• gelmek fiilinin işteş hali.
  • her insanın olumsuzluk sonrası aynı yerde saymaması için yapması gereken ilerleme metodudur. bence "gelişim evrene karşı başkaldırmaktır."

    kötü bir olaydan sonra hep şunu düşünürüz. bu kitabı okusam veya buraya gitsem veya ağırlık kaldırcağım da ne fark edecek? bir anda 40 cm bicepslere mi sahip olacağım? bir anda dostoyevski gibi mi düşüneceğim? bir anda gezgin mi olacağım?

    işte bu negatif algı, kişiyi gelişimden alıkoyar, çünkü beynimiz dinginliği sever, termodinamik yasalarından entropi ile bunu gösterir. oysa ki dünya üstünde en çok kullandığımız malzeme sınıflarından biri olan metal bütün zorluklara karşı üretilmekte ve rafine edilmektedir. bilmeyenler için metal üretiminin kısa bir özetini geçeyim. isteyen atlayabilir.
    ...
    doğada metaller saf olarak bulunmaz, kompleks formlarda bileşik olarak kayaçların içinde bulunur. genellikle kendisine oksijen, kükürt, karbon gibi elementler kimyasal olarak bağlıdır ya da bu elementler o metalin kristal yapısı içinde çözünmüş durumdadır. insanoğlu metalin üstün özelliklerinden (tokluk, rijitlik, şekil verme kolaylığı) yararlanmak için kimyasal yöntemlerle zorla saflaştırır ve o formatta kalması için zorlar fakat bu metal yıllar geçtikte termodinamiğin 2. kanunu entropi sebebiyle daha kararlı hale gelmek için kendisine oksijen veya hidroksitleri bağlar, buna halk dilinde "paslanma" denir. bu paslanma zamanında önlenmezse yüzeysel olarak kalmaz ve derinlere de işler ve metal bileşik formatında, işe yaramaz donuk haline geri döner.

    hatta "işleyen demir ışıldar." atasözümüz buradan gelir. metali kullanmaz, bakımını yapmazsanız, bir süreden sonra paslanacaktır.
    ...

    işte insanda gelişim de böyledir. beyniniz sizi devamlı olarak güvenli bölgede tutar, boşver "çalışsan da istediğin kadar gelişemezsin, götünü devir uyu" der.

    oysa ki bir düşünün. 6 ay çalıştınız. ayda bir kitaptan 6 kitap okudunuz. spor yaptınız, farklı bir şehir/ülke gördünüz diyelim. hala aynı insan olduğunuzu iddia edebilir misiniz? entropiye karşı geldiniz! örneğin farklı insanlar tanıdınız ve kitaplar okudunuz. hayata bakışınızı siz fark etmeseniz de olumlu yönde değiştirdi. fizyolojik olarak yağ oranınız %3-5 azaldı ve en kötü ihtimal 1 kg kas kütlesi kazandınız. bir vücut geliştirici gibi kaslara hala sahip değilsiniz fakat ince noktayı atlamayın: "öncekine göre 1 kg fazla kasınız var aynı insan değilsiniz." işte bu gelişimdir, işte bu başkaldırıdır.

    (bkz: hiçbir vasfı olmayanların yapabileceği işler/@karanlikruya)
  • yıldızlar arasında gelişmeyen, gerileyenler de var. mesela merkür gözümden kaçmıyor. (bkz: merkür retrosu)
  • kendime not.
    *****
    bu hafta carsamba günkü arastirma toplantisinda, onumuzdeki hafta sali gunu basvurusunu yapacagimi bir konferans bildirisinin ayrintilarini sundum. ayrintilari geçiyorum. sunumum bence rezaletti. sinirlerim epeyce bozuldu. kendisi bir tip doktoru olan mudur beye, kuruma girdiğimden beri psikoloji biliminin ne oldugunu anlatma cabasi içindeyim. toplantilarin birinde mudur bey bana “neden hep birey acisindan yaklaşıyorsun meselelere?” diye sorduğunda “cunku ben bir psikoloğum” demişliğim var. her neyse. bir arastirmanin neden ve nasil yapilmasi gerektiğini anlatmak ve karsi tarafi ikna etmeye calismak, arastirmayi yapmaya calismaktan cok daha zahmetli. kurumdaki psikoloji bolumu mezunu tek arastirmaci ben olduğum için ne kavramlara ne de kullandigimiz yöntemlere tanisiklar. o yüzden oturup kavram ve kuram aciklamaya calisiyorum hemen her sununumda. bir de bunu kirik japoncamla yapmaya calisiyorum. ingilizce konuştuğumda kimse anlamiyor.

    bu haftaki sunumda da konferans bildirinin ayrintilarini paylastim. cesitli eleştiriler geldi. mesele, eleştirilerin gelmesi değil. benden beklenenlerin makul olmamasi. yasadigim sehirde cesitli ülkelerden yabanci isçiler var ve ben kurumda ise basladigimdan beri yabanci isçilerle nitel arastirma yapmam yönünde bir yönlendirme var. arastirma yöntemlerini anlatmayacagim burada uzun uzun. benden isçilerle görüşme yapmami istiyorlar. ben de ne japonca ne de ingilizce konuşabilen vietnamlilar, nepalliler, filipinliler (az biraz ingilizce biliyor olabilirler gerci) ya da cinlilerle çevirmen araciligiyla görüşme yapmam ve bir de görüşme metinlerinin çeviriye gitmesi gerektiğini ve üzerinden analiz yapmamin zor olacagini bildiğim için nicel yöntem kullanmayi, yani anket uygulamasi yapmayi istedim. hedef olarak da japon brezilyalilari seçtim (1900lerin basinda brezilya’ya gocup 1990larda japonya’ya geri donmus japonlar). hem portekizce olcek bulmak vietnamca/nepalce/tagalogca/cince olcek bulmaktan cok daha kolaydi hem de bu insanlar az da olsa japonca konuşabiliyorlar. karsilikli anlaşabiliriz diye duşundum. arastirmamin kuramsal altyapisini oluşturmak için aylardir uğraşıyorum ve anketi de sonunda oluşturdum ki demografik sorular bolumunun portekizce’ye cevisinin yapilmasi gerektiği için zaman aldi. ardindan katilimci bulmaya geldi is. olusturdugum online anketi kimsenin dolduracagi olmadigini anldim. pandemi sirasinda katilimcilara ulasmasi zaten kolay değilken her pazar kilise kilise dolanip brezilyali aradim. en sonunda bir belediye ile isbirligi yaparak katilimcilardan veri toplanmasi ayarlanmisken burada olaganustu hal ilan edildi ve tum toplanmalar iptal edildi. sonra bana “bu arastirma ilerlemiyor. o zaman hadi görüşme yap sen” diye görüşme yapmaya yönlendirdiler. ben de haziranin ilk iki haftasinda iki ayri katilimciyla japonca görüşmeler yaptım. (vardiyali calistiklari için bu insanlarin bos zamanlarina denk getirmek de oldukça zor ve hafta sonlari yapıyorum görüşmeleri bu yüzden.) kirik japoncamla görüşmeler yaptım ve daha sonra analiz etmek uzere ses kaydi aldim.

    bana kalsa oncelikle yeter sayida anket toplar, ardindan analiz eder ve sonuçlarına gore görüşme içeriklerini oluştururdum; ama “sen görüşme yapmaya başlamayacak misin? artik görüşme yapmaya basla.” dedikleri için başka seçeneğim yoktu. nitel arastirma, bence, inanilmaz zahmetli ve zaman alan bir arastirma yöntemi olduğundan kullanmaya istekli değildim; ama bu kurumda ise girdiğimden beri kostur kostur is yapıyoruz. zaten aylardir “konferansa katılmayacak misin? konferansa katil.” deniyor. bu beklentiler benim üzerimde müthiş bir psikolojik baski oluşturuyor. ben de bu görüşmeleri eylül ayinda yapılacak bir psikoloji konferansına yetiştirmeye calisiyorum iste. konferansta onu sunarim diye düşünüyordum ki konferans basvurusunda yalnızca ozet (abstract) değil bildirinin 2 sayfalik makalesini de istediklerini öğrendiğimden beri beni afacanlar basmis durumda. görüşme metinlerinin cozumlemesi ayri bir dert, analizi ayri bir dert, makalesini yazmak ayri bir dert. kurumdaki tek sorumluluğum oturup arastirma yapmak olmadigindan ve bu hafta da başka birçok seyin teslim tarihi ve verilen ek isler de arttigindan fazla mesai yapmadan yetişmesi mumkun değildi. ben de bizim arastirma liderine “ben bu hafta sonu fazla mesai yapmak istiyorum; ama is yerinden değil evden calismak istiyorum” dedim. (hafta sonunu is için harcamak zorunda kalinca o gunu hafta ici başka bir gun ile takas etmeye izin veriyorlar ve ben de bunun hakkim olduğunu duşundum.) aslinda is kurallarinda böyle bir sey olmadigini ama bu seferlik bana yalnızca cumartesi için izin verdiklerini söyledi ve “bir günde bitirmeye gayret et” diye ekledi. bir de cumartesi sabah hem ozetin hem de makalenin (zaten yazmaktaydım ikisini de) ilk hallerini ona yollamami, mesai bitmeden de son hallerini yollamami istedi. buna alindim acikcasi. kar etmeyi guden bir kurum değiliz ve tek yapacagim, konferans bildirisi yetiştirmek için evden calismak olacakti. tek bir günde nasil yetiştireceğimi bilmiyordum (hos, pazar gunu de gayriresmi olarak calisabilirdim, o ayri.). cumartesi gunu kalkıp calismaya baslar başlamaz özetle makaleyi ona gönderdim. zaten hemen yanit verdi. (bunu japonya’daki denetim olarak mi görmeliyim, yoksa kurumsal yasamin ozu bu mu? emin olamiyorum.)

    görüşmelerin hemen her ayrintisini animsiyordum (belleğim ne yazik ki iyidir. ne yazik ki diyorum; cunku pek cok seyi animsadigimdan, tam bir copluk.). üzerine haftalardır okuyor ve düşünüyordum. görüşmelerdeki oruntuleri de çoktan tespit etmiştim; ama üzerinden yeniden geçmem ve temalari belirlemem ve adlandirmam gerekiyordu. sonuç ve tartisma bolumunu zihnimde çoktan yazmistim. (ben her seyi oncelikle zihnimde yapip bitiririm. yazilarimi oncelikle zihnimde yazarim. resimlerimi zihnimde tasarlar ve sonra oturup kagida dökerim. bir seyi somutlastirmaya basladigimda onu nasil bitireceğime çoktan karar vermiş olurum. zaten bu sayede başlayabilirim. başlamadan once bir dusun surecim olur bu yüzden. okur, dusunur ve irdelerim. ana parçalar yerli yerine oturduğu anda da somutlastirmaya hazirimdir. bu konferans bildirisinde de olan, buydu.) bunun bir on analiz/taslak analiz olduğunu belirterek yazacaktim makaleyi de. sonra sabah yoğun stres altinda calismaya basladim. gerçekten saatleri sayarak oturup yazip bitirdim. ilk taslaklar bittiğinde saat 17:40 idi. sonra dosyalari ekip liderine yolladım.

    9 saat boyunca siklikla gosteremedigim bir odaklanmayla calistim ve bitirdim. bitirebileceğimi düşünerek baslamis olsam da bitiremeyebileceğim ve bunun dunyanin sonu olmadigi da aklimin bir ucundaydi (önceki deneyimlerimin basarili ve basarisiz sonuçlarına dayanarak başarabileceğim yönünde bir tahminde bulunmuştum diyelim.). saatler geçerken “kendime niye bunu yapıyorum ki?” da dedim çokça. baskalari için kolay bir istir bu belki; ama benim için o kadar kolay değildi ve yaparken bir miktar zorlandim. ben bu ise yalnızca bildiri yetiştirmek ya da bu benim is sorumluluğum olduğu için girismedim. katildigim her konferans, yayimlayabildigim her bildiri ve makale benim elimi akademik olarak güçlendirir diye bu konferansa başvurmak konusunda israrci oldum; ama bu kadar strese değer mi?

    tum bunlari, anlatmak istediğim asil konuya hazirlik olmasi için yazdım aslinda. söylemek istediğime ancak gelebildim.

    benim bir ozelligim var; ben kendimi olur olmadik durumlara sokuyorum. kendimi sonuna zorlamak bir yana, “ben bunu deneyeceğim. yaparim bence.” diyerek kendimin rahatini kaciriyorum. bile isteye yapıyorum bunu. konfor alaninda kalmaktan, yalnızca var olmaktan hoşlanmıyorum. bana basbayagi rahat batiyor.

    gonullu aranan cogu seye “ben denerim, ben yaparim, ben isterim, ben giderim…” diye atlıyorum. ozguvenli olduğumdan değil. hem de hic değil. tersine, yasamim boyunca değersizlik, güvensizlik ve yetersizlik hisleriyle boğuştum. çocukken cok çekingen ve cok daha güvensizdim. herhangi bir sey denemek için gonullu aranan durumlarda “ya hata yaparsam…” diye sessiz kaliyordum. gonullu olan arkadaslarim ise hatalar yapsalar da denemiş olmanin sevinci içinde egleniyorlardi. ben daha çocukken gordum ki kendime olan güvensizliğim yüzünden denemediğim her seyi uzaktan izlemek zorunda kaliyordum. bundan hoslanmadigimi fark ettim. gunun sonunda, yapmayi istemis ancak cekindigi için yapamamis ve yalnızca izlemekle yetinmiş insan olmak beni mutsuz ediyordu. bunu kesinlikle istemiyordum. sonra bir karar verdim. yüreğim agzima gelecek kadar heyecanlansam da “ben denerim!” diyecektim. incecik de olsa cikaracaktim sesimi.

    yasanmamis bir yasamla tamamlamak istemiyorum omrumu cunku. yasami kiyisindan izlemek bana yeterli gelmiyor. acik denizde olmak cok daha keyifli. neydi? denersem belki olur, belki olmaz; ama denemezsem kesinlikle olmaz. o yüzden denemeliyim.

    konfor alanlari rahat; ama eğlenceli değil. insan orada bekleyerek gelişemez. gelişmek için zorlanmak, stres yasamak gerek. stresin olumsuz olduğu dusunulur hep. oysa belirli bir seviyedeki stres ogrenmeyi hizlandirir ve yaraticiligi artirir. saniyorum ki bende olan, bu. ben hep stres altindayim. bunun yorucu olduğunu inkar edemem; ama kaygili yapim ve yasama ilişkin atilgan tutumum birleşince stres yasamamam mumkun değil gibi gorunuyor.

    bu konuyla ilgili üzerine konuşmak istediğim bir nokta daha var. dilini bilmeden geldiğim bu ülkede hayatta kalmak için buyuk bir caba harcıyorum. dogrudan destek alabileceğim pek insan yok çevremde ve bazi seyleri de artik yardimci yapabilmeyi istediğim için bazen ağlaya ağlaya da olsa tek basima yapmak için israr ediyorum (gereksinim duyduğumda yardim istemeyi öğrenmem gerek. yardim istemeyi hala beceremiyorum. ne zaman yardima gereksinim duyduğumu anlayamadigim da oluyor. bazen de kendim yapmak konusunda diretiyorum. incilerim dökülecek cunku.). buraya geldiğimden beri zekamda bir artis olduğunu soylemeliyim. yas aldikca herkes böyle hissediyordur belki, bilemiyorum; ama kendimden gözlemlediğim kadariyla söyleyebileceğim, bilgiyi daha hizli isler hale geldiğimden oturu hem daha hizli karar alabiliyor olduğum hem daha kisa zamanda daha hizli ogrenebildigim hem de derin ogrenmeyi daha kisa surede gerçekleştirebildiğim. insanlarin belirli bir gelişim potansiyelleri var ve bu potansiyel, kişi kullanim alani bulduğunda ortaya cikabiliyor. (kazimierz dabrowski tarafından geliştirilen positive disintegration kurami da yaklasik olarak bunlari soyluyor; ama ben kurami bilmezden once kendimde de bunu acikca gözlemlemiştim.) düşünmek zorunda kalan insan, daha zeki hale geliyor. hayatta kalmak bunu gerektiriyor cunku. bana olani bununla açıklayabiliyorum. (kosmanin düşünmeme cok fazla yardim ettiğini de goz ardi edemem. bu yazinin taslagini koşarken yazdım.) her yil bir öncekine gore daha zeki olduğumu dusunuyorum; ama ironik bicimde her yil bir öncekine gore daha gerizekali hissediyorum bir yandan. (seviye atlamak, ama atlanilan seviyenin bir öncekinden daha zor olmasi gibi bir durum belki.) alttan alta bogustugum bir yetersizlik hissi de var ve her neyi tamamlarsam tamamlayayım o histe azalma olmuyor. gerçi ozdegerimin ve ozguvenimin önceye gore daha yüksek olduğunu söyleyebilirim. bu da bir gelişmedir.

    benim dertlerim de böyle iste. ne zaman bunlari anlatsam kendime “derdini seveyim senin. bunlar da dert mi?” diyorum; ama sonra da kendime biraz haksizlik ettiğime karar veriyorum. yaptigim is cogunlukla bilgisayar basinda oturup okumaktan ve yazmaktan ibaret olsa stres hissediyorum. sonuçta kendisine ailesinden servet kalmis biri olmadigimdan, sabah 9 ile aksam 6 arasinda calismak zorundayim. zorlaniyorum; ama sikayet edebileceğim bir yasamim yok.

    bu da böyle bir yazidir. bir yere varmadım; ama zihnimde donen dusunceleri toparlamis oldum. iyi oldu.
  • "if you are the smartest person in the room, then you are in the wrong room." çok bilindik ve bir o kadar da haklılık payı olan bir söz. gelişmek konusu, etrafımızda bulundurduğumuz insanlarla da doğrudan ilintili bana kalırsa. hayata dair düşüncelerimize, bakış açımıza, vizyonumuza, bilgimize, görgümüze herhangi bir etkisi olmayacak insanlar bence safi vakit ve enerji kaybıdır. bu yüzden her zaman, herhangi bir konuda, kendimizden en az bir tık önde olan insanlarla vakit geçiriyor olmak her türlü kazandırır. tecrübeyle sabittir.
  • zamanında izlediğim kore dizilerinin son bir iki bölümünde dizilerin olmazsa olmaz sahnesi hep yer alıyordu. okuduğumun webtoonlarda da bu içerikten kurtulamayınca konu üzerine bir iki laf edeyim dedim. son bölüme kadar gelişme gösteren, kendini bulmak için akla karayı seçen kahramanlarımız istedikleri insanlarla romantik ilişki fırsatlarını değerlendirmeyip tüm sabit, istikrarlı hayatını bırakıp yurtdışına gitme kararı alıyorlar. çünkü kendilerini yeteri kadar gelişmiş hissetmiyorlar, o ilişkiye layık olmadıklarını düşünüyorlar. ideal benlikleri ile o an sahip oldukları benlikleri arasındaki fark hiç olmadığı kadar rahatsız edince kendilerini her şeyi özellikle de ideal hayat arkadaşlarını geride bırakıp ideal benliklerine kavuşmanın yolunu tutuyorlar. bu olay bazen son 10 dk da bile oluyor ve en sevmediğim kısımlardan biri, yine mi diyorum kendime.

    lisedeyken sınıftaki birkaç kişiyle olan konuşmam geldi aklıma. gayet kararlı, hayatın anlamını çözmüşçesine insanın kendi olmadan başkasıyla olmaması gerektiğini dile getirmiştim. şimdi bakınca ne kadar çocukca demeyeceğim de ne kadar bilinçsizce belki diyebilirim.

    ---her şey mükemmel olmalı! ilişkiden önce bile mükemmel olmalı insan. her şeye layık olmalı. deneme yanılma yok, bütün güzel şeyler değişimden sonra hakedilmeli-- ne kadar baskı yaratan düşünceler. ama zamanında farkedilemiyor işte.

    ilişki de diğer her şey de seninle beraber ilerleyen unsurlar. mükemmel olmak zorunda değilsin. mükemmel yapmak zorunda değilsin hiçbir şeyi. zaten mükemmellik zor. sen iyisini yapmaya çalış ve devam et, ilerle yeter ki. keşke bunları birileri deseydi. bu yaşımda kendi kendime demeden önce bana.

    kore yapımları özelinde kendi mükemmeliyetçi yapımızı da aktardığımıza göre sırada kapanış..

    gelişmekte olan kavramını sevmem ilkokulda ilk duyduğumda severdim ama o kadar. gelişmekte olan ülkelerdeniz dedikleri zaman hocalar yıllarca gelişmiş ülkeler arasına girecekmiş heyecanıyla beklemiştim ama daha da geriye gitmek üzücü şu an. ülkemizi içeren tamlama olmasa aslında güzel bir söz öbeği: gelişmekte olan. yaşam uzamı boyunca gelişmekte olan. gelişmemiş değil de gelişimi hiç bitmeyen, hep gelişmeye açık.

    mükemmel olacak düşüncesi batağından kurtulmak için benimsenebilir belki. gelişmekte olan benlik, sen, ilişki, dünya, bilgi, her şey.. gelişmeyi, tam olmayı yani mükemmel olmayı beklersen sadece beklersin. beklemeye devam da edersin. ve kaybedersin sahip olduklarını da. dizilerdeki, webtoonlardaki gibi olmaz ilerisi. ya da tarkan ın zamanında yurtdışı dönüşündeki gibi-- gelişmiş ve değişmiş olarak dönmek--

    mükemmel olma baskısı hayatınıza tahmin edemeyeceğiniz ölçüde baskın olabilir. ama hayat hayattır ve mükemmel olmaya çalışırken geçen süreçtir. siz de sizsinizdir, olmaya çalıştığınız, olduğunuz halinizle. hayat zaten zorken daha zorlaştırmayın kendinize. ne insanların sizi kabul etmesi için ne de sizin kendinizi kabul etmeniz için mükemmel olmak zorunda olmadığınızı farkedin.
hesabın var mı? giriş yap