• blondie nin rapture videosunda gorunur.
  • 19 yasinda unlu olmus ve andy warholun kankasi graffiti sanatcisi. uyusturucu ve kadinlara olan duskunluguyle bilinen dengesiz sahsiyetin sevgilileri arasinda kisa bir sure icin madonna da yer almistir. ayriliklarinin nedeninin basquiatin, kendisininkinin yaninda bir hic olan madonnanin yeteneginin daha cok yanki uyandirmasini delicesine kiskanmasi oldugu soylenir.
  • dün itibarıyla 1983 yapımı oldskool hiphop documentary'si style wars'ta da ufak bir rolde oynadığını gördüğüm sanatçı.
  • akademik kariyerinin olmaması,basquiat yı estetik kaygıdan uzak tutmuş ve kendine özgü olan normsuz,özgür çizgi ve boyasını ortaya çıkarmıştır..
    matisse görebilseydi basquiat a tapardı,bunu nedeni sanatçının son sözü,ve ömrü boyunca istediği şeydir(çocuklar gibi özgürce resim yapmak isterdim)
  • (bkz: downtown 81)
  • jean michel basquiat ve ruhunun ücrasında yaşamak

    jean michel basquiat, asırlar önce haiti ve puerto rico’ya afrika'dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve sömürgecilerin asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyah ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

    babası muhasebeciydi, annesi matilde basquiat, oğlunun sanatçı olmasını isteyen, ruh dünyası karmaşık, suskun ve kederli bir kadındı (gariptir, andy warhol’un çizdiği tabloda gülümserken resmedilir). basquiat’ye siyah atalarının mirasını devreden yine annesiydi. çocukluğuna ilişkin en canlı anılarından birisi, yağmurlu bir günde annesinin elinden tutup guernica’yı görmeye götürüşü ve annesinin o görkemli tablonun önünde, şirin bask kasabasında ölenler için hüngür hüngür ağlayışıdır. basquiat, annesine başının üzerinde ansızın beliren bir taçı işaret edişini ve uçarı bir gülümseyişle annesini teskin edişini anlatır yakın arkadaşlarına. yaşadıklarının hepsini göçmen kuşlara paylaştıran bir anneydi matilda ve basquiat, onun hüznünü anlamayan babası gerard’ı asla bağışlamadı, onunla hiç özdeşmedi.

    tom wolfe, bohem sanatçı için “burjuvanın bir türlü yapmaya cesaret edemediği şeylere girişebilen sanatçıdır” der. gerçekten de postmodern dünyamızın her zaman bu tür asil savaşçılara gereksinimi var, hani bulutları aşıp gelecek eski savaşçılara, sanat dünyasının primitif imge dehalarına. 1950’lerde bu savaşma görevini, greenberg’den devralan jackson pollack üstlenmişti. 1980’lerde ise warhol’un mirasçısı basquiat bu boşluğu doldurdu. akademisyenlerin dışında sokağı yurt edinen sanatçıların, plastik sanatlar dünyasına girdikleri ve kuralları altüst eden bir görsel sanat önerdikleri dönemdi bu. post-modern çağın, postmodern çağa dönüştüğü yıllar!

    ilk gençlik yılları sorunlarla geçen basquiat, üniversite eğitimini tamamlamasına aylar varken yarıda bıraktı. yakın arkadaşı al diaz ile soho’nun ara sokaklarını mesken edindi, duvarlarını süsledi. çok geçmeden yarattığı samo persona’sı ile sokakların tanıdığı bir kimliğe büründü. sanki bir bulvardaydı basquiat, ışıl ışıl güneşli bir bulvarda, sürekli koşuyordu, zor değildi koşmak onun için, çünkü hiçbir şeyi yoktu. kollarında yaşlı bir evsizi tuttu kimi zaman, kimi zaman naif yürek atışlarını fahişelelerin. görünmezliğini korudu basquiat, ta ki 1981’de psi gallery’deki ilk sergisine dek, artık istese de saklanamazdı.

    bir sanatçıyı inceleme süreci onları birer metin gibi okumak değil, daha çok onların gerisinde durup, omuzları üzerinden, onların kendilerini okudukları kültürel metni okumaktır. basquiat’nin bilinçdışında beyazların yöresinde nasibsiz kalmanın, uyrukların içinde uygunsuz biri olmanın derin izleri olduğunu söyleyebilirim. söyleşilerinde “siyahi ressam”, “siyahi sanatçı” olarak anılmaktan duyduğu rahatsızlığı sıkça dile getirse de, kahramanları olarak charlie parker’ı, joe louis’i, sugar ray robinson’u, muhammed ali‘yi resmedişi rastlantısal değildir. yalnızca picasso ve matisse’nin yakalayabildiği bu “kara kıta”nın kolektif primitif imge mirasını, kent kökenli bir genç siyahın (örneğin two heads in gold tablosundaki maske şeklindeki yüzlerle) yakalamış olması ilginçtir.

    basquiat’nin sanatında bir diğer baskın tema onun bitmek tükenmek bilmez ölüm arzusudur. uyuşturucu komasından çıktıktan sonra brian kelly ile yaptığı söyleşisinde şöyle der: “insanlar benim uyuşturucuyu bırakıp bırakmayacağımı ne diye merak ediyorlar, anlamıyorum. benim ölebileceğimi söylediklerinde bilmiyorlar ki ben zaten o noktadan sayısız kez döndüm!”

    ölümün yeniden bir diriliş olduğuna inanıyordu basquiat ve her dem kanayan bir adamdı. pollack gibi, warhol gibi ancak ölümün bir sanatçının gerçekleştirebileceği en görkemli eylem olduğunu hissediyor, ölümü panteona bir geçiş olarak görüyordu. zambakların, zakkumların, cezayir menekşelerinin arasında bir “yaban süseni”ydi basquiat. biliyordu ki ölen, solan sakinleşmez, daha bir karşı dururdu. ve hiçbir şey daha hüzünlü değildi, yanıbaşında kendi mezarını görmekten.

    basquiat’nin ölüm arzusunu ve geniş uykulara daldığı son yolculuğunu anlamak için ölümü bir arketip olarak derinliğine imleyen louise glück’ün dizelerine başvurmak gerek:

    “acımın sonunda
    bir kapı var.

    duy beni: senin ölüm dediğini
    hatırlıyorum ben.

    korkunç bir şey kalmak
    bir bilinç olarak
    kara toprağın altında.

    herşey biter sonra: korktuğun, bir
    ruh oluşun ve beceremeyişin
    konuşmayı, ansızın biter, katı toprak
    bükülür azıcık. ve benim
    kuş sandıklarım dalar çalılar arasına.

    sen ki hatırlamazsın
    öteki dünyadan geçişini.
    sana yeniden anlatırım derim: kim ki
    döner gelir unutuluştan, döndüğünde
    bulur kendi sesini:

    hayatımın tam ortasından
    görkemli bir kaynak fışkırır, koyu mavi
    gölgeler gökrengi denizde.”

    basquiat’nin yapıtları sadece bakarak herşeyi görebileceklerini sananlar için çetin ceviz yapıtlardır. basquiat eserlerinde konuşulamayanı dillendirmeye çalışmıştır. insana ait olanın bozuluşunu karikatürize etmeye çalışır. yapıtlarında siyah adamın sömürülmüş bedeni ve ruhu, parçalanmayı, yabancılaşmayı, terkediliş ve ölümü temsil eder. siyahi bir kadını resmettiği başlıksız bir tablosunda “detail of maid from olimpia” işaretinin altından adeta kan damlar. eleştirdiği hem sömürgeciliğin kendisi hem de sömürgeciliğin kültür ve sanat dünyasında yansımalarıdır. çirkin ve grotesk tablolar yaratmış oluşu, tam da basquiat’nin vermek istediği mesajla örtüşür. çirkin olanın maskesi ancak bu şekilde düşürülebilirdi. basquiat, böylece avrupa merkezli güzellik kavramının altını oyar, martinik doğumlu frantz fannon’un “siyah deri, beyaz maske” kitabında yaptığı gibi, sömürgeciliğin karanlıkta kalan çirkin gerçekiliğini çarpıcı bir dille resmeder.

    basquiat’nin yapıtlarında siyahların bütün olarak çizildiğine rastlamazsınız. hayranlık duyduğu kahramanlarının çizimlerinde bile bir eksiklik duygusu, bir parçalanmışlık duygusu egemendir. siyah erkek figürleri hep kendi başlarınadır ve beyazların yöresinde asimilasyona uğramışlığı ve izolasyonu temsil eder. “native carrying some guns, bibles, amorites on safari” tablosunda görsel olarak bu bütünlükten yoksun siyah imgesini izleyicinin adeta gözüne sokar. tablonun sağ alt köşesine ustaca “size altından söz etmiyorum bile” (“i won't even mention gold, (oro)” cümlesini yerleştirir ve iskelet benzeri imgelerin arkasındaki eleştirel bakışa işaret eder. taçlar (peso neto) tablosunda, başlarında taçlar olan siyahlar, başında yine taçlar olan ama yalnız başlarına duran beyazlarla birlikte yer alırlar ki gölgelerin dünyasında siyahların görkemine göndermedir. untitled 1981’deki üç noktalı taç figürü, onun sanatsal ölümsüzlüğünün simgesidir.

    bir ressam için çizmek sonuçta kendini ifade etmektir, kendinle konuşmak, kendinle halleşmektir ve bir gereksinimdir. belki de bu nedenle sanatçı, kimse için değil kendisi için çizer, resmeder. fırçayı kullanma biçimi, uslubu, sanatçının iç dünyasının dışavurumudur ve temelde özgürlüğü temsil eder. basquiat’nin tablolarında yoğunluk, içtenlik, sahicilik yanısıra, kimsesizlik, yalnızlık, ıssızlık ve çile çekişi buluyorum. ölüm ve çürüyüşü bile cümbüşvari, coşkulu bir anlatımla resmediyor. yapıtlarına sokuşturduğu metinleri, efsanelerdeki gibi ana yurdundan uzaklarda hapsolmuş asil bir ruhun şakıyışına benzetiyorum.

    sanat dünyasına paranın, reklamın pervasızca sokulduğu yıllarda, basquiat’nin yalnızca paranın ve şöhretin peşinde koştuğunu düşünmüyorum. yapıtlarında taç ile resmedilen şöhretin, onun kaçınılmaz yazgısı olduğu açık. ya oyunun dışında kalacak, ya da sanat tarihinde yerini alacaktı. o ikincisinde karar kıldı ve dönüşü belli olmayan bir yolculuğa çıktı. greg tate, basquiat için “…böyle yaparak tarihte yerini aldı, eleştirmenlerin, sanat tarihçilerinin gözünde batı resim sanatının büyük beyaz ustalarının yanında yer aldı” der. ne var ki, beyazların egemenliğindeki sanat dünyasında kendi rolünü oynarken, hayatını risk ettiğini, bu yolculuğun tümüyle bir kendini adama olduğunu belki de hiç farketmeyecekti. bu zor tercihin yarattığı çatışmalar, sonuçta kendini çarpıtma ve kendini sakatlama dürtüsü olarak ele verdi.

    jean-michel basquiat, 1988 yılında henüz hayatının ve sanatının baharında iken uyuşturucu koması sonucunda, rene ricard’dan sözleriyle, “ölümsüzlüğün sessiz eflatun rengi ehramlarına bürülü” olarak hayata gözlerini yumdu. afrikalı atalarının özgürce yaşadıkları kara topraklara ölüme ulanarak kavuştu. kendi ruhunun ücrasında yaşayan basquiat için gidilecek yer hiç de uzak değildi. geride zihinleri karıştıran, uyaran, zorlayan yapıtlar bıraktı. postmodernizm ve neo-expresyonist akımın chatterton’u, amerikan resminin goya’sı, soho’nun charlie parker’ı olan basquiat’nın yaralı ama asil ruhu şadolsun!
    yüzünü granit işaretlere yaslayarak göçerken kulağımıza şöyle fısıldıyordu:

    “ruhlar nesnelere benzer.
    niçin bütüncül kalsın, tek bir biçime sadık kalsın,
    özgür olmak varken?

    samet köse
    charleston, south carolina
  • somekind of monster isimli metallica belgeselinde en guzel iki eserini lars ulrich'in vaktiyle yatirim amaciyla satin almis bulunduguna ve aglaya zirlaya sattigina sahit oldugumuz buyuk yetenek.
  • kaçırdığı prensin sesini alıp kollarını bağlayıp şatosunun kulesine hapseder kötü kalpli kral. prensin kurtulmak için yardım isteyebildiği tek şey başındaki tacıdır; tacını kulenin demirlerine vurarak aşağıdan geçen insanlardan yardım isteyebileceğini düşünür. ve tacını demirlere vurmaya başlar. kuleden gelen ses o kadar güzeldir ki kulenin çevresinden geçenler durup bir süre bu sesi dinledikten sonra yeniden dinlemeye gelmek için yollarına koyulurlar. prens tacını demirlere vurmaktan bitap düşer. ama tek kurtuluşu bu olduğu için devam eder vurmaya, insanlar da bu güzel sesi durup dinleyip yine gündelik hayatlarını sürdürmeye. sonra ses kesilir.

    hayır hayır spoiler olmadı. filmi seyredile. basquiat'yla birlikte barbados hayalleri kurula.
  • bazi elestirmenlere gore avrupa-merkezci bir bakis acisindan kurtulmadan asla anlayamayacagimiz ressam. kendisi defalarca, eserlerinde primitif ogeler barindiran picasso gibi ressamlari taklitle suclandi ama bunlar soylenirken kimse basquiat'nin zaten primitif ogeler barindiran bir kulturden geldigini dusunmedi ve/veya dile getirmedi. eserlerinin gercek sanatsal degeriyle degil de, aykiri hayat tarzi ve beyaz sanat cevresiyle olan yakin iliskileriyle gundemde kaldi. eserlerinden bazilarina su siteden ulasilabilir:

    http://www.basquiatonline.org/
  • madonna'yla beraber olan resmi şuradan görülebilir, yıl 1982.. vay babam vay.. ne günlermiş beaa:

    http://www.madonnalicious.com/…s/1982/basquiat2.jpg
hesabın var mı? giriş yap