• kitabı ilginçlikler yumağı yapan kısımlardan biri.
    okurken hep sözlüğe* benzettiğim; böyle* bir şey olsa gerek dediğim göz, görme, görüntü, görülme sözlüğü.
  • bece nin yazdigi sozluk.
  • bece, sözlüğü alfabetik olarak yazmaya başlamadan önce, z harfinden başlar. böylece sözlüğün ilk kelimesi zahir olur.

    "zahir: tanrı’nın 99 isminden biri olan zahir, 'gözden saklanmayan' demektir."

    elif şafak da bir röportajında, nazar sözlüğünün onu kitapta en çok uğraştıran kısım olduğunu, ayrıca onu geliştirip kitaplaştırmak için bir ekip olsa onun içinde yer almak isteyeceğini söylüyor.
  • elif şafak sözlükte yazar olsa, böyle entryler mi girecekti, diye meraklandıran sözlüktür, nazar sözlüğü..

    unutmak: göz temizliği.
    gibi harika tanımlara sahiptir.
  • nokta: tek bir nokta gozu kor edermis
  • elif şafak'ın mahrem'inde be-ce'nin yazdığı, görme, göz, görüntü vs. gibi tüm görme-görülme durumlarıyla ilişkili pek leziz sözlük. elif şafak kitabı yazarken en çok uğraştığı, titizlendiği kısmın bu olduğunu ve tek bir maddenin eklendiğinde ya da çıkarıldığında metnin ve anlatımın tüm dengesinin bozulacağını, bu sebeple daha geniş olan nazar sözlüğün bazı maddelerinin kitaba koymadığını söyler.

    nazar sözlük kitap içinde kitap, hikaye içinde masal, rüya içinde hayal gibidir. mahrem'i zenginleştirir, özgünleştirir. ona farklı okumalar için kapılar aralar. nazar sözlük metin ile beraber akan ve ondan asla kopmadan içinde eriyerek ilerleyen bir göz içre gözdür. nasıl ki henüz kılları bitmemiş şaman adayının samur ile bir olduğu o sepeti tersine çevirip bakmaması gerekiyordu samur avcısının ve nasıl ki kilitli sandıktaki tabloyu merakına yenik düşüp görmemesi gerekiyordu madame de marelle'in, aynı böyle işte okumaması gerekiyodu ş-i-ş-k-o'nun da nazar sözlüğü belki. nasıl ki bakmadı samur avcısı sepete ve olmadı hiçbir zaman samur kız, nasıl bakmadı resme madame de marelle ve olmadı hiçbir zaman la belle anabelle, mahrem kaldı bazı şeyler ve yaşanmadı acılar belki şişko'da okumsaydı nazar sözlüğü bir balon olmayacaktı bedeni o kendine en tezat mekanda, gökyüzünde. nazar sözlüğün'ün ilhamı, kaynağı, maddesi olmak tüm şer gözlerden çok yaraladı şişkoyu. bu sebeple nazar sözlük bir hırsın, inadın desteği ile hiçbir şey ile tatmin olmamış ve zamanı gelince hepsinden bir tat alıp bir kenara atmış olan keramet mumi keşke memiş efendi'nin şimdilik son zevki olarak yazıldı. birer kömür karası çizik, donmadan hemen önce son bir çabayla kendine eklenen ama hiçbir duyguyu, hissi hakkı ile aktaramayan, sıklıkla sislenen, daima bir mum perdesi arkasında gibi saklı, donuk gözlerinin en büyük acısının dışvurumuydu. mumi efendi sınırsız zaman ve sonsuz mekanda yeninden doğmak üzere terketti nazar sözlüğü bitirdikten sonra zamanı ve mekanı. nazar sözlük'de örtülü ve acılı bir gözün gözlerinden dünyayı resmediyor bize.

    "bilmek istiyorum bir mahremiyeti var mı insanoğlu-insankızının, insan olmanın? ara sıra da olsa, gözlerden kaçabileceğimiz, görülmekten kurtulabileceğimiz gececil bir an, karanlık bir nokta, kadid bir boşluk, belirsiz bir yırtık, ufacık bir çatlak, önemsiz bir kaçak...hani sanki, bit ısırmış, kene yapışmış, tırtıl kemirmiş, sülük emmiş, güve yemiş, gökten düşen üç elmanın birinden kurt çıkıvermiş kadar küçük, küçücük bir mahremiyet var mı bu seyirlik dünyada."
  • yazılarında hayal ötesi tasvirler ve metaforları sıklıkla kullanan elif şafak' ın, okudukça beyni çalışmaya zorlayan ve hayranlık uyandıran eseri. ayrı bir kitap olarak basılıp satılsa alırdım.
  • asagidaki tanimlari iceren sozluk:

    zahir: tanrı'nın doksandokuz isminden biri olan zahir, "gözden saklanmayan" demektir.

    zaman: mahallenin gaddar veletlerinin kuyruğunu kopardığı kara kedi, yeni doğan iki yavrusunu uzun uzun yalayıp temizledikten sonra terk etmişti. yavrulardan birini alt katta oturanlar aldı, ötekini de üst katta oturanlar. üst kattakilerin aldıkları yavru hızla büyüyüp, gürbüzleşir-ken; alt katın kedisi de büyüyordu ama aheste revan. oysa her iki kedi de aşağı yukan aynı şeyleri yiyorlardı.
    aynı evin üst katında farklı, alt katında farklı işliyordu zaman. alt kattakiler saatlerini hep üst kata göre ayarlıyor ama hep geç kalıyorlardı. kedilere baktıkça zamanın görülebilir bir şey olduğuna inanmaya başlamıştı ev sakinleri. üst katın zamanı göbekliydi; alt katın zamanı ise çelimsiz.
    seneler böyle geçti. kediler yaşlanıyorlardı. üst kattaki kedi hızla hantallaşıyor; alt kattaki kedi kocamakta geri kalıyordu. şimdi zaman geriye işliyordu.

    zarf: senelerdir postanede memurdu. senelerdir, zarif bayanların değmek istemediği, telaşlı beylerin kapatmaya tenezzül etmediği zarflan şap şup yalayıp kapatırdı. zarfların, üzerlerinde adres yazılı olduğu için değil, yazılan gözlerden sakladıktan için elzem olduklanna inanırdı. mektubu mektup yapan bu kapalılık, bu gözden ıraklıktı. intihar ettiği gün ağzı açık bir zarf bıraktı geride, içine gözünü koydu. "gözü açık gitmiş" diye ağladı sevenleri. huzur içinde yatsın diye, zarfını şap şup yalayıp kapadılar.

    zayiçe: gökyüzünün ahvaline bakarak, yeryüzündekilerin talihini görmeye, zayiçesine bakmak denir. zayiçe, oynak yıldızların ne vakit, nerede olduklarını görmeye yarayan cetvelin ismidir.

    zehir: kendini göstermeden ölüme sebebiyet veren madde.

    zeliha: "koskoca vezirin karısı bir köle için yanıp tutuşuyormuş," diye gülüşüyordu kadınlar. zeliha ise, güzele baktığı için gözlerini cezalandırmasını bekleyenleri anlayamıyordu. merak ediyordu, acaba bu fitne kumkuması, dedikodu ustası kadınlar nasıl görüyordu şu âlemi.
    nihayet bir gün, sevdiğini sevmediklerine göstermek için kadınları evine davet etti. onlara meyve ve bıçak verdi. sonra da yusuf u misafirlerin yanına çıkardı. gözlerini yusuf tan alamayan kadınlar, o odadan çıkana kadar, meyve yerine parmaklarını doğradıklarının farkına varmadılar.
    zeliha, tabaklan toplarken vakur ve sakindi: "görün işte," dedi, "gözlerimin bana çektirdiklerini!"

    zenne: ortaoyununda kadın rollerine çıkan, kadın görünümünde oynayan erkek.

    zevahir: görünüş.

    zırh: içtekini, dışarının bakışlarından saklayamazsa, daha çabuk yenilir insan ve daha kolay öldürülür savaş meydanlarında.

    zıtlık: göze sormuşlar: "en çok ne görmekten hoşlanırsın?". "zıtlık," demiş "bana zıtlık gösterin". yaratıcı tanrıça afrodit ile yıkıcı tanrı ares'in yasak aşkını göstermişler.afrodit ile ares sadece geceleri buluşup, gün ağarmadan ayrılarak ilişkilerini gizlice sürdürüyorlarmış. ama bir gece uyuyakalmışlar. güneş gökyüzündeki yerini aldığında, hâlâ yan yana uyumakta olan âşıklar yakalanmışlar gökyüzüne, (not: zaten yeryüzündeki günahların en iyi seyredildiği yer gökyüzü olmuş daima.) güneş, gördüklerini hemen yetiştirmiş afrodit'in kocası surat yoksulu hephaistos'a. iki çıplak âşığı bir fileyle kıskıvrak bağlayıp, teşhir etmişler ihanetleri ibret-i âlem olsun diye."siz buna zıtlık mı diyorsunuz şimdi?" demiş göz. "sizce afrodit' in yıkıcı tanrı ile kaçamağı mı zıtlık, yoksa ruhu da kendi gibi çirkin hephaistos'a sadık kalması mı? siz bana zıtlık gösterin, zıtlık yok mu?"

    zihin: zihin bulandıkça, görüntüler bulanıklaşır.

    zilzâl: depremler anlamına gelen zilzâl, kuran'ın doksan dokuzuncu sû- resinin ismidir. sûreye göre, yeryüzü, içindeki bütün ağırlığı dışarıya kusacaktır. o zaman yerin altındaki görünmeyen katmanlar, yerin üstüne çıkıp görünür olacaktır.

    zina: zinanın ispatlanabilmesi için dört erkek şahidin işlenen suçu bizzat gözleriyle görmüş olmaları gerekir. şahitlerin aynı şeyi görmeleri yetmez; bir de gördüklerini aynı şekilde ifade etmeleri beklenir. eğer içlerinden biri gördüklerini şüphe uyandıracak biçimde ifade ederse, öteki şahitlerin ifadeleri yalan, suçlama asılsız sayılır.

    ziya: ziya, kendinden başka her şeyi görünür kılan şey.

    zorba: zorbanın zorbalıklarını hicvettiği için hayatından olan sivri dilli heccavın kellesi, meydandaki kazığın üzerinde günlerce asılı kaldı. gelen baktı, giden baktı, bir bakan bir daha baktı. çünkü zorbanın iktidarı seyirlik bir iktidardı.

    zühre: derler ki, aşk da unutulurmuş her şey gibi. hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da doludizgin devam ederken unutulurmuş aşk.
    neyse ki, zühre yıldızı varmış göğün üçüncü katında. halen âşık olup olmadıklarını ve eğer âşıklarsa kime âşık olduklarını hatırlayamayanlar, göğün üçüncü katına çıkıp, zühre yıldızının elindeki aşk aynasına bakarlarmış. baktıklarında gördükleri yüz, âşık oldukları kişinin yüzü olurmuş.derler ki, bazıları sadece zifiri karanlık görürmüş aynada. böylelerinin hafızalarından şüphe etmeleri yersizmiş. çünkü tekleyen hafızaları değil, yürekleriymiş.

    adem ile havva: adem ile havva, yasak elmanın tadına varınca, farklılıklarını gördüler ilk defa. utanıp, incir yapraklarıyla örtmek istediler , çıplaklıklarını. ama birinde bir, ötekinde üç incir yaprağı vardı. sayı saymayı da öğrenince, bir daha hiç aynı olamadılar.

    aşk: âşığının kolları arasında dul kadın, "aşk dediğin yasak olmalıdır," diye mırıldanmış, "yasak da gözden ırak olmalı."
    oysa delikanlı dul kadınla seviştiğini herkesin görmesini istiyormuş. büyüdüğünü başkalarına ispatlamalıymış. bu yüzden pencereleri hep açık tutuyormuş. ama sokaktan kimse geçmiyormuş.
    derken bir gün, delikanlı evde dolaşırken her zaman kilitli duran, bir kez olsun elini sürmediği kapıyı açmış. "aman tanrım!" diye haykırmış. "bu yüzden mi kilitledin herkesi bu odaya? bizi kimse görmesin diye mi yaptın bunu?" soru cevabını bekleyedursun, dul kadın, evin kapısını toy delikanlının üzerine kilitleyip gitmiş. dul kadın yolda bir tırtıla rastlamış. "gizli âşığım olur musun?" demiş ona. "gizlenmeye ne gerek var ki?" demiş tırtıl. "bana olan aşkını herkes görsün isterim. o zaman çirkinliğim azalır." dul kadın, bir müddet, tırtılın yaprakları kemirişini seyretmiş. sonra da koskoca dünyayı, çirkin tırtılın üzerine kilitlemiş. kâinatı bulmuş karşısında ve ona da aynı soruyu sormuş. yaşlı kâinat, "bana olan aşkını herkes görsün isterim," demiş. "o zaman genç görünürüm." dul kadın omuzlarını silkmiş. kocaman bir anahtar demeti varmış nasıl olsa cebinde. yaşlı kâinatı kendi üzerine kilitlemiş.
    yoluna devam etmek için adımını attığında boşluğa düşmüş. düşerken yeni bir anahtar çıkarmış cebinden ama ortada kilit görememiş. "aptal mısın? boşlukta kilit ne gezer? burada boşluktan başka bir şey bulamazsın," diye homurdanmış boşluk. dul kadın hayran hayran bakmış boşluğa. "öyleyse seninle kalayım, ne olur. aradığım sensin!". "katiyen olmaz," demiş boşluk. "sen benimle kalırsan, boşluğumu doldurursun, o zaman da ben ben olamam."ardından, "hadi şimdi geri dön," demiş boşluk, az önceki kabalığını affettirmek istercesine tatlı bir sesle. "dön ve bütün kapılan aç. bırak çıksınlar. onlara ihtiyacın var."
    dul kadın boşluğun sözünü dinleyip, kilitlediği bütün kapılan açmış. esaretlerinin sona erdiğini gören tutsaklar itişe kakışa çıkmışlar dışarı; özgürlükten sersemlemiş bir halde oraya buraya koşuştururken birbirlerini yaralamışlar. şaşkın ve kızgınmış dul kadın. "sanki şimdi daha mı iyi oldu?" diye söylenmiş. bu arbedeyi daha fazla görmemek için kendini evine kilitlemiş. ve bundan sonra aşkı kendine yasaklamış.

    ay: asırlar boyunca insanlar ayı kendilerine yakın görüp, insan yüzüne benzetmişler, (not: ayın yüzlerini arştr!)

    ay çiçeği: ay çiçeği güneşe âşık olunca, gülmekten kırılmış bütün bitkiler. "güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile aynlmaz. kudretli ve ulaşılmazdır. sen kim, o kim. vazgeç bu sevdadan," demişler hep bir ağızdan. ay çiçeği sesini çıkarmamış. sevdalı gözlerini dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış. uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ay çiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. önce geçici bir heves sanmış ama zamanla yanıldığını anlamış. ay çiçeği öyle inatçıymış ki, güneş tahtını nereye taşıdıysa, yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını.
    derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ay çiçeğini. daha ay çiçeğinin üzerinde simsiyah duman tüterken, insanlar akın etmişler olay mahaline. "yaşasın!" demiş içlerinden biri."şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı."
    aynı gece televizyonun karşısında acıklı bir aşk filmine gözyaşı dökerken, çitlemişler ayçekirdeklerini.

    ay tutulması: gökyüzündeki ay yeryüzündeki insanların gözlerinden saklanmayı başarır bazen. hazır kimse görmüyorken, pudrasını tazeler.

    ayn-el-yakîn: tanrı'yı gönül gözüyle görmek anlamına gelen ayn-el-yakîn, üç aşamadan ikincisidir.

    ayna: haremdeki cariyeler, venedik'ten gelen aynalarda emsalsiz güzelliklerini seyretmeye doyamazlarmış. aynanın gösterdiklerini padişahın da görmesiymiş en büyük arzuları.

    babil kulesi: insanlar tann'yı o kadar çok merak ediyorlarmış ki, onu görebilmek için arşı delen bir kule yapmaya karar vermişler, inşaat tez zamanda yükselmiş. bütün işçiler uyumla, şevkle çalışmaktaymış. ama tam da göğün yedinci katının sınırları zorlanırken, tanrı her işçiye ayrı bir dil vermiş. artık kimse kimseyi anlayamadığı için inşaat durmuş.
    zira tanrı görülmek istemiyormuş.

    basilisk: bakışları zehirli, zehiri öldürücü hayvan. basilisk, bilinmeyen diyarlara yelken açan seyyahlann korkulu rüyasıydı. seyyahlar, onun zehirli bakışlarından kurtulmak için envai çeşit koruyucu nesne taşırdı. ama en zeki olanlar, aynadan başka bir şeye gerek duymazdı.
    şu hayatta basilisk'i kendi görüntüsünden başka ne durdurabilirdi ki?

    baykuş: kanarya beslermiş amcalar, teyzeler. kumruları sever, kartalları över, güvercinleri uçurur, kargaları kovar, papağanları konuştururlarmış. oysa çocuk baykuşları severmiş. "uğursuz kuş o. ismini anma, damına çağırma," dermiş teyzeler, amcalar. uğursuz kusmuş baykuş; gece gördüğü, geceyi gördüğü için.

    cadı: cadı, hansel'i fırında pişirmeden önce onun iyice semirdiğinden emin olmak istiyordu. her sabah çocuğun işaret parmağını kontrol ediyordu. ama parmak hep kemikli ve incecikti. çünkü hansel cadıyı kandırmak için parmağının yerine bir ağaç dalı uzatıyordu. cadının gözleri iyi görmediğinden, bir türlü hansel'i yiyemiyordu.

    camera obscura: görüntüyü başaşağı yansıtan aygıt.

    cemal: güzellik. güzel yüz. tasavvufta, tanrı'nın iyilik ve güzellik şeklindeki tecellisi.

    cennet-cehennem: cehennemde cezalarını çektikten sonra cennete kabul edilenlerin gözleri, cennete girmeden evvel, dışarıda bırakmalı cehennemde gördüklerini.

    ceviz ağacı: gördüğü her şeyi cevizlerinin kabuklarına resmedermiş ceviz ağacı. kimse bu ağacın altında sevişmek istemezmiş bu yüzden.

    cin: kuran'ı kerim'e göre cinler, hz. adem'den bin yıl önce yaratılmıştır. kara balçıktan yaratılan insan göze görünen varlıktır, dumansız ateşten yaratılan cin ise göze görünmeyen. cin taifesi bölük bölük, çeşit çeşittir. içlerinden bazıları cinnet sebebidir.

    çekirdek: dere tepe yol gidip epeyce yorulduktan sonra yolcu, bir çınarın altında mola vermiş. zeytin ve ekmek varmış çıkınında. bir yandan yiyor, bir yandan da, sırf oyun olsun diye, zeytinlerin çekirdeklerini mümkün olduğunca uzağa tükürüyormuş.
    derken dev gelmiş kocaman adımlarıyla. yumruklarını sıkıp, "demin fırlattığın çekirdeklerden biri benim oğlumu öldürdü," diye haykırmış. "sen benim biricik oğlumun katilisin."
    yolcu afallamış. "nasıl olur? mümkün değil. gözünün önüne getir bir kere. nedir ki mini minnacık bir çekirdek koskoca bir devin yanında?" devin kafası karışmış. yolcunun haklı olup olmadığını anlamak için yere düşen zeytin çekirdeklerinden birine bakmaya başlamış. bakmış, bakmış... günler, geceler, yağmurlar, güneşler, mevsimler boyu bakmış. gidip gelip tekrar bakmış.
    nice sonra dev, "ah, demek, nedir ki mini minnacık bir çekirdek koskoca bir devin yanında, ha? az kalsın inanacaktım yalanına!" diye gürlemiş.
    bir çekirdeğe "şimdi bakmak" ile "seneler sonra bakmak" arasındaki farkı öfkeli deve bir türlü kabul ettiremeyen yolcu, çınarın yanında boyveren zeytin ağacının altında boyun eğmiş devin reva gördüğü cezaya.

    dabbetülarz: kıyamet günü yerden çıkacak olan hayvan. bir boğanın kafasına, bir filin kulaklarına, bir devenin ayaklarına, bir sırtlanın kuyruğuna sahiptir. inananların yüzlerini beyaza, inanmayanlarınkini siyaha boyayacaktır. renklerle birlikte, iyiler ve kötüler de görünür olacaktır.

    ef î: dişi engerek yılanı ef î, önce gören gözlerini kaybetmiş. razyanc ağacına rastladıktan sonra da, körlüğünü kaybetmiş, (arştr: evvela gören gözlerini, ardından görmeyen gözlerini kaybeden ef î'nin kurutulmuş yüreği her türlü büyüye karşı tılsım addedilmiş.)

    elsa'nın gözleri: bir hüzün tortusudur elsa'nın gözleri. şairler hüznünde eşinir, çocuklar tortusunda.

    fal: her fal çeşidi geleceği görmek ister. sadece görmek yetmez; bir de, görebildiğine inandırmak gerekir. (örnek: tanrı apollon, kassandra'ya falcılık yeteneği vermişti. ama kassandra evlenme teklifini geri çevirince, tanrı apollon onu, "gördüğüne inandıramamak"la cezalandırmıştı.)

    fames: hayırsız otlarla, kılıçtan keskin buzlarla, asla erimeyen karlarla kaplı uçsuz bucaksız iştah diyarında yaşarmış açlık tanrısı fames. o kadar zayıf, o kadar zayıfmış ki, uzaktan bakıldığında bir kemik yığınını andırırmış. isırılmaktan parçalanmış, soğuktan morarmış dudaklarından hayalini kurduğu yemeklerin isimleri dökülür; feri kaçmış, etrafı simsiyah hâlelerle kuşanmış keskin bakışlı gözlerinde açlığın ızdırabı okunurmuş.yüzü sapsarı, derisi kupkuruymuş. saçları, kemirilmekten diken diken, kırpık kırpıkmış. parmaklan, emilmekten incecik kalmış. zaman zaman kendini yemeye teşebbüs ettiği için vücudunun her tarafı diş izleriyle doluymuş.
    fames'in nefesi, çürük yumurtadan beter kokarmış. bunu bir kez koklayan, bundan böyle hep aç gezermiş. fames'in nefesiyle zehirlenenler, ne kadar yemek yerlerse yesinler, asla doymazlarmış. onlar yiyecekleri, açlık da onları kemirirmiş. çünkü doymak bilmeyen mideleri değil, gözleriymiş.

    fotoğraf albümleri: gözün, geçmişte gördüklerinden sadece güzel olanları hatırlamasını sağlamak için, belli aralıklarla dolaptan çıkarılır fotoğraf albümleri. her defasında sanki ilk defa bakılıyormuşçasına merakla incelenir fotoğraflar; merakla ve muhakkak sırayla: bebeklik, çocukluk, gençlik, evlilik, bebeklik, çocukluk, gençlik...

    gölge: bir zamanlar, yaşlı bir tekne ustası yaşarmış, evlerin beyaz, kadınlarınsa siyah giyindiği bir balıkçı köyünde. herkes onu tanırmış ama kimse bilmezmiş ki, yaşlı tekne ustasının gölgesi yokmuş. uzun yıllar evvel, daha gencecikken, durmadan denize dalar, derinliğin altında neler yattığını görebilmek için derine, daha da derine dalarmış. bir gün o kadar derine inmiş ki bir daha asla su yüzüne çıkamayacağını anlamış. işte o zaman gençliğine acıyan deniz ona bir fırsat vermiş. gölgesi karşılığında canını bağışlamış. yaşlı tekne ustası o gün bugündür gölgesiz yaşarmış. sırrını kimseye anlatmazmış.
    oysa, evlerin beyaz, kadınlannsa siyah giyindiği o balıkçı köyünde, denizde vurgun yiyip de hayatta kalabilen kimsenin gölgesi yokmuş. ama gölgelerin yokluğu dikkat çekmediği için kimse durumun farkında değilmiş. herkes kendi sırrını kendine saklayadursun, aslında sır hepsine aitmiş ve bu yüzden de sır değilmiş.

    gölge oyunu: pek çok kültürde mevcut olan gölge oyunu, "gölgenin oyunları" ve "oyunun gölgeleri" olmak üzere iki kısıma ayrılır. hangi kısmın görüleceği, gören göze bağlıdır.
    cava'da, wayang kulit gölge oyununu izlemek üzere kralın sarayına gelenler de ikiye ayrılırdı. erkekler doğuya, kadınlarsa batıya nazır tarafta oturtulurdu. aradaki sınırın ismi pringgitan idi ve perde buraya çekilirdi.
    güneşin doğudan doğduğunun herkesçe malûm olduğu cava'da, hem kuklalar, hem de kuklaları oynatan dalang, erkekler kısmında yer alırdı. böylece erkek gözü kuklaların ve hayalbazın kendisini görürken, kadın gözü bunların gölgelerini görürdü.
    glaukon bunları bilmiyordu. o pürdikkat karşısındaki filozofu dinliyordu.
    "düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, ışık bu nesneleri mağaranın duvanna yansıtıyor," dedi filozof ve devam etti. "işte sevgili glaukon, gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us gözüne çeviren bilgedir.
    "bu sebepten, gözleri gölgelerden gayrisini göremediği için kadınlar, hayali hakikat zannetmekten kurtulamayacaklar."
    "anlıyorum," dedi glaukon. "zaten bu yüzden kadınlar filozof olamazlar."
    "elbette," dedi filozof. "zaten bu yüzden filozoflar kadın olamazlar."

    gözbağı: hızın yardımıyla gerçekte var olmayan bir şeyin aslında varmış gibi gösterilerek, gözün aldatılmasına gözbağı denir. gözbağcı hızını azıcık düşürmeyegörsün, seyircinin gözü açılır, hileyi görür. büyü bozulur, sır çözülür.
    yaşlılık yavaşlıktır. yaşlanan gözbağcılar, son numaralarını yapıp kendi kendilerini kaybederler.

    gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.
    âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir.
    "geçmiş, bugün ve gelecek... hepsini peşpeşe dizip, dümdüz bir çizgi çiziyoruz. bu yüzden geçmişin geçip gittiğine, geleceğin henüz gelmediğine inanıyoruz. ve en kötüsü, zamanı önceden çizdiğimiz bu dümdüz çizgide yürümeye mecbur tutuyoruz. ama belki de o burnunun ucunu göremeyecek kadar sarhoştur".

    gözcü: kapalıçarşı'nın açıkgöz kuyumcularından biri, ölümsüzlüğe açıldığına inandığı bir arka kapı yaptırmış dükkânına. bu gizli geçitten sıvışmakmış niyeti, azrail canını almaya geldiğinde. bunun için, dükkânın ön kapısında oturup, azrail çarşının ucunda belirdiğinde kendisine haber verecek olan bir gözcüye ihtiyacı varmış. ama ücret ne denli yüksek olursa olsun, kimse bu işe talip olmuyormuş.
    azrail'in canı sıkılıyormuş zaten. yoksul bir değirmenci kılığına girip, kuyumcunun karşısına dikilmiş. kese kese altın karşılığında, bütün gün dükkânın önünde oturup, azrail'i görür görmez kuyumcuya haber vermeyi kabul etmiş. gel zaman git zaman, fazla uzamış bu oyun. azrail hem kuyumcunun canını almak istiyormuş, hem de gözcülük sözünü tutmayı. içi içini yiyormuş işin içinden çıkamadıkça.
    nihayet bir gün, alicengiz oyununda bulmuş çareyi. ön kapıya bakan bir boy aynası yerleştirmiş arka kapının ardına. sonra da ön kapıda durup, azrail'in yaklaşmakta olduğunu haber vermiş kuyumcuya. kuyumcu, artık iyice yaşlanmış gövdesinden beklenmeyecek bir çeviklikle sarılmış arka kapının tokmağına. ölümsüzlüğe uzandığına inandığı kapı açıldığında, ön kapının gözcüsünü görmüş karşısındaki aynada. afallamış ama hatasını çabuk anlamış. (ölümün sözcüsünden başka kim kabul eder ki ölümün gözcüsü olmayı?)

    gözlük: daha iyi görmek ya da görünmek için kullanılan çerçeve içine konmuş cam.

    halüsinasyon: göremediklerini görebilmek için insanlar binlerce yıl boyunca yalancı altınmantardan içki damıtıp içmişler. sonra... görebileceklerinden korkmaya başlamışlar.

    harem ağası: osmanlı haremlerinde, vaktiyle asur, iran, roma, bizans, abbasi, memluk saraylarının da tanıdık simaları olmuş harem ağalan hizmet ederdi. hadım edildikleri andan itibaren, işleyebilecekleri en büyük günah, görmekti.

    hayal: çocuk, bahçedeki elma ağacına tırmanıp hayallere dalarmış. gün-boyu inmezmiş ağaçtan aşağı; kimi geceler dallarda sabahlarmış. sonunda, bu gidişata dayanamayan aile büyükleri kesivermiş ağacı. çocuk, elma ağacından geriye kalan çukurun içine girip elma ağacı olduğunu hayal etmiş. her sene sulu sulu, kütür kütür elmalar vermiş. her sene gözyaşları arasında elmakompostularını kaşıklamış aile büyükleri.

    hayalbilim: hayalbilim yazanların gözde teması yabancıyı görmektir. yabancı, şimdiki zamanın ve burdaki mekânın dışından gelendir. bazen o gelmez de, ona gidilir. her halükârda, yolculuk etmek gerekir.
    hümay: yeryüzünden ve insanların gözlerinden uzak durmasıyla nam salmış yeşil başlı hümay kuşu, öylesine düşkünmüş ki semaya, yumurtasını havada yumurtlarmış. bazı bazı hümay kırk arşın kadar yeryüzüne yaklaşıp, gölgesini bir insanın üzerine düşürürmüş. hümay'ın gölgesi kimin üzerinde görülürse, onun sırtı yere gelmezmiş bu cihanda.

    iğne deliği: sessizliğin altın kadar kıymetli olduğu mahallelerden birinde, bütün gün pencerenin önünde oturup çeyiz işlermiş ana kız. "hayallerin iğne deliğinden geçecek kadar küçük olmalı," dermiş kadın kızına. "baktın ki bir hayalin geçemedi iğnenin deliğinden, boşver onu. unut gitsin. iğne deliğinden geçemeyen hayaller boş hayallerdir. hüsrandan başka bir şey getirmezler." kızcağız dikkatle dinlermiş annesinin anlattıklarını. sonra dalıp gidermiş hayallere. ne vakit hayal kursa, elinden kayıverirmiş gergef; iğneyi de beraberinde götürerek.

    jaluzi: içeriyi dışarının gözlerinden kıskanan perde.

    janus: eski roma tanrılarından janus, biri arkaya biri öne bakan iki ayrı yüze sahipti. bu sayede, hem geçmişi görebiliyordu, hem de geleceği.

    kalipso: ismi, yunanca "saklamak" anlamına gelen "kalyptein" fiilinden türemiş tanrıça.

    kedi: kedi gözü, insanın göremediklerini görebilir.

    kem göz: yerlere kadar uzanan bembeyaz, fırfırlı elbisesinin içinde gülümsüyordu genç kız. güvercinlere yem satan, çenesi kıllı yaşlı kadının yanından geçti. yaşlı kadın "kuğu gibi olmuşsun evladım," dedi. genç kız garip bir ürperti hissetti ama gene de teşekkür etti.
    güvercinlerin toplandığı meydanın basamaklarını yosun tutmuştu. sonuncu basamağa vardığında ayağı kaydı, bir çamur gölüne yüzüstü kapaklandı. etraftan koşup kaldırdılar, patlamış dudağındaki kanı sildiler; ama bembeyaz, fırfırlı elbisesini temizleyemediler.
    "o kadın yaptı bunu," diye haykırdı genç kız. çenesi kıllı yaşlı kadın tam arkasında duruyordu. "saçma," dedi fısıltıyla. "herkes bilir ki, beyaz çabuk kirlenir." sonra da elinde tuttuğu tasın içindeki bütün yemleri genç kızın üstüne boşalttı.
    güvercinler kara, kapkara bir bulut halinde yemlere üşüştü.

    keşif: daha evvel görülmemiş diyarları ilk gören insanlar olmak arzusuyla, yüzlerce kâşif yelken açmıştı karanlık sulara. ama zamanla keşfedilmedik yer bırakmadılar dünyada.

    kimlik: tak tak tak. "kim o?" diye seslenmiş içerideki. "benim," demiş dışarıdaki. "ben diye birini tanımıyorum," demiş içerideki. "nasıl olur?" demiş dışarıdaki. "nasıl unutursun ben'i. bir kere bak, hemen hatırlarsın."
    yüzü bulutlanmış içeridekinin, sesi titremiş. "git buradan," diye fısıldamış. "kocam gelir birazdan. artık ona aitim."
    ben, son bir kez bakmış bacasından duman tüten, fırfırlı perdeli, aşı boyalı eve. gidecek bir yeri yokmuş. cami avlusunda uyumuş o gece. sabaha karşı namaza gelmiş cemaat. ben, biz'e karışmış sessizce. bir daha onu gören olmamış.

    komşu kadın: komşu kadın, hiç kapanmayan bir gözdür. pencere önlerinden, dantel tüllerin ardından, balkon kenarlarından, duvar diplerinden, gözetleme deliklerinden ve bir de, pişirip dağıttığı aşurelerin içinden bakar.

    korse: korse bir göz aldatmacasıdır. gövdeyi olduğundan ince gösterir.

    koza: çirkin tırtılların güzelleşip ortaya çıkmadan evvel kimse görmeden içinde değişim geçirdikleri korunak.

    kör: vaktiyle, kubbeleri altın bir şehirde, çok çok yaşlı bir adam yaşarmış. o kadar yaşlıymış ki, ne zaman yağmur yağsa, yüzündeki kırışıklıklara dolan sular günlerce buharlaşmazmış. yaşının hesabını yapamaz, şu dünyada olan biten hiçbir şeyi yadırgamazmış. ne de olsa gördüğü her şeyi, daha önce de görmüş.
    bir gün, şehirdeki okullardan birinde korkunç bir yangın çıkmış. alevler o kadar hızlı yayılmış ki, içerdeki çocukları kurtarmak mümkün olmamış. nihayet yangın söndüğünde, okul binasından geriye hiçbir şey kalmamış. herkes kahrolmuş, yaşlı adam hariç.
    "daha önce de yanmıştı," demiş yaşlı adam "ama o zamanlar hapishaneydi bu bina. içerdeki bütün mahkûmlar yanmıştı. bir keresinde de hastalar yanmıştı içerde. o zamanlar hastaneydi bu bina. ah bu gözler nice yangınlar gördü, bu da bi şey mi!"
    yangında çocuğunu kaybeden bir anne öfkesinden deliye dönüp yaşlı adamı taşlaya taşlaya kovalamış.
    gel zaman git zaman, kubbeleri altın şehirde kuraklık başlamış. insanlar, bir lokma yiyecek için birbirlerini boğazlarken, yaşlı adam sakin sakin onları seyretmekteymiş. "daha önce de olmuştu," demiş. "tam üç bahar üst üste yağmur yüzü görmemişti bu şehir. bir keresinde de düşman orduları talan etmişti ambarlarımızı, gene aç kalmıştık. bu gözler nice açlar, nice açlıklar gördü. bu da bi şey mi!"
    açlıktan midesi yapışmış biri bu laflan duyunca öyle öfkelenmiş ki, yaşlı adamı sille tokat dövmüş.
    derken, savaş çıkmış kubbeleri altın şehirde. savaş uzadıkça her evden birileri eksiliyormuş. kimsenin ağzını bıçak açmıyormuş üzüntüden. bir tek yaşlı adam, bir tek o konuşuyormuş durmadan. "bu gözler nice savaşlar, katliamlar gördü. bu da bi şey mi!"
    askerden dönemeyen delikanlılardan birinin süngüsü bu sözleri işitince öyle sinirlenmiş ki, yaşlı adamın gözlerini çıkarmış.
    işte o zaman yaşlı adam hayretle bağırmış. "karanlık! her yer karanlık. bunu daha önce hiç görmemiştim."
    ve daha önce hiç görmediği karanlığı öyle yadırgamış, öyle yadırgamış ki, yaşlı yüreği durmuş.

    körebe: ebe çemberin ortasında durur. gözleri bağlıdır. (oyun sırasında söylenen sarkılan arştr!)

    köstebek: gözleri iyi görmeyen kara hayvanı.

    kurban: tek tanrılı dinlerden önce neyin kurban edileceği kime kurban verildiğine bağlıydı. antikçağ yunanlıları tanrıçalara dişi kurbanlar sunardı, tanrılara erkek. gök tanrılarına ak, yeraltı tanrılarına kara, ateş tanrılarına kızıl renkli kurbanlar verilirdi.
    arapça krb kökünün de ifade ettiği gibi, kurban, "yakın olma" anlamına gelmektedir. kuran'a göre tam hz. ibrahim'in oğlunu keseceği esnada, allah gökten bir koç indirmiş ve böylelikle insan kurban etme geleneği ortadan kaldırılmıştır. koçun yanı sıra deve, sığır, manda, koyun ve keçi de kurban edilmesi caiz hayvanlardandır. kesmeden önce kurbanın gözleri bağlanır.

    kurşuna dizilenler: kurşuna dizilenlerin gözlerini bağlar kurşuna dizenler.

    kurşun dökme: eritilmiş kurşunun soğuk suya dökülmesiyle peydahlanan şekillerden mana çıkartılması. kişinin başına, göbeğine, ayaklarına ya da odanın sağ köşesine veya kapı eşiğine dökülen kurşun eğer göz biçimi alırsa, nazar var demektir.
    kyklop: kykloplar tek gözlü devlerdi. kocaman mağaralarda yaşar; çobanlık yapıp meyve sebze yetiştirirlerdi. odysseus ve adamları bir kyklop'un mağarasına girdiler. küp küp peynir, fıçı fıçı su, tulum tulum süt, löp lop et, salkım salkım üzüm buldular.
    derken kyklop geldi. bir kulağından öbür kulağına kadar uzanan tek bir kaşın altında, kocaman tek bir gözü vardı. odysseus'un adamlarından iki tanesini oracıkta yedi. ertesi gün iki denizciyi daha indirdi mideye ve bu her gün böyle devam etti.
    bir gece odysseus, koca kyklop'u sarhoş etti. kyklop sarhoş olunca bir'i iki görmeye başlamıştı. oysa sadece bir tane gözü vardı ve dünyayı çift görmeye alışkın değildi. bu sayede odysseus, onu öldürmekte zorluk çekmedi.

    lamia: lamia, kafası insan, bacakları eşek olan bir canavara dönüşmeden önce, güzelliği dillere destan bir kadınmış. zeus onunla pek çok kez sevişmiş. o da her seferinde zeus'tan hamile kalmış. ne var ki kıskanç hera, lamia'nın her yeni doğan bebeğini öldürmüş.
    lamia çocukları yaşayan bütün kadınlardan nefret ediyormuş. geceleri bu nefretle kıvrandığından uyuyamıyormuş. o zaman da gidip başkalarının çocuklarını kaçırıyor ve onları yiyormuş.
    nihayet lamia'ya acıyan zeus, geceleri onun gözlerini çıkarıp, yatağının yanma koymakta bulmuş çareyi. lamia ancak o zaman uyuya-biliyormuş. gece oldu mu, o bir tarafta uyuyormuş, gözleri bir tarafta.

    makyaj: makyaj pürüzleri, lekeleri görünmez kılar.

    masa altı: çocuklar, evcil hayvanlar, bir de herhangi bir sebepten ötürü gökyüzüyle derdi olanlar, gözlerden kaçabilmek için masa altlarına kaçarlar.

    merak: gerdek gecesinin sabahında, karısını dizlerine oturtmuş şehzade. "dilediğince gez," demiş "dilediğince yaşa bu kırk odalı sarayda. lakin, sakın ola kırkıncı kapıyı açmaya çalışma, kırkıncı kapının kilidini zorlama!"
    "sen nasıl istersen," demiş genç kadın munis bir ifadeyle. kocası dışarı çıkar çıkmaz elinde bir tomar anahtarla kırkıncı odanın önünde almış soluğu.

    maske: yüzü olduğundan farklı gösteren yüz.

    mikrop: gözle görülemeyecek kadar küçük kötülük.

    model: praksiteles, fahişe phryne'ye âşıktı ve yüzyıllar sonra bile insanlar görebilsin diye, onun muhteşem güzelliğini mermere yonttu.

    morpheus: rüyalar tanrısı morpheus, gece ile uykunun biricik oğludur, (arştr!)

    mucizevi göz: şehir kuşatma altında inim inim inlerken, kutsal balık yortusu'nun yanında balık kızartıyormuş keşişin biri. "ne yapıyorsun?" diye bağırmış ahali. "şimdi balık kızartmanın sırası mı? surları aştılar. şehir elden gidiyor."
    keşiş gayet sakinmiş. "insanların söylediklerine inanmayı bırakalı çok oldu. ama eğer bu balıklar ateşten atlarsa, ben de şehrin düştüğünü görmüş kadar olurum," demiş. bunun üzerine balıklar yan pişmiş halde tavadan sıçrayarak, birer birer kutsal kuyuya atlamışlar.

    nokta: tek bir nokta gözü kör edermiş.

    oryantalizm: oymalı kapıların, tahta kafeslerin, incecik peçelerin ardında saklanan doğulu kadınlardan biriyle bir kez sevişebilmek için yanıp tutuşurmuş batılı seyyah. süzülebileceği açık bir kapı bulabilmek ya da rüzgârın azizliğine uğramış bir çarşafın altındakileri dikizleyebilmek ümidiyle hep ara sokaklardan yürürmüş.
    ülkesine döndüğünde, hiç dokunmadığı doğulu kadınların hiç görmediği sütbeyaz tenlerini, kılsız apış aralarını, etli dudaklarını, sanki görmüş ve dokunmuş gibi ballandıra ballandıra anlatırmış arkadaşlarına. her sene muhakkak gelirmiş doğu'ya.
    seneler sonra nihayet hayali gerçek olmuş. doğulu kadınlardan biri arzusuna arzuyla karşılık vermiş. seyyah kadının evine vardığında, bir de bakmış ki dış kapı onun için ardına kadar açık bırakılmış. kendi kendine açıklayamadığı bir sebepten ötürü hiç mi hiç hoşlanmamış bundan. içeri girdiğinde, doğulu kadının soyunmaya başladığını görmüş. telaşla atılmış. "ne yapıyorsun? çıkarma. sakın ha çıkarma üstündekileri." kadın şaşkınlıkla yüzüne bakınca, kaçarcasına oradan ayrılmış seyyah.
    memleketine döndüğünde, doğulu kadınlarla yeni gönül maceralarını dinlemeye can atan arkadaşlarını etrafına toplamış.her sene olduğu gibi bu sene de onlara anlatacak çok şeyi varmış.

    pandora: kutunun içinde ne olduğunu görmek için açınca kapağı, bütün kötülükleri saçmış yeryüzüne.

    pamuk prenses: cüceler pamuk prenses'in ölüsü başında gözyaşı dökerken, bu güzelliği bir daha göremeyecekleri için kahroluyorlardı. sonunda, onu sonsuza kadar seyredebilmek için bir cam tabuta koymaya karar verdiler.

    paravan: iki sicilya elçisinin kızı matmazel de ludauffe ile arkadaşı matmazel amoureu, hatice sultan'ın davetlisiydiler. evsahibinin isteği üzerine bu iki genç, güzel kadın bütün gün neşeyle dans ettiler. yalnız olduklarını zannediyorlardı. bilmiyorlardı ki, paravanın arkasından onları gözetliyordu sultan üçüncü selim.
    pencere: 18. yüzyıl filozoflarından leibniz'e göre, varlığın en küçük ve parçalanmaz birimleri olan monadların dışarıya bakabilecekleri pencereleri yoktur. bu yüzden hiçbir monad başka bir monaddan etkilenmez. her monad değişiminin nüvesini kendi içinde taşır. monadlar birbirine benzeyebilir ama hiçbir zaman aynı olamazlar. zira evrende birbirinin aynı olan iki şey yoktur.

    perde: senelerdir perde satardı beyoğlu'nda. en çok kadife ağır perdeleri sever, onlardan satmak isterdi. ev hanımları pek rağbet etmezdi bunlara; dantelli, fırfırlı perdelerdi moda. bir de jaluzi çıkmıştı son zamanlarda. hepsinden vardı dükkânında. satmayı reddettiği tek perde çeşidi, şu yeni çıkan şeffaf banyo perdeleriydi.
    "hiç olur mu?" diyordu çırağına. "perde dediğin hiç şeffaf olur mu? şeffaf olursa, perdeliği kalır mı?"

    pervane: ateşi yakından görebilmek için kendini feda edermiş pervane.

    portre: bir kimsenin genellikle belden yukarısını gösteren resim. (fatih'in portresini arştr!)

    prizma: işınlan ayrıştıran ve saptıran saydam madde.

    rasathane: müneccimbaşı takiyeddin'in 1578 senesinde tophane bayı-n'nda kurduğu rasathanenin içinde, her türlü astronomi aletinin yanı sıra, bir de astronomi ile ilgili kitaplardan oluşan genişçe bir kitaplık vardı. rasathanenin kubbesi kurşunla kaplıydı. râsıdlar ve muavinleri, gece gündüz kocaman bir masanın üzerinde çalışırdı. masada kum saatleri, gönyeler, gök küreleri, yer küreleri, pergeller, kâğıt ruloları, hokkalar, cetveller, rasat aletleri vardı.
    önce şeyhülislam kadızade ahmed şemseddin efendi gökleri rasat etmenin uğursuzluk getireceğini beyan etti. ardından, 21 ocak 1580' de, sultan üçüncü murad'ın gönderdiği hatt-ı hümayun üzerine hareket geçen kaptan-ı derya kılıç ali paşa, içindeki bütün gözlem araçları ve kitaplarla birlikte rasathaneyi bir gecede yerle bir etti.

    renk körü: bütün ya da bazı renkleri birbirinden ayırt etmeye engel olan görme bozukluğu.

    röntgen: et perdeyi ortadan kaldırarak insanın içini gösteren alet.

    rüya: 16. yüzyıl istanbul'unda bir gece şair balı efendi, genç yaşta ölen arkadaşı piruza ali'yi görür rüyasında. piruza ali bir kâğıda biraz toprak sararak uzatır. şair balı efendi kâğıdı sangının kıvrımına yerleştirir ve uyanır. ertesi gün rüyasını etrafındakilere anlatırken gayri ihtiyari sangına uzanır. içi toprak dolu kâğıt parçası oradadır.

    sahne: oyuncular sahnedeyken, seyirciler koltuklarına gömülüp, seyredilmenin nasıl bir şey olduğunu seyreder.

    saklambaç: ebe birden üçe sayıncaya kadar, onun göremeyeceği bir yere saklanmış olmak gerekir.

    samur: zo. (martes zibellina) bir ev kedisinden biraz daha büyüktür. (yaklaşık 50 cm. boyunda) yalnız yaşar. sincaplardan ağaç kozalaklarına, böceklere kadar her şeyi yer. grinin, kahverenginin ve siyahın tonlarına bürünmüş tüyleri sık ve ipeksi olduğu için kürkü çok makbuldür. ona "altın post" derler.
    17. yüzyılın ikinci yarısından evvel samur, ruslar'ı sibirya'ya çeken mıknatıs olmuştur. aynı yüzyılda bir samur avcısının dediği gibi, "bir samur yan yatıp arka ayaklarını kaldırarak ve ön ayaklarıyla gözlerini örterek ölümüne hazırlanır."

    sarık sandalı: üçüncü selim, ne zaman boğaziçi kıyılarında dolaşmaya çıksa, ahali işini gücünü bırakıp yollara dökülürdü. en arkada, içoğ-lanlarını taşıyan altı sandalı takip eden sandal, "sank sandalı" idi. bu sandalın hizmetkârı, padişahın, paha biçilmez mücevherlerle işlenmiş bir şala sanlı olan sangını tutardı. sandal kıyıya yakın sulardan geçerken, hizmetkâr da, padişahın sangını sağa sola sallardı.
    padişah sarığını görmekle değil, onun tarafından görülmekle tazelenirdi itimad. her şeyi gören bir gözdü saltanat.

    şems: pembefiruşan hanından çıktığında mevlana, karşısına dikilip demiş ki şems ona: "ey dünyanın sarrafı, gör beni!"

    şişko: o kadar şişmanmış ki, ne zaman insan içine çıksa herkes işini gücünü bırakıp onu seyredermiş. o da gözlerden o kadar rahatsız olurmuş ki, gidip daha çok yemek yer, daha çok şişmanlarmış. (şişko'nun çocukluğunu arştr.)

    taht-ı revan: sultanın biricik kızı her cuma sabahı taht-ı revanına kurulup sarayından çıkar, şehrin öbür ucundaki billur hamama gidermiş. o sarayın kapısında belirmeden evvel, keskin kılıçlı muhafızlar yolunun üzerindeki bütün sokakları boşaltırmış. insanlar evlerine kaçışır, kapılan kilitler, pencereleri örter ve gözlerini sımsıkı yumarak; sandık odalarında, kilerlerde, kuytu köşelerde beklermiş sultanın kızını taşıyan taht-ı revanın geçip gitmesini. kimse dışarı bakmaya cesaret edemez-miş çünkü sultanın kızını görmek gafletinde bulunanın oracıkta kellesi gidermiş.
    bir cuma sabahı, şehrin en yavuz hırsızı, elinde, bir gün evvel hintli bir tacirden aşırdığı merak-cevheriyle damlarda gezinirken, sultanın kızını taşıyan taht-ı revan sokağın başında belirmiş. hırsız merakını zaptedemeyip, usulca aralamış gözkapaklannı.
    cellat kellesini uçurmadan evvel, meydanda toplanan halka dönüp bağırmış: "yok yere korkuyorsunuz sultanın kızının güzelliğini görmekten. taht-ı revan boş! boş olmasaydı, onu bizden saklamaya çalışırlar mıydı hiç?"
    o esnada herkes olanca dikkatiyle cezanın infazını seyrettiği için, kimse işitmemiş hırsızın son sözlerini.

    tebdil gezmek: padişahlar şehr-i şehirin yılankavi sokaklarında tebdil gezerdi. kimi zaman ihsanda bulunur, çoğu zaman ceza keserlerdi. ihsan da ceza da anında yerini bulsun diye, padişahların peşi sıra yürürdü tebdil hasekisi.
    sık sık tebdil gezen üçüncü mustafa, derviş kılığına girmeyi pek severdi. karış karış şehri gezerdi; dışı derviş, içi padişah.
    bir gün, çorum alaybeyi iken azledilip istanbul'a gelen feyzullah, tebdil gezen padişahı tanıdı. ne kadar müşkül durumda olduğunu anlatıp yardım istedi. karşılık görmedi. bir başka sefer, feyzullah, üsküdar çarşısının orta yerinde gene padişaha rastladı ve gene onu tanıdı. ve bu sefer kendini tutamayıp bağırdı: "ya ekmeğimi ver, ya beni katlet!"
    üçüncü mustafa dikkatlice baktı feyzullah'a. dervişin içindeki padişahı gören göz sakıncalı olabilirdi; hem de pek sakıncalı. oracıkta tercihini yaptı. ona ekmeğini vermedi.

    televizyon: evimizde sürekli seyrettiğimiz televizyonun bir an için de olsa bizi evimizde seyredebileceği düşüncesi tedirgin edicidir.

    temaşa: bakma hoşlanarak seyretme (sahne-i temaşa: tiyatro sahnesi)

    theatrum mundi: inanışa göre dünya, tek seyircisi olan kocaman bir tiyatroydu.

    ultrason: ultrasona yakalanan bebeğin bundan sonra her hareketi dikkatle izlenecektir.

    unutmak: göz temizliği.

    veda: "niçin dönüp baktın tanrının gazabını çeken şehre?" diye karısına öfkeyle bağırdı lut. "neden baktın neyi geride bıraktığına? söylesene, —--' insan terk ettiği şeye neden dönüp bakar son bir defa?" ama karısının taşlaşmış dudakları cevap veremedi bu zor sorulara.

    vitrin: bir mağazanın sattıklarını teşhir etmek için kullandığı cam kısım.

    yabancı: gözün daha evvel görmediği şey ya da kişi.

    yaldızcılık: 1. yaldızcının sanatı
    2. bir şeyin kötü taraflarını örterek (örneğin, altın ya da gümüş tozla-nyla yaldızlamak suretiyle) onu, olduğundan daha güzel göstermek.

    yalıngöz: gözkapağı olmayan.

    yaşam: yaşamı görmek için, ayna tutarız ağzımıza. yaşamı göremesek bile, yaşadığımızı biliriz ayna buharlanınca.

    yay: ölüm mahkûmlarını öldüren kılıcı toprağa gömerlermiş bir müddet. gördüklerini unutsun diye. aynı işi yapan yay ise muhakkak kınlırmış. gördüklerini unutmayı başaramadığı için en iyisi onu kırmakmış.

    yılanın ayağı: "şu hayatta yılanın ayağını görmeye bak. yılanın ayağını gören muhakkak cennete gider," dedi nine torununa. "iyi de, yılanın ayağı yoktur ki," dedi torun ninesine. kırgın gözlerle baktılar birbirlerine.

    zümrüdüanka: gücünü ve güzelliğini hiç görülmemiş, ama hep görülmek istenmiş olmasından alan efsanevi kuş.
hesabın var mı? giriş yap