*

  • (bkz: kizkaciran)
  • kizkaciran'in daha teknolojik versiyonu. gudumludur.
  • küçükken kızları nasıl tanıyıp ta pe$inden gidiyor diye merak ettiğim, hiçbir erkeği kovalamadığına inandığım barut yüklü oyuncak.

    (bkz: çocukluk dönemi sanrıları)
    (bkz: algıda secicilik)
  • evet; herkesler bilmezler “rıza silahlıpoda” adının mitolojik zamanlarda geçen bir “iskandinav efsanesi” olduğunu ve neyi ifade ettiğini “tipitip” sakız çiğneyerek büyümüş bir nesilden başka. ki henüz büyük türk icadı “sinek ilacı sıkan araba” nobel fizik ödülü için aday bile gösterilmemiş, ilk sevgililer edinilmemiş, “metin milli” ispanyol paça krem rengi takım elbisesi ve “davudi” sesiyle ortalığı yakmaktan vazgeçmemişti, ki o zamanlar; “u can’t touch this”… dıp tıs dıp tıs…

    sokakta yürürken, ibrahim tatlıses’in yeni çıkan parçalarını, ferdi tayfur’un eski parçalarını ve ıslık nameleriyle icra etmeyi pek seven bizler, la vache qui rit

    “lavaş kiri, lavaş kiri,
    yumuşacık kaymak gibi lavaş kiri”

    reklamının cingılını duyduğumuzda lavaş kiri kelimesinin la vache qui rit’nin şeklinde yazıldığını sonradan öğrendiğimiz peynir reklamındaki gülümseyen sarı saçlı kızlara da elbette ki hastaydık heyhât memlekette öyle kız kaç taneydi ki? nestle krokant yiyebilecek tek ulu gerçeklik, siyah önlüğün altından görünen bıldırcın yumurtası diz kapaklarına hayran olduğum femme-fatale. evet bir taneydi, sibel… işte kapitalist çarkın isimlendirme kriterlerine karşı ilk nefretimi kazandığım isim ve “ilk” sonsuz aşkım. kurban olurum.

    ama; hangi hayvan evladının aklına gelir “kızkovalayan” diye bir şey icad etmek a efendiler? hayır “torpil” var, “çatapat” var, fezâ marka “torpil” var, neden “kızkovalayan” ha neden? her şey başlamadan bitmeye başlamıştı bile. tez canlılıkta sınır tanımayan ben, o güzelim baklava dilimi desenli dizkapağına kadar inen kahverengi çorapları bulunan küçük burunlu, ak yüzlü sarışın bebek, sınıf arkadaşım, sibel… yüzü kıpkırmızı olmuş ve ağlıyordu köşede. o patlayıcıya “kızkovalayan” adını verenler, 2007’den size selam olsun ve çıkmayınız karşıma asla.

    evet sibel oturmuş ağlıyor, sebebi de benim duvarın arkasında saklanmak suretiyle, sibel’i korkutmak için attığım kızkovalayan. korkmuş kızcağız haklı olarak. halbuki bilmiyor ki ben ona sürpriz yapıyorum, halbuki bilmiyor ki ben ona derûnî hislerle bağlıyım, halbuki bilmiyor ki tek taş pırlanta yüzükten anladığım o kadar. ya hu daha mehmet ali erbil’in bıyıklı ve orta yaş bir amca olduğu dönemlerde elbette ki böyle olacaktı, ne bekliyorsunuz ki? hepimiz boş zamanlarımızda kitap okuyup müzik dinlemek gibi işlere başladık birkaç yıl sonra zaten. gri veya kırmızı naylondan üretilmiş, sony’lik gerçeği tartışılabilir walkman, kuş yuvası gibi kadın saçları, tunik elbiseler, türbe yeşili döpiyesler, armut gibi kadın vücutları ve epilasyonsuz bacaklar, disko disko...

    üzüntüden ne yapacağımı bilmez bir halde mahallenin bakkalına seğirttim ve 1,5 litrelik şişe “elvan gazoz” aldım, cam şişede elbette, turkuvaz rengi,

    “müjde müjde size,
    parizyenden müjde size
    zarif sağlam esnek çorap
    rahat çorap müjde”

    cingıllar beynimde dönerken, içtiğim gazozun da bana hüzün kattığını fark ettim ve aşağıdan anneme seslenerek “aneeaaa, bana salçalı ekmek yolla” diye haykırdım bittabi ki. “sakallı bebek” doğmuş filan yerde haberlerinin hızla yayıldığı ve “sakallı tavernacı” güruhunun aklımızı aldığı yıllar, “hiç unutulur mu okul yılları”, “aduket atmalıydı hayatın midesine” fakat, sibel bir kere küsmüştü, çözümü yoktu, elbette ki kronik badakizm daha o yıllarda kendisini gösterecek ve üzüntüden kahrolunmasına rağmen gidilip sibel’den özür dilenilemeyecekti. takipler başlamalıydı. o zamanlar herhangi bir ideolojik mensubiyeti bulunmayan “mekap” ayakkabılarım, “necip bey” briyantinli dana yalamış saçlarımla hızla tahta köprünün üzerinden geçip sibellerin evinin karşısındaki metruk inşaatın içinde aldım soluğu ancak arka taraftan dolanıp görünmemem gerekiyordu zira; sibeller aile dostumuzdu ve bize misafirliğe geldiklerinde ben daima kaçıyordum. metruk inşaata girdiğimde üç pileli (pli) üzerinde sarı düğmeler bulunan yeşil pantolon ve turuncu gömlek, bisiklet yaka beyaz atlet ve dönemin vazgeçilmesi beyaz çoraplarla pusuya yattım bir snipper edasıyla. saatler geçiyor ve halen sibel ortalarda yoktu, kararmıştı hava, bir ara mutfağın lambasının yandığını görünce irkildim, evet dedim görebileceğim, heyhat; dev bir siluetten başkası değildi gördüğüm, babası… yıkıldım tekrar. her şey “kızkovalayan” denilen hunhar ve canavarca icadın suçu. kahretsin. shit. özür dilerim sibel… ek$i sözlük/2007, 15 yıl sonra.
  • bayram harçlıklarımızın büyük çoğunluğunu uğruna harcadığımız, zaman zaman saçımızın başımızın ve bazen de parmaklarımızın inceden yanmasına sebep olan roketimsi oyuncak.
    (bkz: eski günler)
  • bir mucize özünal kitabı.
    + kızkovalayan kızkaçıran'dan belirgin bir kültür farkı ile ayrılır. kaçmak ile kaçınmak arasındaki fark kadar etimolojik, evet...
hesabın var mı? giriş yap