*

  • harlan ellison, ray bradbury, james ballard, isaac asimov, kurt vonnegut jr, stanislaw lem, robert a heinlein'ın yazdığı öykülerden derlenen kitap.
    (bkz: metis edebiyat)
  • ozellikle vonnegut ve heinlein'in oykulerinin $aheser oldugu kitap . 92 tarihinde basilmi$ti sanirim . onsoz'u de guzeldir .
  • bilim-kurgu öykücülüğünün yaşaması için güçlü bir oksijen tüpü.

    1993 yılında ilk baskısı metis yayınları tarafından yayımlanan bu bilim-kurgu öykü derlemesi, aradan 18 yıl sonra tekrar, yani 2011 yılı içerisinde ve yine metis yayınları tarafından ikinci baskı etiketi ile yayımlanmış. 18 yıl içerisinde bu tarz bir bilim-kurgu derlemesi türkiye’de pek fazla etki uyandırmamış izlenimi yaratmış olsa da; öyle mi değil mi, buna yine her zamanki gibi okuyucu karar verir. öte yandan bu derlemenin demirbaşı olan yazarların pek sevilmeye, okunmaya filan da ihtiyacı yok, çünkü bundan yıllar yıllar önce kendilerini bilim-kurgu alanında fazlasıyla kanıtlamışlar.

    --- spoiler ---

    birinci öyküde (korkunun bütün sesleri - 1981) harlan ellison sayesinde dünyanın en atarlı ve nitelikli tiyatro oyuncusu richard becker'i tanıyoruz. korkunun seslerini olağanca yoğunluğuyla, kanla, şiddetle, inandırıcılıkla ve hunharca böğürüyor: "bana bir ışık verin!" ama o cem yılmaz'ın anlattığı ışığı görebiliyor sadece. pamuk da cabası...

    ikinci öyküde (gülümseme - 1974) ray bradbury sayesinde mona lisa tablosundaki gülümsemeye yeterince değer veremediğimizi esefle anlıyoruz. ola bauer'in tom'una hafiften benzettiğimiz tom, çok hisli ve karanlık bir karakter.

    geçen 2012 yılı içerisinde ise ray bradbury’nin bir kısa öyküsü “ray bradbury’s kaleidoscope” adıyla kısa film severlere sunuldu.

    üçüncü öyküde (bilinç eşiğini atlayan adam - 1979) j. g. ballard sayesinde günümüz tüketim çılgınlığına yol açan reklam hadisesine kafayı kırıyoruz. bildiğiniz, tüketim çılgınlığı yaşanıyor. kimi don-atlet almaya çalışırken kimisi iki ayda bir arabasını yeniliyor. sonuç olarak biraz sıkıcı bir öyküydü. işin açıkçası, ben fena baydım okurken o lanet olası 18 sayfayı.

    j. g. ballard’ın yine aynı ismi taşıyan romanından sinemaya uyarlanan ve steven spielberg’in yönettiği “empire of the sun” adlı filmi de hatırlatmış olayım.

    dördüncü öyküde (güç duygusu - 1958) ısaac asimov sayesinde bir bilim adamının edebiyattan ne kadar anlayabileceğini görüyoruz. bildiğiniz şov yapıyor asimov. “’hesap makineleri olmadan hesap yapmak,’ dedi başkan sabırsızca, ‘tanımı gereği bir çelişki.’” öyküden alıntıladığım bu replik bile kafaları karıştırmaya yetiyor. ve devam ediyor: “insan aklı biraz kaprisli bir şey. bilgisayar aynı probleme her seferinde aynı yanıtı verir. insan aklının aynı şeyi yapacağından nasıl emin olabiliriz?”

    aslında konu itibariyle oldukça korkunç olsa da, okuyucuya komik gelebilir bu öykü. shuman misal: “dokuz kere yedi altmış üç eder, diye düşündü shuman büyük bir tatmin duygusuyla, ve bunu öğrenmek için bilgisayara gereksinimim yok. bilgisayar kafamın içinde. bunun ona verdiği güç duygusu gerçekten şaşırtıcıydı," diye konuşan bi' insan. bence güldürürken korkutuyor.

    ısaac asimov’un yine aynı ismi taşıyan romanından sinemaya uyarlanan ve alex proyas’ın yönettiği “ı, robot” adlı filmi de hatırlatmış olayım.

    beşinci öyküde (harrison bergeron - 1961) kurt vonnegut sayesinde tüm dünya insanlarının sözde eşit olmasının neler doğurabileceğini, başımızın ne kadar ağrıyabileceğini öğreniyoruz. herkes eşit olabilir, ama herkes farklı. bu yüzden ancak ahlak ve görgüde eşit olabiliriz. kimsenin cani olmaya hakkı yok, ama filozof olmaya, sanatçı olmaya hakkı var. diğer türlü medeniyetin izini karda bile izleyemeyiz. oldukça hassas bir konuyu öyküleştiriyor vonnegut.

    kurt vonnegut’un yine aynı ismi taşıyan romanından sinemaya uyarlanan ve george roy hill’in yönettiği “slaughterhouse-five” adlı filmi de hatırlatmış olayım.

    altıncı öyküde (maske -1977) stanislaw lem sayesinde bir kraliçenin zihnini okuyor ve düşündüğü rahatsız edici benlik savaşına tanık oluyoruz. belleğin karmaşasından çıkarsadığı mantığın bunun olanaksız olduğunu, tek bir geçmişim olması gerektiğini söylüyor bize kraliçe. stanislaw bu öykü derlemelerinin içindeki en ilgi çekici kalem. kraliçenin son derece geveze oluşu ve bilinçaltını direkt olarak aktarması oldukça etkileyici. sayın kraliçe hazretleri aracılığıyla stanislaw'ın ne denli güçlü bir kaleme sahip olduğunu anlıyoruz. stanislaw'a da "kral" demek, çok da yanlış olmaz sanıyorum.

    kraliçe tüm bu kafa karışıklığı içerisinde aşkından da bahsedebiliyor: "çünkü biliyordum, âşık rolünden çok uzaklaşmayı istemeyecekti; onun deliliği normal, güçlü, dünyevi ve ayakları yere basan bir delilikti." biliyorum bilim-kurgu'dan çok uzaklaştık, lakin kraliçe'nin bu iç sesinin karşılığı tam olarak korkunun sesi!

    dedim ya bunlar korkunun sesleri ve deliliğin çokça. şimdi çok ilginç bir şey yapacağız. kraliçe kendisine üçgen şeklinde takacak. iç sesin susturulması gerekiyor. aynanın karşısına geçtik: "solgundum, çünkü bedenim ölesiye korkuyordu, dizlerim çözülüyordu, yalnızca neşteri tutan elim gerektiği gibi kıpırtısızdı. oval direncin en belirgin olduğu, basınca tepki vermediği noktaya, göğüs kemiğinin tam altına neşteri daldırdım, acı çok az ve sadece yüzeydeydi, yaradan tek bir damla kan aktı. kasaplık becerisini ağır ve anatomik bir titizlikle kullanabilecek ustalığım yoktu; gövdeyi kasıklara kadar neredeyse ortadan ikiye böldüm. şiddetle yaptım bunu, dişlerimi sıkmış, gözlerimi kapayabildiğim kadar sıkıca kapamıştım. bakmaya gücüm yetmiyordu. ama artık titremeden duruyordum, sadece buz gibi soğuktum, oda, benden uzak ve yabancı bir şey gibi düzensiz, neredeyse spastik solumalarımla dolmuştu. kestiğim tabakalar beyaz deri gibi ayrıldı ve aynada gümüş renkli bir biçim gördüm, dev bir cenin gibi, kanamayan, pembe et tabakalarının içinde parıldayan bir koza duruyordu. kendine böyle bakmak ne dehşetli, ne korkunç bir şey!" gördüğünüz gibi kraliçe'yi kaybettik. çünkü bu oldukça sıkı bir öykü. aynı anda hem gelin hem de kasap olan bir karakterin öyküsü.

    stanislaw lem’in yine aynı ismi taşıyan romanından sinemaya uyarlanan ve steven soderbergh’in yönettiği “solaris” adlı filmi de hatırlatmış olayım.

    yedinci öyküde (dünyanın yeşil tepeleri - 1977) robert a. heinlein sayesinde uzay yolları'nın kör şarkıcısı rhysling ile tanışıyoruz. bu onun öyküsüdür, ama resmi öyküsü değil.

    heinlein, kör şarkıcı karakterine bakın nasıl sahip çıkıyor: "kör bir adama nazik bir dostluk taşımadan seslenen kişi aslında kötü bir ruha sahiptir; kocalarına rahat yüzü göstermeyen cadalozlar, rhysling'le konuşurken en tatlı seslerini takınıyorlardı."

    robert a. heinlein’in kitabından uyarlama yapılarak paul verhoeven’in yönettiği “starship troopers” adlı filmi de hatırlatmış olayım.
    --- spoiler ---
  • bu gece çekilişle kazanabileceğiniz eser.

    https://m.facebook.com/…34724730414/?type=1&theater
hesabın var mı? giriş yap