• guy de lusignan' ın torunuymuş. kıbrıs türk federe devleti için yapılan ilk başkanlık seçiminde bağımsız aday olan iki adaydan biridir. diğer adaylar; bağımsız aday dr. servet sami dedeçay , ubp adayı rauf denktaş ve cumhuriyetçi türk partisi (ctp) adayı ahmet mithat berberoğlu idi.
  • bener hakeri' nin kaleminden;

    kıbrıs’ın sahibi bir adam

    " çok uzağa gitmek gereksiz. tarihin sayfalarına geçmiş kişilerin yaşamöykülerini okuyup
    şuna buna ilginç olay olarak anlatmak marifet mi sanki? içkiyi yasaklayan, içkili insan buldu mu boynunu vurduran padişah iv. murat zamanında gelmiş geçmiş esriklerin en esriği (sarhoşu) ama bu esrikler içerisinde en nüktedanı bekri mustafa kelleyi her zaman kurtarmışsa bize ne yani? rasputin adlı bir deli (belki de yazılanların inadına üstün zekâlı birisi), dinsel duyguları kötüye kullanarak çarla çariçeyi avuçları içine almışsa bunu anlatarak iyi iş yapmışcasına kasılmak niye?
    önemli olan, aslında zamanımızda olanlardır. bunları öykülendirmek gerek. öykülendirenler var ya, çoğu kişi onlara kulaklarını tıkıyor, yalnızca gülümsüyor, bu öykülerden ders almıyorlardır. öylesinden olmayanlara bıravo doğrusu!
    sövülmesi gereken kişiye sövüp de dava edilince, mahkemede, yargıç sövdüğü için 5 kıbrıs lirası (o zamanlarda aylıklar o kadar ya vardı ya yoktu) kesince yargıca:
    - “demek bu sövmenin cezası beş liradır ha!”
    dedikten sonra “evet!” diyen yargıcın önüne, iki 5’lik koyup ona da söven ve:
    - “al bunun cezasını da!, diyebilen şimdilerde kaç kişi bulunmaktadır.”
    ya da dini istismar edip mağusa’daki bir olay üzerine surları bilmem kaç kez sarıveren canavardan söz eden din adamına karşı açıkça:
    - “bu dediğin saçmalıktır.” diyen er kişiler hani, nerede?
    1960’lı yıllarda mağusa’da tipik bir insan tanıdımdı. liman yolu sokağı’nda şemmedi’nin doyguevi (niye lokanta ya da restoran diyorlar? hele restoran yerine restaurant diye yazılması daha da garibime gidiyor.) vardı. kışta içeride yiyip içerken; yaz günlerinde seki üzerine çıkarılan birkaç masada masa dostları yiyip içmekteydi. siz şemmedi’de yahut buğday camisi’nin az ilerisinde, o yıllarda kemal karaderi’nin ev ve kıliniğinin altında bulunan, mustafa bey’le kardeşinin doyguevini belki de bilmezsiniz.
    bu iki yer meyhane değillerdi ama birer “içkili lokanta”ydılar. o zamanların günlük, aylık gelire göre doğrusu pahalı da değillerdi. şimdikilerce bir gecede, bir oturuşta, birkaç günlük, hatta haftalık geliri almıyorlardı. eskiden işyerlerini çalıştıranların hemen hemen hepsinin gönülleri ceplerinden daha zengin ve toktu.
    arada bir gittiğim şemmedi’de kimleri tanımadım ki! bir kış gecesinde imamın birisiyle kadeh tokuştururken bana:
    - “sakın ha” dediydi, “birine söyleme hoca!”
    hoca deyişine bakmayın, o da; halkın erkek öğretmene muallim, kadın öğretmene muallime dedikleri yıllar epeyi geride kalmasına karşın hoca ve hocanım (hoca hanım) sözcüklerini kullanılması modasına uyuyordu. halbuki aslında, bence “hoca” oydu.
    - “niçin söyleyeyim?” dedimdi, “insanın günahı da kendine sevabı da. yeter ki başkasına zararı dokunmaya.”
    hâlâ aynı düşüncedeyim; giyimde, kuşamda, davranışlarda başkasına zararı dokunmadan yaşayan herkesin yaşamına karışmıyorum. karışsam ne, karışmasam ne? herkes bildiğini okumuyor mu? o din görevlisi içki içtiğini neden saklıyordu bilemem. tanrı’nın bildiğini kuldan saklamak niye?
    içki içen ve içtiğini halktan saklayan bu din görevlisi yanında mağusa’da bir de doktor tanıdımdı. ona ne doktoru olduğunu ne ilk konuşmamızda ne de sonraları sordum. bana:
    - “bilir misin delikanlı” dediydi, “kıbrıs’ın esas sahibi şimdikilerden hiçbiri değildir. esas sahibi benim. ingiliz’i bunun için mahkemeye vermek istedim ama beni kimse ciddiye almadı.”
    usumdan nelerin geçtiğini kestirdiğinizi sanıyorum. düşündüklerimi söylemedim, söylemek istemedim. o, lusignan (lüzinyan) kırallığının kalıtçısı olduğunu söyleyip durdu. dediğine bakılırsa ataları lusignan soyundandı. kırallık tacı, asası, elbisesi ondaydı. ingilizler adadan çekilirlerken kıbrıs’ı ne türk’e ne de kıbrıslılar’a bırakmalıydı. kıbrıs cumhuriyeti haksız kurulan bir cumhuriyetti. ada kendine verilmeli, yönetimi kendi oluşturmalıydı. mademki mahkemeyle yargı yoluyla hakkını alamıyordu, seçimle yönetimde söz sahibi olmalıydı.
    - “geliniz” dediydi bir ara, “seçimlerde beni destekleyiniz. bu adayı en adaletli ben yönetebilirim.”
    doğruya dosdoğru geçen bunca zaman içerisinde ona oradakilerin ne dediklerini anımsamıyorum. ama şuna kesinlikle eminim ki bu iddiasından, konuşmasından hiçbirimizin onu pek akıllı saymadığıydı.
    1960’lı yıllarda kendisini tekrar görmedim. arada bir sözü açıldığında, kimileri, artik ingiltere’de yaşadığını söyledi. yaşıyorsa, sağlığı yerindeyse mutlaka bir gün kıbrıs’a döneceğine, çevresine bu adanın gerçek sahibinin kendisinin olduğunu söyleyeceğine adımı bilir gibi biliyor ve inanıyordum.
    1974’te barış harekatı sonrası leymosun’dan pile yoluyla beyarmudu nam-ı diğer pergama’ya, oradan da vadili’ye geçenlerden biriydim. 1974’te makarios’un devrildiği günden vadili’ye geçişimize dek olup bitenleri kurtuluşa kaçış adlı anı romanımda anlattım. ardından vadili’deki göçmenlik günleri’yle tırikomo (sonradan iskele)’ya yerleşim’i bir türlü yazamadım. yazılırsa ve yerleşim’den sonra ortaya bir dördüncü roman çıkarsa kıbrıs’ın sahibi olduğunu iddia eden bu adama romanda yer verir miyim, bilemem. nedir 1974 sonrasında bir kez daha karaoğlanoğlu’nda tekrardan karşıma çıkan ve lusignan soyundan geldiğini iddia eden bu kişiyi evinde ziyaret ettim. yalnız değildi, evlat edindiğini söylediği bir gençleydi. oturduğumuz oda ganimet olduğunu düşündüğüm seçkin eşyayla doluydu. politikaya atılacağını söyledi ve yaptı da. cumhurbaşkanlığı seçimlerinde cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu ve kazanamadı.
    şimdi kıbrıs’ın sahibi olduğunu diyen dr. şevki lusignan aramızda yok. evlat edindiği kişinin ne yaptığını bilmediğim gibi şevki lusignan’ın bu topraklarda dinlendiği yeri de bilmiyorum.
    öyle sanıyorum ki yaşamı bir öyküden çok bir romanın konusu olmalıydı. içimizden biri, hasan bulliler’in, mida’nın, kavuni’nin yaşamlarını romanlaştıranlar gibi şevki dö lusignan’ın romanını yazacak mıdır dersiniz?

    ani bir gece baskını ya da lefkara olayı
    türkler, kıbrıs’ı zapt etmeğe karar verdikten sonra donanma 5 temmuz 1570 yılgününde iskele tuzlası sahillerinden bütün ordu ve teçhizatını karaya çıkardı. sahile koşut (paralel) olarak keşif kolları ilerledi ve hirokitya (khirokitia, iskarinu yakınında bir yerleşim yeri, halk dilinde şirokitya) cihetinde kamp kurdu.
    lefkara, iskarinu’dan 10 mil kadar mesafededir. bugünkü yukarı lefkara’nın sirkatlar (rumca’da sirkatis) denilen yöresinde venedikliler’in kalesi bulunmakta ve kalede bulunan venedikliler halka zulüm yapmaktaydı. hirokitya’da kamp kuran orduya lefkara halkından yaşlı bir yağcı gelerek köylerinin karşısında bir venedik kalesi bulunduğunu, kaledekilerin kendilerine zulüm yaptığını, isterlerse bu kalenin alınmasında halkın orduya yardımcı olacağını söyledi. doğruluğunu araştırmak için türk öncü kuvvetinin başkanı:
    - “var git köyüne.” dedi, “yarın bir yük daha yağ, bir katır daha ve senin giydiğin elbiseden bir kat daha beraber getir.”
    köylü ertesi gün istenileni yerine getirerek geldi. bir subay yağcı kıyafetine girerek lefkaralıyla köye gitti; araştırmada denilenin doğruluğunu saptadı. hemen durumdan serdar haberdar edildi. lefkara’ya hareket edildi ve sirkatlar’daki kalenin dıştan giden suyunun akış yönü bulunup kesildikten sonra köylülerin yardımıyla kale zapt edildi.
    kalenin türkler tarafından lefkaralıların yardımıyla zapt edildiğini öğrenen venedikliler 100 atlı ve 6 yüz askerle lefkara’ya ani bir gece baskını düzenledi. bu baskından önce baskına gönderilen 7 yüz venedik askerin kadın ve çocukları venedik ileri gelenlerince rehin tutulup askerlere lefkara’yı tahrip etmek, eli silah tutan herkesi öldürmek görevi verildi ve bu yapılmazsa rehine olarak yanlarında tuttukları asker ailelerinin öldürüleceğini söylediler.
    meadula dimitri laskari kumandasında 7 yüz asker 6/7 temmuz (1570) gecesi lefkara’yı bastı; halktan 4 yüz kişiyi ve lefkara’da bulunan türk askerlerini (ikisi dışında) kılıçtan geçirip kadın ve çocukların büyük bölümünü kaçırdıklarınca köyü ateşe verdiler.
    laskari, daha sonra civarda bulunan türk birliğine saldırdı. kısa süren savaşta askerlerinin çoğunu yitirdi, atı öldürüldü. yenileceğini anlayınca askerlerine geri çekilme buyruğunu vererek oradan ayrıldı.
    bu durumdan sonra lefkaralı rumlar, türkler’e lefkoşa’nın fethinde yardımcı oldu. savaş sonrasında serdar’ın önerisi üzerine lefkaralılara sultan tarafından “aftonomi” şeklinde “imtiyaz fermanı” verildi.
    fermanın yıllar sonra geri alınışının öyküsü başka yazının konusudur. bu öyküyü bilmeyenlrt, lefkoşa’daki milli kütüphane’de ve diğer devlet kütüphanelerinde bulunan, tıpkıçekimle, çoğaltımla az sayıda yayımladığım, kitaplarımdan kıbrıs tarihindeki kimi ilginç olayları veren yapıtımda okuyabilirler.

    doğmamış çocuklara
    uykusuz gecelerin getirdiği çocuklar
    her zaman mavi değil bu gökyüzü bu deniz
    buruşmuş çarşafların üzerinde bilmeden
    size acı bir dünya hazırlıyor anneniz

    kapanmış kapılardan geri dönüp çaresiz
    hayatın rüzgârında savrulur durursunuz
    insanın kuruş kuruş satıldığı devirde
    doğmayın n'olursunuz
    muammer hacıoğlu

    angastiniotis: gerçekleri anlatan kitapların yayımlanması yasak
    tak’ın 8 kasım 2004 tarihinde yukarıdaki başlıkla şu haberi verdi:
    alithia gazetesi, 1963-74 döneminde rumlar’ın kıbrıslı türkler’e yönelik barbarlıklarına ilişkin araştırmasını, “foni ematos” (kan sesi) isimli bir belgesel ile sunan ancak rum tarafında bunu yayınlatacak tek bir medya kuruluşu dahi bulamayan andonis angastiniotis isimli rum; rum tarafında 1963-74 dönemi gerçeklerini anlatan kitap bulunmadığını, olsa bile “demokratik bir avrupa ülkesi” diye nitelediği güney kıbrıs’ta bu tür kitapların yayımlanmasının yasaklanmış olduğunu söyledi.
    angastiniotis’le yaptığı söyleşiyi “konuşursan, sana hain derler – andonis angastiniotis ‘kan sesi’ hakkında konuşuyor” başlığıyla yayımlayan gazeteye göre, 1974’te bugün rum tarafında kalan yerleşim birimlerinde yaşayan çok sayıda kıbrıslı türk’ün, kendilerini daha güvende hissettikleri kuzey’e geçmiş olmalarının arkasında yatan nedenleri merak ettiğini anlatan angastiniotis, 1963-74 döneminde yaşanan olayların rumlar tarafından bilinmediğini söyledi.
    angastiniotis, kıbrıslı türkler’e ait toplu mezarların açılacak olması nedeniyle ortaya çıkacak gerçeklere insanların hazırlıklı olmalarını sağlamak amacıyla bir kitap yazmaya karar verdiğini anlattı.
    kitabı için araştırma yapmak istediğinde, rum tarafında tarihi gerçekleri yansıtan kitaplar bulunmadığını “olsa bile, demokratik bir avrupa ülkesinde bu kitapların yayımlanmasının yasaklanmış olduğu” çarpıcı gerçeğiyle karşılaşınca, araştırmasını kktc’de yaptığını, araştırmasında; rumlar’ın da sözde “türk barbarlığına denk” suçlar işlediklerini gördüğünü ve ulaştığı gerçekleri bir belgesel haline getirdiğini anlattı (tak, 8 kasım 2004) andonis angastiniotis’in kanın sesi:yeşil hat’ta sıkışıp kalmak kitabı tony angastiniotis adıyla rumca-türkçe olarak 2005’te yayımlanacaktır."
hesabın var mı? giriş yap