmaya adayanları ve yüceltilmiş prensiplerinin yüksek seviyesinden bizim yerliliğimize acıyarak bakanları gülümsetecektir. “halka müracaat etmek, olacak şey mi bu! bu, diplomasi ve harbin yerine çocuk saflığını ikame etmek isteyen, cılız fransız fikirlerinden biridir.” diyeceklerdir. bekleyelim. bırakalım bu meta siyasetçilerin hakimiyeti geçip gitsin. kuvvetlilerin küçümsemelerine tahammül edelim. belki semeresiz teşebbüslerin ardından bizim ölçü dolu tecrübî çözümlerimize geri dönülecektir. gelecekte haklı olmak isteyen, bazen dışlanmışlık ve itibar görmeme durumuna düşmek zorundadır.”

    ["renan’a göre müşterek biz (millet) duygusunun temelleri" makalesi, elazığ valisi dr. kadir koçdemir]
    http://www.icisleri.gov.tr/…d/dergi/446_101_120.doc

    ve umarım bu tercüme buradandır.
    [ernest renan, “millet nedir”, ülkü, sayı 77, temmuz 1939, s.396 vd., sayı 78,
    ağustos 1939, s.514 ]

    (bkz: link volent entry manent)
  • renan'ın; johann gottlieb fichte, johann gottfried herder gibi milleti etnisite* üzerine bina eden alman** filozofların karşısına, milleti vatandaşlık** üzerine temellendirerek çıktığı makale.

    üç bölüme ayırdığı yazısında renan, birinci bölümde tarihsel örneklere bakar ve millet kavramının yeni olduğunu, ilk çağlarda böyle bir olgudan bahsedilemeyeceğini söyleyerek ikinci bölüme önemli bir temel inşa eder. ikinci bölümde ise bir milletin hangi kriterler üzerinde yükselebileceğini sorgulayarak aşağıdaki beş unsuru ele alır ve bunların neden bir millet teşkil edemeyeceğini açıklar. son bölümde ise milleti millet yapan ögeleri açıklar.

    ikinci bölümden:

    1) ırk: "milletler prensibinin yerini etnografi (ırk) prensibi almaktadır. bu, büyük bir hatadır. bu hata hakim hale geldiğinde avrupa medeniyetini mahveder. milletler prensibi doğru ve meşru iken, ırkların asli hakkı prensibi dar ve gerçek ilerleme için tehlikelerle doludur. "

    renan'ın bu konuda ne kadar haklı olduğunu yaklaşık 60 yıl sonra yaşanacak hitler almanya'sı örneği ile görmek mümkün.

    "hakikat şudur ki, saf ırk yoktur ve siyaseti etnografik tahliller üzerine bina etmek, onu önü aslan ortası keçi arkası canavar olan chimäre istinat ettirmek demektir. en asilleri olan ingiltere, fransa ve italya kanın en karışık olduğu milletlerdir. peki bu hususta almanya bir istisna mıdır? ne hayal! güneyinin tamamı gal idi, elbe’den itibaren bütün doğusu ise slav’dır."

    "hatırda tutunuz ki, bu ırk siyaseti emin bir siyaset de değildir. bugün onu başkalarına karşı kullanırsınız, yarın onun nasıl sizin aleyhinize döndüğünü görürsünüz. etnografya bayrağını en yükseğe çıkaranlar almanlardır. peki, almanlar, günün birinde slavların saksonya ve lasitz köylerinin isimlerini araştırmayacaklarından, wiltzeslerin ve obotriteslerin izlerini bulmayacaklarından ve othonlar tarafından cedlerine yapılan katliam ve kitleler halinde satışların hesabını sormaya kalkışmayacaklarından emin olabilirler mi? unutabilmek, herkes için iyidir."

    2) dil: "ırk hakkında söylediklerimizi dil hakkında da söylemeliyiz. dil birleşmeye çağırır, fakat icbar* etmez. amerika birleşik devletleri ile ingiltere, latin amerika ile ispanya aynı dili konuştukları halde tek bir millet teşkil etmezler. aksine, muhtelif kısımlarının rızası ile kurulduğu için mükemmel bir devlet olan isviçre’de üç-dört dil vardır. insanda, dilden daha üstün olan bir şey, irade vardır. isviçre’nin dil farklılıklarına rağmen sahip olduğu birlik iradesi, genellikle baskı altında elde edilen dil benzerliğinden çok daha önemli bir hadisedir."

    buraya zygmunt bauman'ın sosyolojik düşünmek kitabındaki "devlet ve millet" başlıklı yazısından ilgili kısmı açıklayıcı olacağı düşüncesiyle eklemek istiyorum:

    "milletlerin genelde ortak bir dille seçildiği ve birleştiği de doğrudur. ancak ortak ve ayrı bir dil olduğu farz edilen şey büyük oranda milliyetçi bir kararın (ve sıklıkla karşı çıkılan bir kararın) sonucu ortaya çıkmıştır. genelde bölgesel ağızlar söz dağarı, söz dizimi ve deyimleri bakımından neredeyse karşılıklı iletişime imkan vermeyen bir özgünlük taşırlar. ancak ne var ki onların kimlikleri tanınmaz ya da etkin olarak bastırılır ve onlar milli birliği bozacakları korkusuyla ayrı diller olarak kabul görmez. öte yanda, görece küçük yerel farklılıkların altı çizilir, ayrımlar abartılır ve böylece bir lehçe ayrı bir dil ve milletin ayırıcı özelliği katına çıkartılabilir (örneğin, norveççe ile isveççe, hollandaca ile flamanca, ukraynaca ile rusça arasında farklılıklar, iddiaya göre aynı milli dilin çeşitlemeleri olarak - tanınmasa bile - gösterilen birçok 'yerli' ağız arasındaki farklılıklardan çok daha belirgin değildir.)"

    3) din: "bir insan fransız, ingiliz, alman olabilir ve katolikliği, protestanlığı, yahudiliği yaşayabilir ya da hiçbir ibadette bulunmayabilir. din, herkesin vicdanını ilgilendiren şahsi bir olgu haline geldi. milletlerin katolik ya da protestan olarak ayrımı geçerliliğini kaybetti. daha elli yıl öncesi belçika’nın kuruluşunda çok büyük bir amil olan din, bütün anlamını sadece herkesin kendi iç dünyasında koruyor."

    4) menfaat birliği ya da ortak çıkar: "şüphesiz menfaat birlikteliği insanlar arasında kuvvetli bir bağdır. peki, bir millet oluşturmak için menfaatler yeterli midir? zannetmiyorum. menfaat birliği ticari sözleşmeler akteder. oysa milliyetin bir duygu tarafı vardır. milliyet aynı zamanda hem beden hem de ruhtur. bir gümrük birliği (zollverein) bir vatan değildir."

    5) coğrafya ya da doğal sınırlar: "coğrafya, tarihin en önemli belirleyicilerinden birisidir. nehirler ırkları sevk etti, dağlar ise engelledi." ama her nehir veya dağın böyle bir özelliği olmadığını söylüyor renan ve devam ediyor: "bir millet olarak isimlendirilen o aziz şeyin biçimlenmesinde insan her şeydir. hiçbir maddi unsur bu kuruluş için yeterli olamaz. bir millet, tarihin derin karışıklıklarından hasıl olan manevi bir prensiptir. toprak biçimlenmelerinin belirlediği muayyen bir grup değil, fikri bir ailedir."

    renan bu beş unsurun bir milleti millet yapan unsurlardan olamayacağını anlatıp açıkladıktan sonra, 3. bölümde, milleti millet yapan unsurlara geçer:

    1) zengin bir hatıralar mirasının müşterek sahipliği (milletin mazi unsuru)
    2) birlikte yaşama arzusu veya iradesi (milletin "bugün" unsuru)

    "millet bir ruhtur, manevi bir prensiptir. bu ruhu, bu manevi prensibi aslında bir olan iki şey teşkil eder. bunlardan biri maziye, diğeri ise hale (bu güne) aittir. biri, zengin bir hatıralar mirasının müşterek sahipliğidir. diğeri, birlikte yaşama arzusu konusunda mutabakat ve bir bütün halinde devralınan mirası yüceltme iradesidir."

    renan bu bölümde şunu da belirtir: "müşterek ıstırap, sevinçten daha fazla birleştirir. millî hatıralar ve yaslar zaferlerden daha ağır basar ve toplumsal gayretleri harekete geçirir. "

    yine bu bölümde ünlü sözünü de eder: "bir milletin mevcudiyeti de, bu benzetme için müsaade ediniz her gün tekrarlanan bir plebisittir. ... milletlerin isteği her zaman için, kendisine müracaat edilmesi gereken yegane kriterdir."

    renan avrupa birliğini de öngörmüştür: "insanların istekleri değişir, zaten şu fani dünyada değişmeyen ne var ki? milletler ebedi değildir. başlamışlardır ve nihayete ereceklerdir. muhtemelen onların yerini tedricen avrupa konfederasyonu alacaktır. ne var ki, yaşadığımız yüzyılın kanunu bu değil. bugün milletlerin mevcudiyeti iyi, hatta zaruridir. onların mevcudiyeti, hürriyetin teminatıdır. hürriyet ki, dünyanın sadece bir kanunu ve sadece bir hükümranı olduğunda kaybolurdu."

    son paragrafta ise analizinden ne kadar emin olduğunu sözleriyle gösterir ama siyasetçiler tarafından dinlenmeyeceğini de bilmektedir:

    " 'halka müracaat etmek, olacak şey mi bu! bu, diplomasi ve harbin yerine çocuk saflığını ikame etmek isteyen, cılız fransız fikirlerinden biridir.' diyeceklerdir. bekleyelim. bırakalım bu meta siyasetçilerin hakimiyeti geçip gitsin. kuvvetlilerin küçümsemelerine tahammül edelim. belki semeresiz teşebbüslerin ardından bizim ölçü dolu tecrübî çözümlerimize geri dönülecektir. gelecekte haklı olmak isteyen, bazen dışlanmışlık ve itibar görmeme durumuna düşmek zorundadır.”
  • renan'ın dediklerinin "zannımca" hülasası şudur ki: kendisini millet olarak hisseden her topluluk millettir. yani aynı milletten olmak için aynı etnik kökenden gelmek değilde aynı "ülkü" etrafında, aynı idea etrafında toplanmak gerekir. renan'a göre ben bir türk olarak benimle aynı düşünce ve hayallere sahip bir kürt ile aynı millettenim yani. mustafa kemal atatürk'ün milliyetçilik anlayışının kaynağı da renan'ın millet tanımıdır, atatürk milliyetçiliğinde ek olarak dil ve kültür birlikteliği vurgulanır.

    1882'de sorbonne'da ernest renan'ın verdiği bu tarihi konferansı, günümüz millet ve milliyetçilik tanımlamalarına temel oluşturması münasebetiyle okumanız ısrarla tavsiye olunur.
  • bu konuşmada yer alan cümleler, dünya üzerindeki her canlıya ulaştığı gün, o gün en ufak bir kötülük kırıntısına dahi veda etme günü olacak.

    çağının ötesinde bir şey bu demeç;

    "insanlık tarihinde ırk, kemirgenlerde ya da kedilerde olduğu gibi her şey değildir. ayrıca, dünyayı dolaşıp herkesin kafatasını ölçemeye, sonra da yakalarına yapışıp “sen bizim kanımızdansın, sen bizdensin!” demeye de kimsenin hakkı yoktur. antropolojik özelliklerin dışında, herkes için aynı olan akıl, adalet, hakikat, güzellik vardır. daima hatırda tutunuz ki, bu ırk siyaseti emin bir siyaset de değildir. bugün onu başkalarına karşı kullanırsınız, yarın onun nasıl sizin aleyhinize döndüğünü görürsünüz."
  • metni benim son derece önemli kılan yönü aşağıdaki sözü içermiş olmasıdır. yalin bir gerçeğin en sade biçimde ifade edilmesinde başka bir şey değildir bu:
    "insan ne diline ne de ırkına aittir, çünkü o özgür bir varlıktır, ahlaki bir varlıktır."
    bir diğer dikkat çekici mesele ise 1882'de ele alinan metnin içerdiği öngörüdür :
    "zamanımızda italyanın yenilgileriyle birleştiğini, türkiyeninse zaferleriyle mahvoldugunu gördük.her yenilgi italyanın işlerini ilerletirken; türkiye, her zaferle kaybediyordu; zira italya bir ulustur ama türkiye anadolu dışında bir ulus değildir."
    bunun icerde anlaşılması içinse neredeyse 40 yıl beklemek gerekecektir.
    unutmak ve bir ulusun yaratılması arasında kurduğu ilişki ise cumhuriyetin millet inşasını anlamaya çalışırken bir ufuk sunmaktadır.
  • ernest renan “millet nedir?”de “milletin her gün yenilenen bir plesibit” olduğunu ifade ederek milletin öznel, sosyo-kültürel bir inşa olduğuna dikkat çekmiştir.ve milliyetçiliği bir psikolojik fenomen olarak gören patrick geary’nin çalışmasıyla birlikte düşünülebilir.bunu anderson şu şekilde ifade etmiştir: “ulus belirli bir topluluktaki önemli sayıda insanın kendilerinin bir ulus oluşturduğunu düşünmeye ya da bir ulusmuşçasına davranmaya başladığı zaman var olur.” şeklindeki sözünü hatırlatmakta
hesabın var mı? giriş yap