elmas yüklü bir gemi
-
bir edip cansever şiiri:
i
yeniden bulduk tapınağımızı. başlıyoruz
çevirmeye ağır ağır sayfalarını günün
gökte kuş sürüleri, su kabarcıkları gibi öyle, biri çıkıyor, biri
sönüyor ya da yer değiştiriyorlar aralarında
belli belirsiz
yüzümüzde düş gölgeleri, menevişler
kavuniçi ve beyaz, kavrayıcı ve keskin
gök sırça gibi dökülüyor, omuzlarımıza, havlularımıza,
paletlerimize, güneş gözlüklerimize
sarıp sarmalıyor bizi
mimarsın, diyoruz ona, hışımla söylüyoruz bunu, dilimizin
üstünde kaydıraraktan kelimeleri
her biri bir akide lezzetinde
mimarsın işe, bizim uçsuz bucaksız mavi mimarımız
hafifçe kararıyor, kısa bir süre ama, usta bir gravürcü olup çıkıyor o zaman da
usta bir gravürcü bilir kanı, bir topraktalığı, evin süt beyaz ya da kahverengi anlarını
odur insandaki çelişkiyi kazıyan, yapraktaki ormanı, bir uzaklık örgüsünü ve uzağın katsayısını
ve odur kendini ortasından yarıp çıkaran tanrıyı tanrısızlığı ve yalnızlığı
sırtımızda lekeler bırakıyor, yer yer de çizgiler (kûfi, çivi, dövme, doğal ve gelişigüzel)
bileklerimize altın varaklar serpiştiriyor (ince, ürkek, dışavurumlu)
ve göğsümüze (yaprak, lale, bazan da haç biçiminde)
haç! gök ve kum kokulu, zeytin ve hurma ağışlı, yağ kıvamında kirli bir akarsu kadar oynak
yattığımız yerden görüyoruz bunları. kuyumcu o
çoğu kez kuyumcu (istanbul hanlarının daracık odalarında gölgeleşmiş gibi. akşamadek odasından çıkmayan, çişi gelince arada bir... kollarını hiç sallamadan)
gerekli olanı ayırıyor, eritiyor, kalıbına sokuyor, karşısına geçip bakıyor sonra
süslü papaz elbiseleri işleyen bir nakışçı da (ayvansaray'da, yarısı güneşin kıskacındaki bir evde, çocukları olmayan, sesleri çıkmayan olsa da)
bursa'nın kamyon geçmeyen bir semtinde şadırvan yazıları kesiyor
gök bu
çocuğun birini kayısı gibi tutup bırakıyor
kadının birini
dudaklarını ağaççileği gibi ışıldatarak
yeni doğmuş bir kanguru yavrusu bazen de (pembe ve ıslak)
her saat başı bir güneş çıkarıyor karnından
bir güneş yavrusu
kulaklarını dikerek
öfkesi yalan
ve aldatıcı
yunanlı, kalın sesli bir şarkıcı gibi eğilmiş santuruna bir de, işitilmedik parçalar çalıyor. hiç değilse jamaica'lı bir serseri, londra barlarının altını üstüne getiren (hişt! evet, en çok da ellerine tutkun ve yumruklarının masanın üstünde duruşuna öykünen ve sudan çekirgesi gibi hem teklikten hem kalabalıktan artakalmanın suretini çizen=
onu ne zaman gördük ki zaten tam olarak
ne zaman
gök biziz
sonlu ve sonsuz tapınağımız bizim.
ii
dalgın kuşlar var üstümüzde, kanatlarını yayarak süzülüyorlar
oynak kavisler bırakarak arkalarında
gagalarından bir mektup gibi geçiyor boşluk
ve sessizlik bir yüzük taşı gibi parlıyor, gözlerimizde,
dudaklarımızda, yanık sırtlarımızda
parmaklarımızla konuşuyoruz biz de, işaret daha çarpıcı, tapınır gibiyiz bu yüzden
çok gerilerde, bilincin ve bilinçaltının da gerisinde, bize hiç verilmeyenin
boşluk bu
ölü gövdenin küçük mezarı
bir çift kiraz iliştirmiş de sanki mermerine
bazan tek bir kuşu alıp götürüyor götürüyor
yaldızdan bir sınır taşına bırakıyor (göğün yakamozu bu da)
aramayı unutuyoruz birden, herhangi bir şeyi, şurda mı, burda mı bakmıyoruz bile
o kadar az, o kadar ortada her şey çünkü
ve soruyoruz kendimize: bir şey mi aratmak istiyordu bize boşluk
bilmediğimiz bir şey mi
bunu bir çocuk yeni kopardığı bir dal parçasını ruhuna bastırarak anlatıyor
anlatmış oluyor belki.
iii
elmas yüklü bir gemi geçiyor kıyıları iterek
parmağını daha iyi göstermek için çenesine ustaca koyan birinin parmağı gibi
kentleri yansıtıyor, yasları sevinçleri yansıtıyor, hepimiz bir bir
çoğalıyoruz elmastan
birbirimizden çoğalıyoruz, sonlu ve sonsuz birbirimizden
bir yaz akşamı gibi, kesilmiş domatesin buğusu gibi, ezilmiş tuğlanın asfaltta yayılışı gibi
günbatımının...
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap