• tespit etmesi çok kolaydır. adı soyadı türkçe olanları değil tabi. o işlere rüyanız hayrolsundaki abla bakıyormuş.

    konuya dönecek olursak, pontus rumlarının soyadları daima -idis ile biter. yiovannidis, lazaridis gibi. yunanistan'da veya başka bir yerde sonu -idis ile biten bir yunan gavuru görürseniz o eleman bilin ki trabzon ve civarı muhittendir efenim.
  • trabzon'dan göç etmiş rumların yunanistan'da kurdukları takımın marşı:

    http://www.youtube.com/watch?v=gze7pkevc54

    marş demeye de dilim varmıyor. bildiğin horon la bu.
  • yunanca dersinde yunan hoca çeşitli benzetmeler yapıyordu. ders isim tamlamaları üzerineydi. 'dağ sırtı', 'kapı kolu', 'masa bacağı' falan sonra siz kendi ülkelerinizdekilerden örnek verin dedi. saçma sapan şeyler ortaya çıktı. en mantıklı örnek hatırladığım kadarıyla 'iran halısı' idi. neyse sıra bana geldi. o an nerden aklıma geldi bilmiyorum 'pontus burnu' (pontiaki miti) demiş bulundum. kadın bana baktı. şöyle bi gülücükle karışık sen nerden biliyorsun bu benzetmeyi deyince, hah tamam dedim karadenizli her yerde aynıymış.
  • soyadlarinin neredeyse tamami -idis ile bitse de bunun bir istisnasi papadopoulos soyadidir.

    ayrica -idis ile biten soyadlarina karadenizliler disinda istanbullu rumlarda da rastlanir.
  • rum soykırımı yaşanmadan önce, karadeniz kıyılarında kendi özgün kültürüne, aksanına, müziğine ve dansına sahip olan birden fazla etnik rum grup bulunuyordu. farklı kimlik bilincine de sahip olan bu grupların bir kısmı, rum soykırımının 1916 ila 1922 yılları arasındaki döneminde hayatlarını kaybettiler. saldırılardan kaçarak yunanistan'a göç edenler ise, yunan ulus inşasının gerçekleştirildiğini o yıllarda tek bir yunan kimliğine asimile edildiler. (bkz: rum soykırımı/@derinsular)

    tema:
    (bkz: milliyetçilik/@derinsular)
  • yıllar önce selanik'te bir arkadaşın evindeyiz. arkadaşın kökenleri türkiye'den diye daha önce konusu geçmişti. babaannesinden çocukken duyduğu ve öğrendiği birkaç kelime ve hatta türkçe bir küfür biliyordu ama konu öyle kalmıştı. çok da girmiyordu zaten o konuya pek, ben de üstelememiştim. neyse hatta bahsini ettiğim bu arkadaşın ailesi selanik'in köklü ve havalı ailelerinden biri, erkek arkadaşını daha doğrusu nişanlısını devamlı eziyor, "evlenirsek benim soyadımı kullanacaksın" geyikleri yapıyorlar. çocuk da yanlış hatırlamıyorsam ya lamia ya larissa mı ne bir yerlerden. çocuğa hep köylü muamelesi yapıyor kız. kendi kökeni hakkında da belki çok hoşuna gitmiyor anadolu'dan gelmiş olmak.

    ne için hatırlamıyorum ama bir sebeple bir şey bekliyoruz evlerinde. akşam bir yere gidilecek de orada mı buluşulacak? neyse, biraz oturduk, eve abisi geldi. tanıştık zaten daha önce sokakta bir merhabalaşmışlığımız vardı. çat pat konuşuyoruz, türk olduğumu biliyor zaten ama aslen karadenizli olduğumu öğrenince gitti içeriden bir kasetler buldu, çaldı. daha doğrusu dinletti. inanılmaz şaşırdım, kendi deyişiyle pontus müziği filan dinletti bana, ama bildiğimiz kemençe, bizim oraların havası. tabii bu dediğim çok yıllar önce, hani internet filan yeni, öyle youtube açınca yunanistan'da da kemençe olduğunu filan görmüyorsunuz. kendim de karadeniz müziklerine çok meraklı değilim istanbul'da doğup büyümüş biri olarak kültürümüzün pek bir yabancısıyım hatta. pontus, pontika kelimesi de fazla birşey ifade etmiyor, ilkokulda öğrendiğimiz birinci dünya savaşı sırasında zararlı cemiyetler isimlerinden biri benim için, ötesi değil. neticede çok şaşırıyorum, kimbilir belki bir ayı aşkın süre oradaydım ve ilk kez duyuyordum orada kemençeyi ve hatta onlarda da böyle bir enstrüman olduğunu ilk kez görüyorum. (halbuki seneler sonra kuzenim erdal'dan da detaylı öğreniyorum orada çok varmış karadeniz'den giden ve hala kemençe, horon ve yerel yemeklere kültüre meraklı olanlar)

    ama asıl beni dumura uğratan şey için eve anne ve babanın gelmesi gerekiyormuş. neyse iş çıkışıydı herhalde hatırlamıyorum, gerçi anne dışişlerinden emekliydi de belki o da dışarıdaydı babayla buluşup geldiler bilmiyorum. üst baş değişip yanımıza salona geliyorlar, güler yüzle tanıştırılırken, baba türkçe bir merhaba patlatıyor. anne de gayet kibar ama çok mesafeli. şimdi düşünüyorum da kız anneye, abisi de babaya çekmiş aslında. ya da özenmişler diyelim. bizde de öyledir ya... neyse böyle kem küm biz sizi rahatsız ettik filan düşünceleriyle, çıkıp dışarıda mı beklesek modunda kıvranırken ben, bir süre sonra baba aynı bizim babalar gibi gençleri topluyor oturtuyor yanına. hatırladığım kadarıyla 5-6 kişi varız ama misafir modunda olan tek yabancı benim. tabi ne ben konuşacak kadar yunanca, ne o ingilizce biliyor; ingilizceden yunancaya, yunancadan ingilizceye başlıyor tercümeli muhabbetler. ilk başta çok ilginç gelmiyor, çünkü baba selanik'te doğup büyümüş, babaannesi bu nüfus mübadelesi ile göç edenlerden ama o da çocukmuş filan. sonra iş güç, okul vs konu dağılıyor.

    çay, kahve, kurabiye, ikram filan çok şık tabaklarla ikramlar derken çok iyi hatırlamıyorum ama bir yerden konu yine bu kökenlerine geliyor. baba misafire daha bir ısınmış olacak ki (ya da ben aslen karadenizli olduğumu mu söylüyorum arada acaba?) birşeyler anlatırken bir anda "gel" diyor, ayağa kalkıyor. ella mela derken, elimden tuttuğu gibi içeri götürüyor. diğerleri de peşimizde, onlara durun diyor kapıdan içeri sokmuyor. yatak odasında bir çalışma masası köşesi. böyle içeri iyice girmeden göremeyeceğiniz bir şekilde yerleştirilmiş duvarda kocaman bir karadeniz haritası. üstünde sadece amasya kısmı renkli, üstünde pontus bilmem ne birşeyler yazıyor. kenarları çiçeklerle filan süslü bir çerçeve içinde, etrafında aile büyükleri muhtemelen eski resimler filan var ama resmen özel bir köşe yapmışlar. evin tüm o aristokrat havasından farklı bir köşe yapmış adam. gözleri dolu dolu burası diyor, köyünün ismini de söylüyor hatırlamıyorum şimdi ama bir yandan hala elimi tutarken diğer elini haritaya koyup işaret parmağı ile gösteriyor. bak burası bizim asıl toprağımız, memleketimiz diye. artık tercümeye gerek yok, ortak bir lisan konuşuluyor, konuşuyor. artık ağzından çıkmadan kelimeler anlıyorum dediklerini adamın. o şık güler yüzlü adamın bir anda o haliyle görmek, adeta bir çocuk coşkusu ile ayağa fırlayıp o köşesini paylaşmak istemesi ve tüm o coşkusuyla beraber yılların hasreti ve hüznüyle haritayı göstermesi, özelini paylaşması... ne yunanca, ne türkçe, ne de ingilizce kalıyor ortada.

    teşekkür ediyorum yunanca, kendimce ifade edebildiğim kadarı ile onore olduğumu hissetsin istiyorum bu paylaşımı için. neyse, sonra salona geçiyoruz, kızı "baba sen ne yaptın, arkadaşlarıma rezil ettin" modunda biraz, bilmem belki ben önyargılıyım ona karşı. bu kısmını kendim uyduruyorum muhtemelen. konuyu değiştiriyor, ben de bir sigara içeyim diye sokağa çıkıyorum, abisi de iniyor benle futboldan konuşmaya başlıyoruz ve konu da öyle bir daha açılmamak üzere kapanıyor.

    sonuçta o ana kadar çocukluğundan beri büyüklerinden hep balkanlardan göç edenlerin acısını, savaşlar sırasında anadolu'da ve bizim karadeniz'de meydanı boş bulmuş etnik çetelerin yaktıklarını yıktıklarını, astıklarını, yerinden yurdundan ettiklerini, hep bizim tarafın trajedisini dinlemiş biri olarak ilk kez görüyorum; madalyonun bir de öbür yüzü var. ondan bir kaç sene sonra yine selanik'te bir açık hava sinemasında izlediğim politiki kouzina filminde bir kez daha gördüğüm üzere; onların da hikayeleri, özlemleri, hatıraları, hisleri var ege'nin bu yakası ile ilgili.

    edit: hatırladım ne için buluştuğumuzu. türkiye'de düzenlenen eurovision şarkı yarışmasını birinin evinde seyretmek için buluştuk. sakis rouvas muhabbeti vardı oradan hatırladım. demek ki yıl 2004 imiş.
  • bunlardan bir tanesi yakın arkadaşım olur. trabzondanmış anneannesi. kadının ölmeden önce son isteği çocuğun sümela manastırı önünde resim çektirip göstermesiymiş. kendisi gidemiyor tabi yaşlı. bunu duyunca içim bir acıdı. koparılmış memleketinden ölecek artık, son isteği fotoğraftan da olsa bari torununu orada görmek.

    bunlar küçükken küfür edince anneannesi kızarmış yunanca küfür etmeyin ha siktir deyin diye. herhalde ana dilinde küfür duymak istemiyor.

    arkadaşım da ara sıra türkçe kelimeler kullanır. geçen fındıklı kek diyecekti.. fındıklı diyemiyor ancak fundukli diyebiliyor. karadeniz şivesinin nereden geldiği konusunda baya ipucu veriyor bir kelime bile.

    en komiği ise, bunun yıllar önce aynı sınıfta bulunduğu bir ülkücü hep gelip yanına oturuyormuş sadece bununla konuşuyormuş filan. en sonunda dayanamayıp sormuş arkadaşım "neden ben?" diye. sen türke benziyosun cevabını almış. güleyim mi ağlayayım mi bilemedim.

    düşünüyorum da bu insanlar hiç gitmemiş olsaydı benim memleket* daha güzel bir yer olurdu gibi geliyor. farklı dinlerin kültürlerin bir arada yaşadığı, şimdiki gibi yobaz olmayan. yazık.
  • trabzonun çoğunluğu pontus rum kökenlidir . ben de onlardan biriyim. anadilim pontusca ama yozlaşma yüzünden aslını inkar eden çok kişi var .
  • sadece trabzon ve civarında değil, doğu karadeniz bolgesi denilen tokat, amasya, ordu'ya kadar uzanan bölgede de yaşarlarmış.

    --- spoiler ---

    16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarında celali isyanlarını fırsat bilen osmanlı’nın saldırıları esnasında pontos’ta yaşayan rumların istanbul ve trakya’ya göçlerin yanı sıra geride kalanların bir kısmının da güvenlik kaygısıyla müslümanlaştıklarını anlayabiliyoruz.
    1670 yılında pontos’ta rumca konuşmak yasaklanır. rumca konuşanların ölümle cezalandırılacağı duyurulur. bununla da yetinilmez, osmanlı askerleri ve muhbirleri çarşı pazar, rumca konuşanların izini sürer.
    rumca konuşurken yakalanan kadınların ve çocukların dilleri kesilir, erkekler ise idam edilir. 8 ila 15 yaş arasındaki çocuklar, ailelerinin elinden zorla alınarak (türkçe konuşmaları ve müslüman olarak yaşamaları için) bilinmeyen yerlere götürülür.[3]
    1680 yılında osmanlı beylerinden hasan ali bey, sadrazam kara mustafa paşa’nın emriyle bafra’yı kuşatır. amaç sadece buradaki iktidar boşluğunu ortadan kaldırmak değil, aynı zamandan bölgenin diğer yerlerinde de direnen rumlara gözdağı vermektir. yüzlerce bafralı kılıçtan geçirilir, günler süren direnişin ardından 1500 kadın ve çocuk bafra kızlar kalesi’ne sığınır. direniş kaleye sıçramıştır… kuşatma uzun sürer… bu süre sonra askerler kaleye girmeyi başardığında kızlar kendilerini kaleden aşağı atarak, onlara teslim olmaktansa ölmeyi yeğler. maliyaris yayınları tarafından rumca yayınlanmış pontos rum ansiklopedisi’nde bu direniş esnasında 30 kadının kendini kaleden attığı yazar.

    genç kadınların teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiği bu destansı direnişin ardından osmanlı, rumlarla bu şekilde başa çıkamayacağını anlar ve geri çekilir.

    osmanlı bu olayların ardından yeni bir yöntem üretir. ..ve padişah’ın imzasıyla çıkarılan bir ferman ile pontoslu rumlara “ya dininizi ya dilinizi değiştireceksiniz” emri yollanır.

    işte bu ferman pontos’un da kaderini bugüne kadar belirleyen önemli bir özellik taşır. bu ferman sonrasında batı pontos‘ta (samsun, giresun, tokat, ordu, amasya) yaşayan rumlar, ortodoks hristiyan olarak dinlerini sürdürmeyi, dillerini değiştirip türkçe konuşmayı kabul ederler.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap