• farklı tonları var; açık (temiz kan`): ak kan`, koyu (pis kan), aç*ıklı koyulu, koyulu* açıklı...
  • (bkz: blood red)
  • avrupa yakası'nda çok kullanılan bir tabir. tam anlamı açık değil aslında..çok ateşli, çok dürüst veya çok delikanlı anlamlarında kullanıldığını gördüm.

    (bkz: ben bugün bunu gördüm)
  • (bkz: kan taşı)
  • kemiklerime kadar işleyen soğuk yağmura titremek dışında bir tepki vermeden yürüyordum. titremenin farkında mıyım onu bile bilmiyorum. şu an sanki dışarıdan biraz yüksekten sağ çaprazımdaki birinin gözünden görüyorum kendimi. ıssız sokakta tek başıma yürüyorum. ince bir t-shirt ve üzerine yağmura karşı pek de koruyucu olamayacak, pamuklu önden fermuarlı –önü kapanmamış– bir mont var üzerimde... en sevdiğim sweat-shirt’üm. altımdaki kot pantolon sadece ıslanmış gibi dursa da geçen arabaların attığı sulardan artık çektiği suyla bacağıma yapışmış ve demir ağırlıklar bağlamışım gibi ayaklarımı yere çekiyor. onu da hissetmiyorum, zaten pek hızlı yürüdüğüm de söylenemez. nereye gidiyorum? ayağımdaki ayakkabılar da sürekli giydiğim siyah spor ayakkabıları, onlar da pek mevsime uygun görünmüyor. ne arıyorum ben burada? saçlarım kısa, yağmur damlaları kafama iyice yapıştırmış saçlarımı, arasından süzülen sular alından şakaklarıma ya da burnumun üzerine akıyor, geçtikleri yerler kurak bir coğrafyadaki duru ırmaklar gibi... gözlüklerimde biriken su damlacıkları çarpan her su damlası ile yer değiştiriyor. şu an o gözlüklerden bakıyor olsaydım pek de net bir görüşüm olduğunu söyleyemezdim herhalde. yürüyen kendimin gözlerine takılıyorum ışık yok, bir şeyler eksik, mutluluk gitmiş
    ... sanki birisi uzanıp içimden oradaki bir şeyleri çekmiş gibi...

    başka bir sokak lambasının altından geçiyorum ışığın altında yağmurun şiddeti daha da belli ediyor kendini... bardaktan boşanıyor olmalı bu kadar su. tenim bembeyaz olmuş, mat... kimim ben?

    birkaç sokak ve kesişen yol geçiyorum bu şekilde. görüş açıları anlık boşluklarla değişiyor ama hep kendimi dışardan bir gözle izliyorum. arada birkaç araba geçiyor, sokaklarda hiç insan yok gecenin geç bir saati olmalı. aklı başıda birisinin dışarıya çıkacağı bir hava değil zaten. elimde kırmızı bir şeyler mi vardı benim?

    ...

    24 kasım 2002 pazar... bugün üçüncü yılımız doluyor. ilk günkü kadar olmasa da çok güzel bir his var içimde. ilk kez bir ilişkim bu kadar uzun sürüyor ve hala birbirimizi seviyoruz. yoksa bu his ne olabilir ki? aşk değilse ne? bir haftadır görüşmüyoruz ama her gün telefonla dakikalarca konuşmadan edemedik. son konuşmamızda bugün geleceğim haberini vermedim. seyahatimin hala çarşambaya kadar süreceğini sanıyor. güzel bir sürpriz olacak, uykuma yenik düşmezsem tabi... danimarka dönüşü toplam dört saatlik uçuş için bir aktarma ve rötar sebebiyle almanya havaalanında geçen 9 saat. neyse ki dönüş uçağında 1 saat kadar kestirebildim. şimdi ilk iş eve gidip iyibir duş alıp derhal dışarı çıkmak.

    duş sonrası biraz rahatlamış bir şekilde her ayın yirmi dördünde olduğu gibi çiçekçiye uğrayıp güller almaya gittim. her zamanki güleç yüzlü bayan karşıladı buradan en az yirmi kez çiçek almışımdır ama bir kere bile ismini sormadım. her çiçek hazırlanışında da üç dört dakika muhabbet etmişizdir herhalde, sempatik olduğumu sansam da soğuk biriyim herhalde. aslında bu balık hafızamla kadının ismini sormuş olsam da hatırlayacağımdan değil ya...

    bu sefer güzel bir buket olmuştu, otuz altı tane -her ay için bir tane- kırmızı gül. büyük de oldu bu buket. çok beğenecek. çiçek alırken çift sayılar şanssızlık getirir derler ama bir eksik ya da bir fazla olamazdı. çiçekleri arabanın ön koltuğuna bırakırken cebimi belki yüzüncü kez kontrol ettiğimde kırmızı kadife kaplı küçük kutunun orda olduğunu bir kez daha hissedip bir kez daha heyecanlanıyorum. insan sevgilisine evlenme teklif edeceği gün kot pantolon giymez diye düşünüyor ama o hiç unutmaz benimle ilk tanıştığı gün ne giydiğimi, bu aynı pantolon ve açıkcası oldukça da eskimiş durumda. her ay aynı pantolonu giymek biraz saçma, tuhafım galiba ben biraz. cepteki şişkinlikte çok pahalı olmasa da güzel bir yüzük -ucunda minik bir elması olan bir yüzük- var. tam zevkine göre, artık zamanı gelmişti. sürpriz saldırı ile gafil avlayıp evlenme teklifine evet yanıtını ilk denemede beklemeden alacağıma eminim.

    bu düşüncelerle yüzümde mutlu bir tebessümle arabama binip onu aradım, ufak bir de numara gizleme numarası ile nerede olduğumu anlamayacak nasıl olsa.
    - aşkııııııım, -o güzel ses, özlemişim
    - yaa gizli numaradan arıyorum ne biliyorsun benim olduğumu bakayım sen, - numarayı gizleyemedik mi acaba?
    - sabahtan beri görüşmedik ve gizli numaradan arıyorsun aşkım başka kim olabilir, -oh yırttık
    - hmmmm... hadi inandım. n’apıyorsun bakayım?
    - film seyrediyorum. televizyonda aptal bir türk filmine takıldım onu izliyorum evde yalnız. gelsene sende aşk filmi beraber izleriz.
    - geliyom hemen, -inanmaz ki
    - hadi ordan yalancı, kandırıp en ince duygularımla oynama bari, pis böcük, -inanmadı
    - sensin pis böcük. filmin ismini unutma gelince beraber tekrar seyrederiz,
    - yok ikinci kez dayanamam çok aptal bir aşk filmi, bir oğlan terk ediyor kızı, sonra barışıyorlar bu sefer kız oğlanı terk ediyor filan, iki kere hayatta çekilmez.
    - hahaha, tamam gelince güzel bir filme gideriz senle sinemada arka koltuklara geçeriz, romantik sahnelerde ben de muzurluk yaparım, öperim filan
    - aklın fikrin orda zaten sen beni fiziğim için seviyorsun, pis böcük
    - eveeeet... ama sen de beni fiziğim adaleli vücudum için seviyorsun
    - eveeeeeeeeet..
    - pis böcük. çok özledim ben seni.
    - ben de seni çok özledim. çabuk gel sağ salim gel de öpcem ben seni
    - ben de seni öpcem.
    - tamam o zamana kadar unutma seni seviyorum
    - hah, iyi oldu hatırlattın. dünden beri düşünüyorum neydi beni bu kıza bağlayan diye
    - öperken ısırırsam görürsün ama
    - abooo fransız. hahahaha
    - hahahah
    - ben de seni çok seviyorum aşkım.
    - çabuk gel
    - tamam
    - yaaa, tamam diyip kandırma işte
    - kandırmıyorum işte seyahatten gelince ilk iş sana çiçek alıp sürpriz yapacağım, -yalan değil ama
    - şimdi sürpriz mi olacak bu
    - eh öyle sayılabilir ama
    - tamam unuttum son dediğini
    - ne demiştim ki ben
    - muzur, hahaha
    - neyse kapatmam lazım aşkım yemeğe gidiyoruz geldi kefereler,
    - sarkmasın elin gavur hatunları sana aman dikkat
    - sipariş alacağız artık sarkarlarsa da katlanacağız,
    - bana bakkkkk
    - tamam tamam yüz vermem hepsi erkek zaten
    - ahaha süper iyi oldu bu
    - kapatıyorum aşkım
    - tamam canım gece tekrar konuşalım ama
    - tamam böcük, öptüm
    - öptüm

    şimdi bir de güzelinden kırmızı şarap alırsak çikolatanın yanına süper olacak. bir saate kadar evinde olurum, sürpriz çok hoşuna gidecek.

    ....

    sorun ilk olarak kararan gökyüzünden düşen damlalarla başladı, indiğimde pırıl pırıl olan gökyüzünden eser yok. trafik sıkışınca hesapta yarım saatlik bir gecikme oldu. arabadan inerken bile ıslandım hatta bayağı, şarapla çikolatayı bir elime, çiçekleri bil elime aldığımda ayaklı bir büfe gibi duruyordum herhalde. tam evin önünde üç arabalık yeri tek başına kapatan o öküz olmasa apartmana girene kadar daha az ıslanmış olacaktım. neyse ki birisi merdivenlerin ışığını yakmıştı bir de otomata basmakla uğraşmayacaktım. asansörün kapısını açıp giremediğimden üçüncü kata merdivenlerden çıkmaya karar verdim. sonra birden telaşlı bir kapı çarpması ve koşar adım merdivenlerden inen birilerinin sesini duyup kenara çekildim, ayaklı ama yere yapışmış bir çelenk olmamak için kenara çekildim. iki adam yanımdan yangından kaçar gibi koşarak geçti. çiçek kapattığı için yüzlerini tam göremedim ama hanzo ve sakallı tiplerdi. birinin iki eli ve sağ bileği kırmızıydı çiçeklerin arasından gördüğüm kadarıyla, boya falandır diyip düşünerek devam ettim. acaba telaşları neydi? neyse aklımda daha güzel düşünceler varken özellikle evlenme teklif edecek olmanın telaşı varken bir andan fazla düşünemezdim. benim elimdeki kırmızı şeyler güllerdi ve üzerlerine düşen yağmur damlalarıyla daha da güzel olmuşlardı. ikinci katı geçip üçüncü katın yarısına tırmanmıştım ki apartmanın otomatı sönüverdi. eller dolu ayaklarla yoklaya yoklaya çıkıp ince yanan otomat düğmesi üstündeki ışığa küfrederek, hafifçe bir kafa darbesi ile otomatı tekrar yaktım. arkamı döndüğümde onun kapısı aralık duruyordu. herhalde geldiğimi gördü arabadan diyerek içeri daldım. televizyonun sesi geldi içerden “sanat dünyasında büyük tartışma hülya avşar, gülben ergen’e verdi veriştirdi” garibim sıkıntıdan herhalde magazin programlarını bile izler olmuş. “aşkııııııııım” cevap yok... hımmmm, geldiğimi gördüyse? yatak odası... kapıdan kafayı uzatıp “aşkıııım” dediğimde gördüğüm sahne kırmızı gecelik içinde şuh bir pozda yatan sevdiğim kadın değil idi... kırmızı vardı ancak gecelik değildi. boya? hayır boya da değil, kan... aşkım? kan gölü arasında yanına yaklaşıp karnındaki ellerini çektiğimde göbek deliği civarından girip göğüs kafesine kadar giden derin bir yara ve artık akmayan kan... elimdekileri nereye koymuştum, çiçekler, şarap çikolata. nabzını kontrol ettiğimde hissettiğim şeyin ne olduğunu bile anlayamadım. imgeler... gözümün önünde flaş gibi çakan imgeler belirmeye başlamıştı. apartmanın önündeki salakça park etmiş araba, merdivenlerde bana çarpmalarından kıl payı kurtulduğum iki hanzo, kırmızı el... kırmızı el... kan... onun kanı. uçar gibi koşarak merdivenlerden indiğimi hatırlıyorum, kapı önüne geldiğimde çalışmaya zorlanan bir arabanın motor sesi. ordalar... beni görmediler... kapıyı hızla açıp koşmaya başladığımda birinin kafası bana dönmüştü o sırada da çalışan motorun sesi geldi. karanlıktan yüzlerini göremiyordum... kafası bana dönük olanın dönüp yanındakine bir şeyler söylediği arkadan gel loş ışıkta siluet halinde belli oluyordu, yağan yağmur da net görmeyi engelliyordu. sonra patinaj yapan lastik sesi... peşlerinden koşmaya başladım ne arabam olduğu geldi aklıma ne de arabam olsa o an onu nasıl sürebileceğimi düşünebildim. sadece koştum. dar dönemeçli sokaklarda arayı açmaları biraz zaman aldı... imgeler, kanlar içindeki onun görüntüleri, kırmızı, derin yara, kana boyalı el ve bilek, kırmızı... bir iki dönüşten sonra bir daha o arabayı göremedim ama hala koşuyordum. karanlık.

    ...

    imgeler yine gelmeye başladı, kırmızı, kan... mavi eski sıcak günler... tekrar kırmızı, kana boyalı el, kan... sonra yine mavi, ilk tanıştığımız gün... kırmızı derin yara, kan... mavi ilk öpüştüğümüz an... kırmızı, güller, şarap, yüzüğün kutusu ve kan... mavi son telefon konuşmamız, kırmızı... yüksek bir siren sesi duymuştum, normal bir insanı o sessizlikte yerinden sıçratacak olan sese yavaşça kafamı çevirerek tepki verebilmiştim anca.

    - nereye arkadaşım? –bu kim
    - ...
    - sana soruyorum, ayyaş birisi için fazla iyi giyinişlisin, uyuşturucu mu kullandın? –arabanın camından bana bu soruları soran kim
    - ...
    - (arabayı durdurup inerek) kimliğini göster bakalım? -kimim ben?
    - ...
    - kimlik diyorum, kafa kağıdı, nüfus cüzdanın yok mu?
    - var mı?, -olmalı mı?
    - (arabadaki adam dönerek) komiserim arkadaş alçak uçuşta alalım mı?
    - sırılsıklam olmuş zaten titriyor al şu salağı içeri de ne bok kullandıysa anlarız hastanede, ölecek salak bu soğukta yağmur altında giydiği şeylere bak salağın
    - (kolumdan tutup ittirerek) geç içeri.

    kafamın arkasından bastıran el yardımı ile arabaya girerken arabanın tepe ışıkları gözüme girdiğinde her şey göz açıp kapayana kadar tekrar geçti gözlerimin önünden... sonra... (bkz: arkası yarın)
hesabın var mı? giriş yap