*

  • arno gruen'in çitlenbik yayınlarından çıkan kitabı. artık insan düzlemini aşıp, kendi başına hereket eden bir enerji akışı olmaya başlayan piyasa ekonomisi (bkz: rekabet) ve ona bağlı olarak gelişen batı tarzı düşünme biçiminin -ki buna dil de dahil- insan doğasından bağımsız olarak insanları nasıl konrol altına aldığını anlatan etkileyici bir kitap.

    kitabı alıntılar üzerinden özetlemek istiyorum.

    --- bundan sonrası komple spoiler ---

    (alıntının başlangıcı)
    ...
    uygarlığın içinde hakim olan yasalar ve güçler, bizden, ruhsal ve bedensel refahımızı hedef alan bağımsız bir varlık geliştirmiş durumdalar.
    ...
    bize iktidar ve itaati kendi hedeflerimiz gibi dayatan, böylece bizi, sıcaklık ve sevgi temel ihtiyaçlarımızdan uzaklaştıran, hatta bunları yadsımaya götüren güçler iş başındadır. içimizden sökülen bu ihtiyaçlar, bireyde -yıkıcı bir öfke eşliğinde- parçalanmaya yol açan deneyimlere dönüşür.
    ...
    organize suçlılar arasında veya orduda yerini bulan parçalanmış birey, otorite sembolleriyle özdeşleşmesi sonucu emirlere boyun eğmeye hazır hale gelir. bu özdeşleşmede, hemen ardından dinginsiz ve nihilist bir öfkeyle patlamak üzere kendi kimliğini bulur. kendi sorumluluğunu üst sistemlere devreden bir insan oluş, yabancılaşmış bir insan oluştur. yabancılaşmış insan, asıl kaynaklarından kopmuş, havada kalmış deneyimlere dönüşerek, körelmiş duygularının tutsağıdır. kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. kısırdöngü başlar.

    ( the matrix'ten,aynı şeyden bahseden bir alıntı :"the matrix is a system, neo. that system is our enemy. but when you're inside,what do you see? businessmen, teachers, lawyers, carpenters. the very minds of the people we are trying to save. but until we do, these people are a part of that system. . . and that makes them our enemy. you have to understand. most of these people are not ready to be unplugged. and many of them are so inert, so hopelessly dependent on the system, that they will fight to protect it." )
    ...
    bir başka tehlikeyi de, vicdanın yerini görevin, kimliğin yerini iktidarla özdeşleşmenin aldığı "bürokratik" kişilik oluşturur. çünkü bu noktada şiddet ve cinayet üst düzeyde organize gerçekleşir ve sadece teknolojik olarak uygulanabilirliğe dayanır.
    ...
    hangi ölçüde olursa olsun acıyı inkar etme baskısı altında kaldığımızda, kendi acımızı algılayamayacak duruma geliriz. ve aynı nedenle bir başkasına verilen acıyı da algılamak istemeyiz.
    ...
    anne ve babalar kendilerine yapılanları çocuklarına yapıyorlar: kendilerine, inkar etmeleri ve nefret duymaları gerektiği öğretilen şeyler için, yani kırılganlık ve çaresizlik duyguları için çocuklarını cezalandırıyorlar. ... eğer bir çocuk, içindeki acıya ulaşmanın yolunu bulamıyorsa ve bunun için ona yardım edilemiyorsa, (çocuğun) canlılığı dumura uğrar, (çocuk) o zaman iç yaşamını dışa, maddesel olana kaydırır. tüketim toplumumuzun bu iş için hazır tuttuğu sayısız ürünle yaşamını satın alır.
    ...
    çocuklara gösterilen bariz acımasızlığın ... yüzyıllar boyunca azaldığı doğru olabilir. ancak bunun arka planında bulunan, çocuğun reddi ve ondan talep edilen itaat aynı kaldı. her şeyin üstündeki iktidar ilkesi, hiçbir dönemde tartışılmadı. çocukların ezilmesinin biçimi değişmekle birlikte, özü aynı kaldı. çocuğun acısı her zaman olduğu gibi inkar edilmekte.
    ...
    19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde bile londra sokaklarında bebek cesetlerine rastlamak olağan bir durumdu.
    ...
    isa, insanın kendisine karşı sorumluluğundan söz eder, kilise ise bir otoiteye karşı sorumlu olunan görev ve itaatten.
    ...
    eskiden cezalandırma, geçerli eğitim yöntemi olarak kabul edilirken, günümüzde bunun yerini ödüllendirme aldı. ama ödüllendirme de şiddetin iyilik ve fedakarlık maskesi altına gizlenmiş bir biçiminden başka bişey değil. ... yemek yemeyi reddeden bir çocuk, onunla ilgili "kaygı" duyulduğu için doktora götürülüyor. doktorun otoritesi çocuğu sindiriyor. (çocuk) eğer buna rağmen itaatsizliğe devam ederse psikoterapist devreye sokuluyor. böylece çocuğa "sorun"unu halletmesi için "yardım" edilmiş olunuyor. otorite ve bunun ardına gizlenmiş şiddet, çocuğu "dostları" haline geliyor. antik dönemde çocuklara uygulanan ve açıkça sergilenen gaddarlığın yerini, günümüzde sahtekarca bir iyilik aldı. aslında değişen sadece biçim, özde bir fark yok. ve bunu görmek daha da zorlaştı. yaşam hikayemizi yitimler belirliyor. çocukluğumuzda, bilincimiz yarıldığı ve bu sırada empati yetimiz bastırıldığı için, insan oluşumuzla bağımızı yitiriyoruz. kendi acımız ve bir başkasının acısı karşısında duyarsızlaşıyoruz. değerler sistemimizin ne denli iktidara ve otoriteye yönelik olduğunu göremiyoruz veya görmek istemiyoruz. ... bize biçilen rollere uymak için hararetle çabalarken duygularımızı doğru ve sahici sanıyoruz.
    ...
    kimliklerini daha güçlü biriyle özdeşleşmeye dayandırırlar, çünkü bu onları yaralı kendilikleriyle yüzleşmekten korur, onlara dış düşmanlar sağlar. böylece nefret ve saldırganlığın hedefi dışa yönelir ve iç düşmandan duyulan korku böylece değiş-tokuş edilir.böyle bir boyun eğiş, diğer yandan da iktidar, ele geçirme ve şiddeti güçlendirir.
    ...
    niçin düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz? ... düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar. insan, başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece, kendi kendisiyle yüzleşmek sorunda kalmaz. zaten yüzleştiği an kendi kurban durumunda oluşuyla göz göze gelecektir.
    ...
    düşmanlar bizim çaresizliğimizin yerini alırlar. kendimizi güçlü, katı, hatta şiddet eğilimli göstererek, kendi yüzümüzü, kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi, diğerlerinden olduğu gibi kendimizden de saklarız. ... nefret ettiğimiz kendiliğimizi, onu sonsuza kadar ortadan kaldırabilmek için, bir dış düşmana yansıtırız. bu arada sahte peygamberler, nefret duygularımızı onaylar ve körüklerler.
    ...
    çocuk anne-babası tarafından, kendisi olduğu için sevilmek ister, ancak anne-babası onu sadece yaptığı şeyler için sever ve ödüllendirirler. o olduğu için değil. (mesela çocukları yaramaz-uslu diye sınıflandırırız. illa -bir işe- yaraması gerekliymiş gibi...)
    ...
    gerçeklik karşısındaki tavrımız da aynı. bu durumda gerçeklik duygusu, gerçeği olduğu gibi algılamak değil, aksine sevginin yapısı hakkında kendisine yalan söyleyen ve bu yalanı gerçeklik düzeyine yükselten bir toplumun davranış normlarına uyum sağlamak oluyor. buna karşı çıkan insanlarsa, ruhsal bakımdan hasta kabul ediliyor.
    ...
    anne-babalar, kendi yaralanmış kendilik değerlerini telafi etmek için, böyle bir her şeye muktedir olma duygusuna ihtiyaç duyduklarından, çocukları karşısındaki iktidar pozisyonundan vazgeçmek istemiyorlar.
    ...
    sadece erkeklerin güç, kudret, ve iktidar sahibi olduğu mitiyle özdeşleşmiş olan kadınlar da, kendi kadına özgü yanlarını reddederler. pek çok erkeğin bu şekilde indirenmiş kendiliği idealleşir. bu tür kadınlar iktidarı yüceltirler ve -çoğunlukla eşitlik bayrağı açarak- kendi kadınlıklarını aşağılarlar.
    ...
    bu toplumun belirleyici özelliği: acının inkar edilmesi, dolayısıyla devre dışı bırakılması. çocukluğumuzda acının yarattığı korku ve dehşet duyguları, toplumsal sistem tarafından cezalandırma ve ödüllendirme yoluyla bastırılır. bunlar sadece bastırılmakla kalmaz, aynı zamanda bütün hayatımızı değiştiren ve körelten tersine dönüşü devreye sokalar. korku ve dehşet yaratanlar idealleştirilir! saldırganla bu şekilde özdeşleşme, bütün insan oluşumuzu bozan bir süreci başlatır. korku ve dehşet yine varlığını sürdürür, ancak kökenlerinin bilincine varılmadan. bu deforme edici güvensizlik, toplumumuzda her zaman ortaya çıkabilen kör şiddetin potansiyel kaynağı haline gelir.
    ...
    nicolaas tinbergen ... oturmaya, ayakta durmaya ve yürümeye dair katı tasavvurlarımız olduğunu, bunlara uymak için de kasılmış boyun kasları, gergin omuzlarve sıkılmış kalça kaslarıyla dolaştığımızı vurgulamıştı. ... bu tasavvurlar içimizden gelişmeyen, aksine bize dışarıdan dayatılan "olağanlığın" bir parçası. bize örnekler ve eğitim vasıtasıyla aktarılıyorlar, biz bilincine varmıyoruz. bu süreç bizim için çok olağanlaştığı için, ne olduğunu fark edemediğimiz bir itaatkarlığın bir ürünü.

    tasarımlar bize sahip olmamız "gereken" duygular yoluyla aktarılıyor. bu duygu rollerini üstleniyoruz, ve bunları kendi duygularımız olarak görüyoruz. kendimiz olduğumuzu sanıyoruz. ama aslında farkında olmasak da sadece "itaatkarız". (bkz: bilmiyorlar ama yapıyorlar)
    ...
    yani bedenimiz bile artık kendimize ait değildir, ama biz bedenimizin denetimimiz altında olduğunu sanırız. onu denetlediğimiz doğrudur, ama kendi irademizle değil, yabancı bir iradeye göre.
    ...
    eğer yaşamın anlamı sadece başarıyla tanımlanıyorsa, o zaman aslında kimlik sahibi olmayan, ama bu boşluğu toplumsal beklentilere göre doldurarak rol yapmayı beceren insanlar gerçekten başarılı olanlardır.
    ...
    insanlar suçluluk duygularından ne ölçüde kurtulabilirlerse, yani bu duyguları "bastırmada" ne kadar başarılılarsa, diğerleri tarafından liderliğe getirilme olasılıkları o kadar artar.
    ...
    abraham lincoln: " umarım, yöneticiliğimi her koşulda öyle yönetebilirim ki, iktidarı devretiğimde dünyada tek bir dostum kalmamışsa bile, geriye tek bir dostum kalmış olsun ve o da içimin derinliklerindeki dost olsun."
    ...
    mills bu tür insanların kişisel ilişkilerinde de sadece kendini pazarlamalarının söz konusu olduğuna değiniyor. amaç onay bulmaktır, "ilişki"nin kendisi sadece ustaca bir numaradır. böylece gerçek duygular silinir, gerçek kendilik feda edilir. bütün bunları hepsi başarı uğruna gerçekleşir. "insan sürekli olarak başkalarını -aynı zamanda kendisini- aslında olduğu şeyin tersi olduğuna inandırmak zorundadır."
    ...
    kurban durumunda olunca kendimizi canlı hissediyoruz. bu, yaşamaya devam etmemizi sağlayan bir tür kendini sevme, bir tür narsizm. kurban durumunda oluş iki yöne götürebilir: ya protesto ve başkaldrıya veya empatinin yadsınmasına ve faşizme.
    ...
    eğer tarihimize bir göz atarsak, onu birarada tutanın hırçın şiddet, şiddetin maskesinin de kahramanlık olduğunu görürüz.
    ...
    insanlar zaman zaman, bize yaşam diye sunulan yalanın farkına varabiliyorlar.
    ...
    başarı, titizlik ve her zaman hereket halinde olmak, bu acıdan kaçmasını sağlıyordu.
    ...
    sizin istediğiniz biri gibi olduğum sürece bana dokunamazsınız. (itaat zırhı)
    ...
    ideallerin, ezenin idealleştirilmesiyle oluştuğu bir dünyada, idealler ne anlama gelir? iyinin peşinde olduğumuza inanırız, ama kendimizi inkar etmemizi sağladığı için, aslında bağımız kötüyledir. ezene dair olumlu imgeyi koruyabilmek için, içimizdeki bu kurbanı inkar etmek zorunda kaldığımız sürece boşu boşuna iyilik biçimindeki kötünün peşinde koşmaya devam edeceğiz. geçmişimizde yaşadığımız acı ve terörle yüzleşmedikçe idealler gerçekleştirilemez. bu uygunsuz geçmişi sürekli tekrarlamamızın gündelik yolu, sevgi peşinde koşmamızdır. ideal kadına veya ideal erkeğe dair bir hayalimiz vardır, ama onu çok farklı ilintiler içindeki biçimlerde ararız.
    ...
    politikacılar da sevgiden ve saygıdan, sorumluluktan ve onurdan söz ederler, ama bizi bilinçdışı olarak onlara çeken şey, dudaklarının kenarına yerleşmiş olan, bize karşı duydukları küçümseme ifadesidir. bu bizim anne-babamızda yaşadığımız ve onların bize dayattığıyla aynı küçümsemedir.
    (bkz: anani da al git buradan)
    ...
    bize gerçekten değer verenlere güvenmeyiz, çünkü içimizin derinliklerinde kendimizi değersiz hissederiz. aynı şekilde bize ihtiyacımız olan sevgiyi, sadece onların verebileceğine inandığımız için, boş ve soğuk olan kadınların ve erkeklerin peşinde koşarız. gerçek bir ilgiyle karşılaşınca sıkıntı ve güvensizlik hissederiz. bizi kim ve niçin gerçekten sevsin ki?
    (bkz: arıza tiplere aşık olma eğilimi)
    ...
    ilerleme inancının kendisi, kötülükle ilşkisini gizleyen bir idealdir. ... ilerleme, insaniyet pozunu o kadar iyi gizler ki, savaşların acımasızlığını ve dehşetini görmemizi bile engeller. komünizmle somutlanan "kötülüğün güçleri"nin, kapitalizmle somutlanan "iyiliğin güçleri" tarafından yenilgiye uğratıldığı bir çağda yaşadığımıza inanıyoruz. her ikisinin de aynı ölçüde yıkıcı olduğu, bu arada gözden uzak tutuluyor. doğru olan tek şey, her zaman umut uğruna bir mücadelenin alevlenmesi, ama bunun her seferinde iktidar ve şidddet hedefleyenlerce üstlenilmesidir.
    ...
    marx'ı harekete geçiren şey, insanın baskı altına alınmasındaki adaletsizlik ve insana yaşatılan acılardı. (o), bu baskının kökenini kapitalizmde görüyordu. ... fakat marx, kontrol zenginlik ve büyüklük kısmını hiç sorgulamamıştı. aksine, bu kez işçi sınıfı adına iktidar ve fetih onun amacı olmuştu. ... üretimin bir üst amaç haline getirilmesiyle, marx'ın sistemi de kapitalist sistemle benzeşiyor. üretimin sınırsız büyümesi ve artması, ideal haline getiriliyor.
    ...
    göremiyoruz, görmek de istemiyoruz.
    ...
    işte, gerçekten kötü olanın bize hükmetmesini mümkün kılan koyunlar haline böyle geliyoruz. içimizdeki kurbanı susturmak için, kötünün yanında yer alıyoruz. içimizdeki kurbanı tekrar konuşturmaya çalışanlar da, dünyanın düzgün olduğu yanılsamasını, ne olursa olsun sürdürmek uğruna hemen hain ilan ediliyorlar.
    (bkz: v for vendetta) (bkz: the matrix)
    ...
    batıdaki endüstri toplumlarında, siyasi değişim ve kriz dönmlerinde, halk oylarının yüzde sekizi ile on sekizi arasındaki bir oranı düzenli biçimde sağ radikallere gider. otoriter yapların çözülmesi ne kadar güçlü, ekonomik durum ne kadar sıkıntılıysa, bu oran o ölçüde artar. sağ radikal liderler fromm'un dominant-yıkıcı olarak sınıflandırdığı yüzde iki ile yüzde beş arasında ağırlığı olan gruptan çıkarlar.bunlar için düşman imgeleri, varlıklarının sürdürülmesi içn vazgeçilmezdir. (bkz: apoyu asmak)
    ...
    burjuva dünyası gözlerini açmalı ve içindeki kar dürtüsünün, sevgi-olmayan sevgiyle şekillenmiş olanların içindeki nefreti uyandırabilecek bir tehdit oluşturduğunu görmelidir. bu zor bir şeydir, çünkü yarışta en başarılı şekilde yer alanlar, çoğunlukla kendilerine ve diğer insanlara en fazla yabancılaşmış olanlardır.

    ekonomik sistemimiz, büyüklük dürtüsünü abartılı bir hedef haline getirerek bu süreci bugün her zamankinden daha fazla destekliyor. bu dürtüye, her şeyin üzerinde bir ahlaki değer biçildiği için, bireyler ne kendi kişisel yakınlık ihtiyaçlarını, ne de çevrenin bu ihtiyacını görebiliyorlar. bu süreç günümüzde pazar ekonomisine yönelik girişimlerin glaballeşmesiyle, sosyal ve kişisel bağlarımızın neredeyse bütünüyle yok olması tehlikesini yaratacak denli keskinleşti.
    ...
    ilkel insanlarda toplumsal yaşam, bizde olduğu gibi itaate dayanmaz. ... yöneticilere olan itaat simgeseldir, kendi geleneğine saygının, dolayısıyla kendine saygının bir işaretidir. bu itaat bir zorlamaya ya da kurumsal ve manipulatif bir toplumsal edime dayanmaz.
    ...
    ancak kendilerine olan saygının aşınmış olduğu noktada insanları soyut üretim unsurlarına indirgemek mümkündür.
    ...
    anlaşılan her şey, insanın mutlaka hayatta kalmak istemesine göre düzenlenmiş, bundan bilinçli olarak hiçbir şevinç duymasa bile.
    ...
    korkudan kaçmak için gösterdiğimiz sürekli çaba içinde durmadan başarı ve onay peşinde koşmak zorunda kalıyoruz. bu arada bastırılmış korkumuzun üzerine bir de farkında olduğumuz başarısızlık korkusu ekleniyor. çünkü bu, her şeyi kontrol altında tutma isteği, iktidar ve başarının ağırlıklı olduğu bir dünyanın temeli kabul ediliyor. ama bu üst hedefler, bizi giderek daha çok dış uyarıma, başarımızın dış işaretlerine, tüketim toplumumuzun ürünlerine bağımlı kılıyor. dış uyarımlar ayrıca, pazar ekonomimizin yasaları uyarınca durmadan yeni uyarımlara istek yaratılmasından ibaret olan kendi dinamiklerini oluşturuyorlar.
    ...
    ekonomik gerileme dönemlerinde tüketim imkanı kısıtlanınca içteki korkuların yüzeye çıkması tehlikesi baş gösterir. bu durumda, kendimizi kimlik yetersizliğimizle desteklenen, bastırılmış korkudan korumak için, düşman imgeleri yaratma gereksinimi duyarız. böylece şiddet, yetersiz bir kimliği ayakta tutmanın amacı haline gelir. bunu milliyetçiliğin yaşamın anlamı haline getirildiği her yerde somut olarak görürüz. bu tür girişimlerin temelinde her zaman, insanın iç boşluğu karşısında duyduğu korkuyu, sembolik bir güçle özdeşleşerek örtme çabası vardır.
    ...
    başarısızlık korkusu, bu toplumun bilinçli motorudur.
    ...
    insan özel mülkiyet için çaba göstermeye başladığında şiddet, dolandırıcılık, hırsızlık ve gasp ortaya çıktı. hemen ardından gurur ve kıskançlık dünyayı sarıp hep beraber yeni bir zenginlik ölçütü getirdiler, çünkü o zamana kadar bir eksikleri olmadığında kendilerini zengin hisseden insanlar, taleplerini artık doğal ihtiyaçlarına göre değil, başkalarındaki fazlalara göre belirliyorlar ve komşularının kendilerinden fazla malı olduğunu görünce kendilerini yoksul hissediyorlardı.
    ...
    insanlar, yaşadıkları sevginin sahteliğine karşı mücadele etmek yerine, kendilerine gerçek sevgiyi hatırlatan ve yaşadıkları sevgisizliğe dair korkunç gerçeği ortaya çıkarma tehlikesi yaratan ne varsa ona karşı mücadele ediyor.
    ..
    şizofren için önemli olan iç gerçeğini desteklemektir. o dünyanın ikiyüzlülüğünü, itki ve davranış arasındaki çelişkiyi tanımaktadır. ... ikiyüzlülük şizofrene yabancıdır. bu yüzden de toplumsal anlamda çözünmüş duygu dünyasını reddeder. bu çoğunlukla yaşamdan tamamen çekilmeye, yani canlı bir ölüme yol açabilir. ama şizofren resesif tutumuyla, kendi gerçeğini ve onurunu umutsuzca ve pasif biçimde korumaya çalışmaktadır. eğer bu davranışı resesyon olarak görüp bir kenara itersek, kendi duygularımızdaki yarılmışlığı örtmüş oluruz.
    ...
    yahiler, beyazların kendileri için onurlu bir yaşamı imkansız hale getirdiklerini gördüklerinde, bu dünyadan geri çekilmeye ve yok olmaya karar verdiler.
    ...
    her ne kadar bağımız olmasa ve örtük kalsalar da, kendi algılayışına sarılanlar, çoğunlukla sadece ruh hastaları oluyor. eğer onları duyabilirsek, bize çocukluğumuzda ve sonraları içimizde nelerin yanlış gittiğini anlatıyorlar. ... ruh hastalarının, ne kadar dilsiz ve dolaylı da olsa,kendi varoluşlarına tutunmaları ise, uyum sağlamış olanları deli ediyor.
    ...
    (alıntının sonu)
  • 'empatinin yitimi' adıyla çitlembik'ten aralık 2006'da çıkan arno gruen'in türkçe'ye çevrilmiş dördüncü kitabı.
  • 'her insanı ailesi kaçınılmaz şekilde mahveder' tezini destekleyen kitap.
    aile ilk ve en büyük katildir. zirâ kendisi de kendi ailesinin kurbanıdır. bu durum 'insan' değişmedikçe, değişmeyecek bir devinim. sürekli olarak sayrı üreten bir dünya içre fabrika olmuş ve olacaktır insanlık.

    '' çocuklar varlıklarından dolayı değil de, ortaya koydukları ve bir zamanlar anne-babalarından da beklenmiş olan performanstan dolayı sevildiklerinde sorun çıkıyor.
    erikson (1958) bu konuda, çocuğun kimliği uğruna uğursuz bir kavgaya itildiğini, zira şöyle bir ikilemle karşı karşıya bırakıldığını yazıyor: çocuk anne-babası tarafından kendisi olduğu için sevilmek ister, ancak anne-babası onu sadece yaptığı şeyler için sever ve ödüllendirirler, o olduğu için değil. bu ayrım bazılarına anlaşılmaz gelecektir. pek çok insan için, insanın ne yaptığıyla ne olduğu aynı şeydir, çünkü tanımlama hep bu şekilde yapılmıştır, insan kendisini de böyle tanımlar. erikson, bu konuda yazdıklarınadevamla, anne-babaların, çocuklarının kendilerini haklı çıkartmak, doğrulamak için var olduğuna inandıklarını belirtiyor. dile getirilmemekle birlikte çok net bir biçimdeçocuğa yöneltilen talep şudur: ne performans gösterdin,benim için ne yaptın?
    burada birbirine ayrılmaz bir biçimde bağlı üç duygu ortaya çıkar:

    birincisi, beklentiyi karşılayamama korkusu.

    ikincisi: çocuğun kişiliğini tanımayan güçlülere karşı (haklı) saldırganlık. bu saldırganlık, anne-baba böyle bir şeye izin vermediği için çocuğu aynı zamanda korkutur.

    üçüncüsü: çocuğun varlığı nedeniyle sevilmesi yerine, ödül ve övgü yoluyla yaratılan itaatkarlık. bütün bunlar çocuğun anne-babaya olan bağımlılığını artırır ve ödül ve övgüye, motivasyon olarak gerçek sevgiden daha fazla değer verildiğini öğrenmesini sağlar.
    böyle bir toplumsallaşma süreci ileri medeniyetlerdediğimiz kültürlerin hepsinde aynı görünüyor.

    insan,kendini sevdirmeyi öğrenmesi gerektiğini, sevginin kendi başına bir hak olmadığını öğreniyor.bu örnek bir yandan da, insanları bilince vardırmayı görev edinenlerin bile ne denli aynı bilinçsizlik içinde olduğunu gösteriyor. aynı zamanda da kimliğin bu olağanlığına ne kadar kapılıp kaldığımızı, bunu sorgulamaktan ne kadar uzak olduğumuzu da vurguluyor.
    öğrenmenin ödüllendirilmeye yönelik olması ve ödüllendirilmenin bir gereksinim haline gelmesi de -buna bağımlı olmamız ayrıca vahim sonuçlar doğuruyor. bu şekilde kendiliğimize yabancılaşıyoruz, bunun yıkıcı sonuçlar doğurması da kaçınılmaz.

    helen bluvol (1972) ve ann roskam (1972), city university of new york'ta bağımsız kendilik üzerine yapılan araştırmalarda, onaylanma ihtiyacı aşılanmış lise öğrencilerinde bilinçaltında kendi sınırlarından duyulan korkunun en üst düzeyde görüldüğünü saptadılar. bu öğrenciler, buna bağlı olarak anne, baba, öğretmen gibi otorite figürlerine mesafeli bakma ve onları iyi ve kötü özellikleriyle bağımsız insanlar olarak değerlendirme yetisinden de yoksundular. bu figürleri topyekûn olumlu sınıflandırıyorlardı. öğrencilerin tipik bir özelliği de, başkalarını ezdiklerinde kendilerini bağımsız hissetmeleriydi. yani baâ-ğımsızlığın onlar için bağımsızlıkla hiçbir alakası kalmamıştı. isteklerinin odağına kendiliklerini, kendi duygularını, kendi algılarını koymak yerine savaş açabilecekleri başkalarını -kendilerine rakipler- arıyorlardı. yani bağımsızlıkları adına başkalarını baskı altına alıyorlar ve bunu yaparken davranışlarının ardındaki güdünün otorite temsilcileri tarafından onaylanmaya duyulan derin bir ihtiyaç olduğunu fark etmiyorlardı. yeterli olamama, başarısızlığa uğrama, anne-babaların veya diğer yönlendirici figürlerin isteklerine cevap verememe korkusunu bilinçaltına bastırmışlardı.

    gerçeklik karşısındaki tavrımız da aynı. bu durumda gerçeklik duygusu gerçeği olduğu gibi algılamak değil, aksine sevginin yapısı hakkında kendisine yalan söyleyen ve bu yalanı gerçeklik düzeyine yükselten bir toplumun davranış normlarına uyum sağlamak oluyor. buna karşı çıkan insanlarsa ruhsal bakımdan hasta kabul ediliyor. ''
  • ''şiddeti görmezden gelmekle onu destekliyoruz. gerçek acı karşısında kayıtsızlık ve korku, acıyı giderek daha az algılamamıza yol açıyor. algılayacak olsak bir şey yapmamız gerekir. ama sorumluluk üstlenmek korku vericidir, biz de kayıtsız kalmayı tercih ederiz.

    ... kendi acımızla bağımızı kaybettiğimiz için biz hem suçlu hem de kurban durumundayız. bir zamanlar kendi içimizde hissettiğimizde kurbanı cezalandırmak için sürekli yeni kurbanlar arıyoruz.''

    ''eğer bir çocuk, içindeki acıya ulaşmanın yolunu bulamıyorsa ve bunun için ona yardım edilmiyorsa canlılığı dumura uğrar, o zaman iç yaşamını dışa, maddesel olana kaydırır. tüketim toplumumuzun bu iş için hazır tuttuğu sayısız ürünle yaşamını satın alır.''
  • arno gruen bu kitabın "niçin düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz" başlığında, "insan başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz... düşmanlar bizim çaresizliğimizin yerini alırlar" demiş.

    türkiye'de hayli yaygın olan bu soruna psikolojide yanılmıyorsam yansıtma deniliyor. türkiye'de bu sorun bizzat iktidar erklerinin politikalarıyla gerçekleşiyor. bunun bir örneği için: (bkz: herkes bize düşman paranoyası)

    arno gruen, bu sorunun ortadan kalkması için, "eğer özenle kurulmuş korunma mekanizmaları yıkılırsa, görmezlikten gelme stratejileri artık işlememeye başlarsa, eğer tepedeki koruyucu ekonomik ve toplumsal çerçeve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için dayatılmış roller artık ödüllendirilmiyorsa, insan ancak o zaman tekrar kendisiyle yüzleşmek zorunda kalır" demiştir.
  • "ideallerin, ezenin idealleştirilmesiyle oluştuğu bir dünyada, idealler ne anlama gelir?"

    kimlik, var olmak, sevgi ve şiddeti hem toplumsal hem de bireysel olarak inceleyen ve kökeninde yok sayılan yaşanmışlıkları bulan her sayfasına eğilip ince ince emek vermeyi hak eden çok güzel bir kitap. başımıza gelen üzücü olayları bastırmak yerine kendimize üzülmeyi göze almamız gerekiyor. empati duygusunu geliştirmenin yolu çocuklukta, önce kendimizden geçiyor. içimin yağlarını eriten anne-babalara yönelik harika çıkarımlar var. öğrenmeden anladığımızı gayet başarılı anlatmış belki üzerinde durduğu sağ-sol beyin tezleri eleştirilebilir, onun dışında etkilendiğim harika bir eser.

    "çocukluktan beri zorlandığımız otantik duygularımızdan vazgeçme durumuna karşı mücadele edemezsek insanlığın yenilgiye uğraması ve gerçek kimliğimizi yitirmemiz tehlikesi söz konusu olur. doğarken insanlığı içimizde taşımaktayızdır. ama buradan gelişen çoğunlukla sadece, insanlığın sesini taklit etmekle birlikte insanlığın yüreğine ihanet etmiş sahte bir görüntü olur. sonra da ingiliz şair edward young' un daha 18. yy de söylemiş olduğu şey gerçekleşir. "orjinal olarak doğuyor, ama kopya olarak ölüyoruz."
  • kişinin kendisi olmasının önündeki engelleri anlayabilmesi için kılavuzluk eden kitap. arno gruen sayfalar boyunca toplama kamplarından sağ kurtulanları, şizofrenleri, kendi danışanlarını inceleyerek, toplumun bireye dayattığı pozlara bürünmeden kendince var olabilmesinin yollarını anlamaya çalışıyor.

    kendileri oldukları için değil, annelerinin ve babalarının uktelerini gerçekleştirdikleri için onaylanmalarının veyahut toplumda sahip oldukları ünvanlar doğrultusunda kabul görüyor olmalarının çocuklarda yarattığı tahribatı ve bu tahribatın neredeyse toplumu oluşturan her bir bireyde var olduğunu tane tane anlatıyor yazar. böyle bir toplumda yani kendi olamamış - belki de dünyanın mevcut düzeninde en zor meselelerden biri- insanlardan oluşan bir toplumda sevgiyi tatmamış veya sevgi diye aslında anne, baba veya toplum normlarına uyuyor olmasının onaylanmasını gerçek sevgi sanmış kişilerin yarattığı şiddeti ve hissiz, duyarsız kitleleri bilhassa günümüz uygarlığının "ilkel" olarak adlandırdığı kabileler ile modern toplumu kıyaslamak suretiyle yüzümüze çarpıyor kitap.

    anlatılan her bir konuda, verilen her bir danışan örneğinde sürekli kendimi sorguladığım için adeta interaktif bir deneyim oldu bu kitabı okumak. kendimi, beni oluşturan etmenleri ve tabiki en çok da annemi ve babamı, bana karşı davranışlarını tekrardan irdeleyip bugünkü ruhsal sorunlarıma olan etkilerini anlamaya çalıştım. anne baba olma durumunun ne kadar ciddi bir sorumluluk gerektirdiğini ama herşeye müdahale hakkını kendinde gören devletin ve toplumun bu bilinçsizce üreme çılğınlığına dair tek bir laf edememesi, beni aslında genlerin bir sonraki nesle geçmek için kullandıkları birer durak olduğumuz gerçeğinin var olan tüm kötülüklerin ve acıların en önemli müsebbibi olduğu sonucuna götürüyor.

    salt anne baba değil okul hayatı, iş hayatı, vb. ortalama bir insanın ömrü çeşitli otoritelerin kalıplarına uymak ve uyduğu ölçüde onaylanmak ile geçiyor. kalıplardan sıyrılıp, kendimizi ve hayatımızı sorgulamaya başladığımızda yüz yüze geldiğimiz çaresizlik ve acı o kadar korkutucu ki , kendimiz olmak yerine herkesin yaptığı gibi yaparak çeşitli ünvanlarla, eşyalarla veyahut güçlü gördüğümüz figürlerle özdeşlik kurarak nefes alıp vermeye devam ediyoruz.

    kitabı daha önce okuduğum zaman fark etmemiştim ikinci okuyuşumda fark ettim, marlo morgan'a referans vermiş arno gruen ancak morgan'ın kendisi aborjinler ile ilgili yazdığı kitabın gerçeklere dayanmadığını itiraf etti. bu bakımdan, empatinin yitimi gibi hayata bakış açımı etkilemiş önemli bir kitapta böyle bir "sahte" malzemenin delil olarak sunulması üzücü. bir kez daha her okuduğumuz şeyi ve referanslarını dikkate alıp, delillerinin doğruluğunu kontrol etmemiz gerektiğini ama bu işin de sıkıcı ve zahmetli gelmesinden dolayı çoğu zaman önemsemediğimizi fark ettim.

    kendime dair eleştirim de, kendimde gördüğüm sorunları anne babaya, topluma bağlayıp ve her birimizin el birliğiyle oluşturduğu, hayat diye yaşadığı bu gen aktarımının temel alındığı,duyarsız, vahşi ve kendi çıkarını kollama güdüsünün belirleyici oldu düzende var olmamak için her şeyde bir bayağılık görmeye çalışmam.

    ilk olarak üniversite yıllarında okudugum bu kitap şimdi tekrar okuduğumda yine yeniden insan olmaya dair toplumda var olan değerlerin ne kadar boş olduğunu ve insanın kendini gerçekleştirebilmesinin önünde ne kadar çok engeller olduğunu ve tüm bu gerçekleri kabullenmenin ne kadar acı verdiğini gösterdi.
  • hâlâ baskısı olmayan kitap..
    "gerçek vicdan ve gerçek suçluluk duygusu ise,
    bir insanın bir başkasına acı verdiği için kaygılanmasında kendisini gösterir.
    bu kaygı sorumluluk duyarak davranmayı getirir. bunun dışında her şey göstermeliktir."
  • herkesin yaşadıkları öznel, herkesin genleri farklı, aileleri farklı, yaşantılar, sosyal konumlar farklı vs. her ne kadar farklı olsa bile hepimizin acıları , kaygıları çok benzer. misal 200 yıl önce yaşayıp ölmüş bir yazara veya filozofa bakıyorsun, bırak interneti cep telefonu otobüs yok. at var, at arabası var. yazdıklarına bakıyorsun, benzer acılar, aynı kaygılar. çoğu psikoloji alanında uzmanlaşmış insanlar ve yazara göre bütün sorunların temelinde çocukluktaki bastırılmış duygular var. temelinde de şiddet ve /veya taciz. her iki durumda da çocuk kurban. doğduğumuz ailenin ve toplumun değer yargılarıyla şekilleniyoruz, bir kalıba sokuluyoruz. bu süreçte bastırılmış duygularımız, arzularımız, korkularımız, acılarımız karakterlerimize ve yaşantımıza etki ediyor.

    bütün anne ve babalar kötü. işin özü biraz da bu sanırım. istediğiniz kadar duyarlı özverili bir ebeveyn olun, çocuk ne algılıyorsa siz onun gözünde osunuz. çocuğun gayri ahlaki olarak nitelendirilen arzuları, istekleri ebeveynlerin sosyal normlar gereği bastırılır. yani sanmıyorum ki çocukluğunda gizli saklı cinsel oyunlar oynamamış bir insan olsun. bundan hepimiz kaçınıyoruz, yüzleşmek istemiyoruz. bu cinsel oyunları oynadığımız bir arkadaşımız da olabilir bir akrabamız da olabilir. bunları da sürekli bastırıyoruz. çünkü bu oyunları oynarken de bir suç veya kötü bir şey yaptığımızı bildiğimiz için gizli saklı yapıyoruz. bunu bilmesek tercih edilen yerler kanepe arkaları yerine salonun ortası olur. bu konu toplumsal normlar işin içine girdiği için biraz sıkıntılı. gerçekten bu tür durumlardan ebeveynlerin nasıl bir tutum sergileyeceği bilmiyorum, kitapta da bir yolunu göremedim. pedagojinin uzmanlık alanı.

    şiddet sadece fiziki olarak yapılan bir şey olmuyor. ebeveynler tarafından ilgisizlik, özellikle annenin bebeğe ilgisizliği ya da kayıtsızlığı bebek için ölüm acısıyla eş değer tutuluyor. doğumdan hemen sonra bebek anne karnının üstüne yatırıldığında, bebek anneyle göz teması kurabilmek için hareketlenmeye başlıyormuş mesela. anneyle göz teması kuramama veya boş, soğuk bakışlar algılandığında işte o ölüm acısına eş değer acı yaşanıp felç olma durumu gibi bir an yaşanıyor. beslenme, dışkı ihtiyaçları için dışarıdan birine ihtiyaç duymayan bebek, güvenilir ve korunaklı bir anne karnından ciğerleri yırtılırcasına nefes almaya başladığı bir dünyaya geliyor. büyük bir travma. şüphesiz anne için de öyle. buradaki konu sapiens bebito.

    sonrasında bebeklikle başlayan travmalar silsilesi devam ediyor. genelde bebek bol bol uyusun diye ebeveynler ev içinde pervane olur. bebeğin ilk senesinde yemek ve uykudan çok tensel temasa ihtiyacı oluyormuş. yani sevgi. burada ebeveynler bilerek ya da bilmeyerek hataya düşüyor. uyusun da büyüsün olayı gerçekten bebeğin gelişimi için de istenebilir, ebeveynlerin dinlenmeye veya kendilerine vakit ayırma ihtiyacından dolayı da istenebilir.

    sevgisizlik, ilgisizlik, şiddet, taciz gibi travmatik durumlarda çocuk bu davranışlarda bulunan ebeveyniyle kendisini özdeşleştirip kendi kimliğini bulamadan yitirmeye başlıyor. sevgi ve ilgi talep ettiği için kendisinin suçlu olduğuna kendisini ikna edip yaşamaya çalışıyor. hayatına giren insanlara sevgi ve ilgi gösterememesi karşısındakini kendisine benzetmesinden dolayı da olabiliyor. ya da anne ve babasının ilgisini çekmek istediği için rol yapmaya alışan bir bebek ilerleyen dönemlerinde kendisine ilgi gösteren kişileri de anne babasını kandırdığı gibi karşısındakileri de kandırdığını düşünüp, bilinçli veya bilinçsizce içten içe küçümsüyor. şiddet gördüyse, bu durumda kurban olmasına rağmen şiddet uygulayanla kendisin özdeşleştiriyor. kendisin suçlu gördüğü için şiddet gördüğünü kabullenip bunu içselleştiriyor ve suçluyu haklı bularak onunla kendisini içten içe özdeşleştiriyor. taciz olaylarında da böyle. ebeveynlerinden birinin tacizine uğramış bir çocuk, kötü bir şeye maruz kaldığını bilse dahi ebeveyninin dedikleri yaparsa ya da davranışlarına karşı koymazsa, ebeveyninin ileride düzeleceğini düşünebiliyor. bu tür içselleştirmeler sonucunda da çoğu kişi kurbandan ziyade suçlu ile empati kuruyor ve kurbanı suçluyor. benzer travmaları yaşamış olan insanlarla karşılaştığında da yerini suçludan yana alıyor.

    hepimiz yaralı çocuklarız. yaralı olmak sadece tacize veya şiddete maruz kalmak değil. bakıma muhtaç bir canlı olarak dünyaya geldiğimizde, annemizle kurmamız gereken göz temasının geç olması bile derin yaralar bırakıyor. insan olmak zor.

    anlamak çözmeye yetmez demiş. çözüm için bilinen bir kaç seçenek var tabii.. bir uzmana danışın. psikoterapi, anti depresan ilaçlar, kendinle yüzleşmek okumak, araştırmak vs. bol şanslar.
hesabın var mı? giriş yap