• buyulu sıvı. oldurmek, canlandirmak, asik etmek vs. gibi bircok etkisi olabilir.
  • cocuk masallarinda cok kullanilir
  • ixir'in turkce yazilisi.
  • kurtarr bizi bu dünyadan supermeenn diee şarkıları olan grup
  • albümleri ada müzikten çıkan grup (bkz: superman)
  • nasihat adlı parçaları pek bi güzel olan grup.
  • ankara üniversitesi hukuk fakultesi bünyesinde 1997 yılında kurulan,5 sene zarfında(2002)aktif çalışma ve hatta meydanlarda eylemlilikte bulunan,son zamanlardaki çalışmasını ankara ekoloji kollektifine bağlı iksir doğa kültürü/ankara ekoloji kollektifi birimi olarak sürdüren bir dergi/eylem/fikir/proje... vs. grubu.
  • aühf iksir ekoloji kollektifi kendini anlatıyor bir yazısında
    öncelikli olarak iksir çalışmasının politik ekseninden bahsetmekte yarar var. bizler portakal çiçeği kokan kentlerden, şehrin içinden berrak ırmakların geçtiği kasabalardan, elma çiçeğinin açtığı mevsimlerden, yağmurun toprağa düştüğü yollarda kurbağaların sesiyle çoğalan yıllardan geliyoruz. arkamıza dönüp baktığımızda bizi kıskacına alan çemberin üzerini sarmış sis perdesini ancak görebiliyoruz. kentler insanları tüketen makinalara dönüşmüş. yaptığımız hiçbir şey bizi tatmin etmiyor. hepimizin yüzünde bir kaygı, umutsuzluk, yoksunluk gırla gidiyor. bütün bunları dert edinen bir avuç insan dedik ki bedenimizle değil maddi gerçeğimizle uğraşalım ve bu gerçeğin içinde kendimizi değiştirmeye çalışalım. peki gerçeği nasıl algılayacaktık? hem ekolojiyle ilgilenip hem de idealizmin tuzağına düşmemek olanaklı mıydı? gerçeği nasıl algılayacaktık...?

    doğanın fetişleştirildiği, insanların yeşil alan ihtiyaçlarını paketlenmiş turistik gezi programlarıyla giderildiği dünyamızda önümüzde iki olanak duruyordu. ya küçük kaçamaklarla yoğun iş yaşamımızdan çaldığımız saatlerde çevrecilik yapacak ya da yaşanabilir, eşit ve özgür; parayla alınıp satılmayan, herkesin ihtiyacı kadar, herkese yeteneğine göre bir dünya kurmak bizim yaşam biçimimiz olacaktı. biz ikincisini seçtik.

    ilk gündemimiz 1997 yılında nükleer santraller ve insandı. çıkarılan ilk bülten de yine nükleer santrallere ilişkindi. tüm bu süreçte, düzenli olarak yaptığımız toplantılarla belirlediğimiz çalışma başlıklarıyla hep bir adım ötesi için çalıştık. akkuyu’ya yapılması planlanan santral, bergama ve siyanürlü altın; insana ve doğasına yabancılaşan, makinaların ve teknolojinin bir uzvu haline gelen insan, 1998-1999 yılları boyunca çalışmalarımızın rengini belirledi. insan hakları haftasında aü. cebeci kampüsü’nde dikilen ağaçlarla kaybedilenler ormanı, yaşamda insanlığın değerlerini kirletmeyenlere adadık. eşya sofrası kampanyamız, insanları eşyalaştıran tüketim alışkanlıklarına, meta fetişizmine ve birbirimizi tanımadan yaşanılan bir hayata karşı eşyaları değil, yaşamı paylaşalım çığlığıydı.

    yaşam alanlarımızda; çalışma konularını birbirine sunan, film gösterimleri ve panellerle bir duyarlılık kurmaya çalışan bizler, çamlıhemşin- fırtına vadisi’ne kurulmaya çalışılan hidroelektrik santralin yaratacağı katliama dur demek, enerjimizi ve toprağımızı sattırmamak için bir kampanya düzenledik ve 7-9 mayıs 1999’da otobüslerle çamlıhemşin’e taşındık. ilk dergimiz de bu dönemde yayınlandı. bak yaklaşıyor fırtına...

    24 aralık’ta tüm renklerle birlikte, kuyunun dibinde akkuyu’daydık. ikinci dergi akkuyu gündemiyle çıkarılmıştı bile.

    9-10 aralık 2000’de üniversite ve kent konuşuyor sempozyumu için ellerimizi taşın altına soktuk. ne de olsa başka bir kent, başka bir yaşam mümkündü.

    gel zaman git zaman mayıs 2002’de ülke çapında çıkartılan ilk sayı ile yeni bir sorumluluğun altına girdik. üç aylık periyodu maddi manevi koşullarla aksatsak da ocak 2003’te yepyeni ve daha kararlı bir şekilde yine buradayız. bu süreçte 5 haziran dünya çevre günü’nde papatyalar elden ele dolaştı. çalınan teneke kutularla başlayan konur sokak çıkartması ile kızılay; uzun zaman sonra, belki de ilk kez bir sokak konseri ile derin bir nefes aldı, yaşamı kokladı. cebeci kampüsü şenliklerinde açılan iksir pankartları, yazın medetsiz zirve tırmanışları, şarap üretim atelye çalışmaları moral ve motivasyonumuzu arttırdı. ülkenin gündemindeki savaşın insanlık adına nasıl bir kirlilik yaratacağı bilinciyle 1 aralık çağlayan, 22 aralık ankara eylemlerinde sokaklardaydık. yaşam adına sesimizi yükselttik, çoğaldık, çoğalttık.

    zamanla gerçeğimizi anlayabilmenin yolunun insanın doğayla kurduğu yüzbinlerce yıllık tarihi ilişkinin karşılıklı ve birbirini belirleyen bu haliyle diyalektik bir etkileşim halinde olduğunu kavradık. yaşamın onbinlerce olasılığı içinde hiçbir gerçeğin neden sonuç ilişkisiyle açıklanamayacağını, bunun içinde çalışmamızın disiplinlerarası bir niteliği olması gerektiğini gördük. hukukçuyu biyolog, biyoloğu sosyolog; sosyoloğu tıpçı tamamlıyordu. böylelikle ilgi alanlarımız çeşitlendi, kavrayışımızın yoluna yeni taşlar dizildi. bununla birlikte kafamıza kazınmış bilgi hiyerarşisini de yıktık. bilimsel bilgiyi deneyimin bilgisi tamamlıyor ve bunları tarihin potasında eriterek doğamızla uyumlu bir gerçeğe yol alıyorduk. işte tam bu noktada “yabancılaşma” sorunu bu çalışmanın merkezine oturdu. gündelik alanla siyasal alan arasında ayrım yapmadan hayatımızı bütünsel bir eleştiri ve özeleştiri süzgecinden geçirmeye başladık. sokaktaki bir gülümseyiş çok sonraki bir gülüşün başlangıcı olmaya başlamıştı.

    eğildik, büküldük, tavı gelmiş demirin korundan düştük hayata, tüm acemiliğimiz, kaygılarımız ve insan kalabilme çabamızla.
  • nerden geldik nereye gidiyoruz
    iksir, beş yıl önce ankara üniversitesi hukuk fakültesi’nde paylaşan, mutlu bir dünyanın düşünü kuran öğrenciler tarafından kuruldu. yaşadığımız çevre sorunlarına dair duyarlılıkları toplumsal bilinç ve hareketlilik düzeyine taşımak gayretiyle kurduğumuz iksir, 1997 yılında “nükleer santraller ve insan” başlıklı çalışmasıyla üniversitede bir çevre duyarlılığı örmeye girişti. çıkarılan ilk bülten de yine “nükleer santraller”e ilişkindi. çevre topluluğunun ilk bülteniyle açığa çıkan ilkeleri, kurmayı hep yeniden denediğimiz katılımcılığı artıran, topluluk üyelerinin sorumluluk almalarını ve çalışma konuları ekseninde oluşturdukları disiplinle kendilerini toplumsallaştıran, paylaşım ve dayanışmayı perçinleyen bir kollektiviteyle örülmesinin ipuçlarını verdi. deneyimlerini, biriktirdiklerini bize aktaran yasemin mit, göksel demirer, ethem torunoğlu... yaşamı yeniden kurma çabamızda bizi donattı. iksir, düzenli olarak yaptığı toplantılarında kendisine belirlediği çalışma başlıklarıyla bir sonraki yıla hazırlandı. 1998 yazında adana’da yaşanan deprem, büyük kentlere sürekli artan göç, gecekondulaşma, 18 nisan seçimleriyle rantiyeye peşkeş çekilen kentler, ülkenin geleceğine ve doğal kaynaklarına bir saldırı olarak şekillenen çok taraflı yatırım antlaşmaları (mai, miga) ve uluslararası tahkim, akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral, bergama ve siyanürlü altın, insana ve doğasına yabancılaşan, makinaların ve teknolojinin bir uzvu haline gelen insan 1998-1999 yılı boyunca çalışmanın rengini belirledi. insan hakları haftası’nda aü cebeci kampüsü’nde yapılan ağaç dikme eylemiyle oluşturulan “kaybedilenler ormanı” yaşamda insanlığın değerlerini kirletmeyenlere adandı. “eşya sofrası”kampanyası; insanları eşyalaştıran tüketim alışkanlıklarına, kar paranoyalı toplumsal kimliğe, meta fetişizmine ve birbirimizi tanımadan yaşanılan bir hayata karşı “eşyaları değil yaşamı paylaşalım” çığlığıydı. bu, herkesin kendini mutlu gibi hissettiği dar dünyalarından, anahtar sözcük ‘gibi’lerden kurtulma arayışıydı. çalışma konularını birbirine sunan, film gösterimleriyle, panellerle bir duyarlılık kurmaya çalışan iksir; çamlıhemşin- fırtına vadisi’nde kurulmaya çalışılan hidroelektrik santralin yaratacağı katliama dur demek, enerjimizi ve toprağımızı sattırmamak için bir kampanya örgütledi. 22 nisan 1999 tarihli ilk iksir dergisinde “bak yaklaşıyor fırtına”, 7-8-9 mayıs tarihlerinde öğrenci koordinasyonundaki arkadaşlarımızla çamlıhemşin’de “enerji ve toprağımızı sattırmayacağız” dedik. çamlıhemşin eylemi, iksir’in yaşadığı ülkeye sahip çıkışının fotoğrafıydı.

    18 nisan seçimlerinden sonra ülkesine sahip çıkan kesimlere yönelik yeni bir saldırı hayata geçirildi. anayasa değiştirilerek özelleştirmelerin, satışların altyapısı oluşturuldu. sendikal hareketlerin sokak gösterileri, siyasal iktidarın “çalışkanlığı” karşısında etkili olamadı. buna karşın uluslararası sermayenin akkuyu’da kurmaya çalıştığı nükleer santraller konusunda yıllardır oluşturulan duyarlılık ve örgütlülük, 24 aralık 1999’da mersin’de yapılan eylemle zafere ulaştı. proje, bir süreliğine de olsa rafa kaldırıldı. ikinci dergisini 24 aralık eylemine yönelik çıkartan iksir, ankara üniversitesi cebeci kampüsü’nde örgütlediği nükleer karşıtı platform ve düzenlediği şenlikle bu alandaki tepkileri üniversitede bir araya getirdi.

    sorunlarımızı konuşabilmek için 9-10 aralık 2000 tarihinde öğrenci koordinasyonu ve kent konseyi adına mimarlar odası ile düzenlediğimiz “üniversite ve kent konuşuyor” sempozyumu, başka bir kentin, başka bir üniversitenin mümkün olduğunu gösterdi.

    2000 yılı aslında tüm muhalif kesimler için bir kesinti yılıdır. yaşamın her alanındaki yalnızlaştırma politikasından nasibini “cezaevleri”de aldı. 19 aralık 2000 sabahı, o söylenen şey olmuştu: “yaşam hücreleşti”. savrulan “örgütlü kesimler” kendilerini “kriz ve imf” politikası üzerinden yeniden örgütlemeye çalışsa da kelimenin tek anlamıyla bir kuşak yok olmuştu. renklerimizden birisi yoktu. korkunun sokaklara ve benliğimize hakim olduğu bu yeni dönemde yan yana aynı yolda yürümek bile bir başkaldırı olmuştu. işte her şeyi bir kez daha yaratmak cesareti ve iradesiyle ‘düştük yollara’.

    okullarımız bitiyordu, öğrencilik baki değildi ya! kimimizse hala üniversitedeyiz. ilk derginin sunuşunda dediğimiz gibi nerede olursak olalım çabamızın adı iksir olacak. işte 1997 yılında başlayan bu çaba hem yaşanılan sürecin dayattığı nesnelliklerle hem de sorunların disiplinlerarası niteliği, karmaşıklığı ve çok yönlülüğü nedeniyle hukuk fakültesi dışına taştı.

    aslında kendimizi bugüne kadar “hukuk fakültesi çalışması” olarak tanımlamamız, ufkumuzun darlığından değil nesnelliklerimizin ve pratik alışkanlıkların bize kazandırdığı -belki de kaybettirdiği- bir refleksti.
    iksir topluluğu olarak ele aldığımız sorunların hedef kitlesini üniversite gençliğiyle sınırlandırmak gibi bir perspektife sahip olmasak da, çalışmanın bugünkü düzeyiyle üniversite gençliğinin muhalif dinamiklerini kendi perspektifiyle örgütlemenin ötesine de geçemediği açıktır.

    bizler, ne çevre duyarlılığını basitçe “boş zaman” etkinlikleriyle süsleyen bir çabanın adıyız, ne de sorunlarımızı geleceğe havale eden ikameci bir örgütlenmeyiz. kendimizi politikleştirirken dert edindiğimiz sorunları kendi dışına taşımaya çalışan ve bu haliyle belli düzeyde bir kollektif yaratma niyeti olan bir çalışmayız. bugüne kadar sol veya sağ çevrelerde karşılığını eklektik düzeyde bulan sorun alanlarımızı, neoliberal politikaların tuzağına düşmeden ama şu iktidara bir gelelim kolaycılığına da sapmadan çözmeye çalışacağız.

    bu eklektik düzeyden kastedilen şudur: 90’lı yıllarla birlikte can yakıcı bir şekilde ülkemizde hissedilen çevre sorunlarına, genel örgütlenme sorunları içinde, parti programlarında satır arasında geçen bölümlerde sosyo-ekonomik temelli çözümler üretilemedi. hatta biz çok renkliyiz, bakın eşcinseller, kadınlar, çevreciler, sosyalistler bizim partide diyenler bile söylediklerini hayata geçiremediler.

    bizler, kendimize parlamenter sistemin tarif ettiği verili iktidar alanı üzerinden bir meşruiyet yaratmaya çalışmadığımız gibi; kendimizi bir sivil toplum kuruluşu olarak da tanımlamıyoruz. çünkü iktidarımızın kaynağı; insanın, insan ve doğa üzerindeki iktidarını ortadan kaldırmayı hedef alan eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerimizdir. taleplerimizle özdeş iktidarımız, bu taleplerin hayata geçirilmesiyle sönümlenecektir. bu haliyle egemen siyasetle bir neden-sonuç ilişkisi içinde değil; diyalektik bir bütünlük içinde varız; siyasal ve ekonomik taleplerimizi, toplumsal iktidarın tüm kademelerinde, kurumlarında içselleştirmeye çalışıyoruz. önüne siyasal iktidar perspektifini koymuş devrimci çalışmaların programatik ekseni de bu anlamda degiştirmeye çalıştığımız iktidar alanına dahildir.

    dışarıdan bakıldığında kabaca aynı kulvarda koştuğumuz düşünülen ve çevreciler diye adlandırılan cenahta tema çevreciliği ideolojik merkezi oluşturmaktadır. biz burada bu dışsal verili kategorikleştirmeyi tanımıyoruz; çünkü marjinal olduğumuzu düşünmüyoruz. problem alanlarımızın benzer olması demek; elmayla armutun toplanabileceği anlamına gelmez.

    bu geniş verili siyasal alanda ne neoliberal, mesaili çevrecilik; ne de ikameci solculuk değil örgütlediğimiz. bu haliyle bir değilleme gibi görünüyorsak da pozitif olan bir şey var, değişen ve değiştiren bir özyönetim deneyimi olmak üzere yola çıkışımız. bu anlamda heterodoksluğumuz da katı bir homojenlik olarak anlaşılmamalıdır. kapitalizmi aşmayı önüne koymuş her türlü politik yaratımın öznesiyle yan yana gelebilecek yürüyebilecek bir pratiktir çalışmamız.

    bu ülkedeki verili problemlerle ufkumuzu sınırlı tutmasak da elbette yaşadığımız yerin insanı, karanfili, depremi asıl problem alanlarımızdır. bu özgül problemlerin evrensel sorunlarla gerilimlerine ve ilişkilerine ışık tutmak da önemli ve gereklidir. üstelik kaba bir yurtseverliğe sıkıştırılmış politik söylemlerin kafasını suyun üzerine çıkartmak başka nasıl olabilir ki!..

    evet, bir çevre hareketi yaratmaksa derdimiz; onun fidelerini yetiştiriyoruz! kendimize bu topraklardan özellikle seçebileceğimiz bir referans olarak; kendiliğinden doğmuş bergama’daki çevreci-halk hareketini gösterebiliriz.

    yerel çabalar, doğu akdeniz çevrecileri, sos akdeniz, ağaçkakan çevresi gibi çevreler de bir çevre hareketi yaratma iddiasından uzaklaşmış durumdalar; ama bütün bu saydıklarımız yapay bir ayrışma-farklılaşma yaratmak amacıyla söylenmiş şeyler değil; bilakis bu çalışmanın rengini, ufkunu şekillendiren beslenme damarlarımızdır. ancak derenin suyunu bir yerlere taşımak gibi de bir niyetimiz yok! ne de olsa taşıma suyla değirmen dönmez.

    bugün içinden geçtiğimiz koşullarda hem açlıkla, yoksullukla mücadele etmek; hem de tokluk için egemenlerin dayattığı talan politikalarını “göğsümüzde yumuşatarak” refleksler geliştirmek; olası direnç merkezlerini kımıldatmak, kapitalizm karşıtı refleksler yaratmak, bu konuda politik özneler örgütlemek, üretmek, düşünmek ödevimiz ve sorumluluğumuzdur.

    ülke gençliğinin de içinde olduğu geniş bir halk kitlesi bugün kapitalist üretim biçiminin somut politikalarıyla bir yoksullaştırma dalgası içinde proleterleşmekte, politikleşmektedir. bu proleterleşme ve politikleşme süreci tek başına, bizim gibi, borç politikalarıyla iflasa sürüklenmiş, sömürgeleştirilmiş, azgelişmiş ülkelere mahsus değildir ama bu ülkeler sorunu daha can yakıcı yaşamaktadırlar. çünkü ciddi ve vahşi bir kapitalistleştirilme sürecinden geçirilmektedirler. tarım alanından enerji sektörüne, eğitimden sağlığa her türlü alan piyasalaştırılmaktadır. egemen otoriter siyasetin uygulamalarıyla en geniş halk kesimleri bu süreçten örgütsüz, ideolojisiz, politikasız geçirilmekte, bir haliyle kendi hallerine bırakılmaktadır. ama bu, muhtemel suç odaklarıyla ilişkileri gözetlenerek ve denetlenerek bir kendi haline bırakmadır.
    egemen siyasetin önünü tıkamasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar gibisinden geniş bir tanım aralığında halk politikleştirilmektedir. ancak bu politikleşme, ufkunda siyasal iktidarın uygulamalarını topyekün reddedenlerin arzuladığı bir politikleşme değildir. bu kendini çürüme şeklinde açığa çıkaran bir politikleşmedir. açlığa çözüm bulamayan anneler, babalar, çocuklar ya fuhuşa ya alkole ya hırsızlığa itilmektedir. yani toplumsal sınıfların çözülüşü ahlaki, etik ve hatta dinsel görünümü olan politikleşme süreçleri yaratmaktadır.

    yaşadığımız bunca soruna karşın kaçacak, gidecek bir yer aramıyoruz. önümüzde duran nuh’un gemisi’ne binmeyecegiz; yine ayaklarımız yeryüzüne basacak, aşkın yüzünü kuruncaya dek savaşacağız; kendimizle, savaşla, açlıkla, kıyımlarla, katliamlarla, susuzlukla... bu doğrultuda ülke çapında çıkarttığımız bu ilk sayı, bize yeni sorumluluklar ve ödevler yüklüyor. kendimizi yeniden üretme olanağı sağlayan bu sayıyı uzun, yorucu ve keyifli bir süreçte hazırladık. tembellik ve miskinliğimizle yüzleştik. yoksulluğun bin bir türlüsünü yaşadık. dergiyi üç aylık periyotla çıkarma kararı, zor ve uzun bir kendini örgütleme hedefi çizdi bize. dergiyi bağlam yoksulluğundan kurtarmak için elimizden geldiğince yoksunluklarımıza ve yoksulluklarımıza temas ettik. insanı yaşamaya sevk eden her türlü insan etkinliğiyle buluşma gayretimiz bizi okuyan herkese bu anlamda bir ıslıktır. sesimizi duyurabildiğimiz herkesin sesini duymak istiyoruz. iksirimizi sokağa salıyoruz. iksirin kokusunu alan, rengini gören, sesini duyan, tadına varan ve dokunan her şeye göğsümüzden düşen bir karanfil veriyoruz, derken karanfil elden ele... coşku ve umut eksik bırakmasın bizi...
hesabın var mı? giriş yap