• thomas bernhard'ın otobiyografik beşlemesinin ikinci kitabı.
  • sel 'den sezer duru çevirisiyle çıkmıştır.
  • thomas bernhard'ın nefes alıp karar vermesinden önce: kiler: bir kaçış (der keller: eine entziehung)
    montaigne'in "her şey düzensiz, belirsiz bir devinimden ibaret; daimi, desensiz, hedefsiz" alıntısıyla açılır, "hiç fark etmez"le biter.

    doymalık:
    "büyükbabamdan edindiğim alışkanlıkla her zaman erkenden, neredeyse hep saat beşten önce kalkardım. bu hala sürdürdüğüm bir ritüel. ataletin bitmek bilmez gücü ve yaptığınız her şeyin anlamsızlığına rağmen mevsimler, her gün değişmez bir disiplinle aynı şeyi getiriyor. uzun dönemler boyunca gerek fiziki gerek zihinsel izolasyon içinde yaşarım. bütünüyle ve vazgeçilmez biçimde gereksinimlerime boyun eğerek kendimle başa çıkabilirim. mutlak üretkenlik dönemleri, yerini tamamen randımansız olduğum dönemlere bırakır. gerek kendi tabiatımın getirdiği, gerekse evrenin eseri olan tuhaflıklarımdan ancak günlük rutinlere uyarak kurtulabilirim. yalnız kendime karşı gelerek, hatta gerçekten kendime karşı olduğum zamanlarda var olma yeteneğine sahibim. yazdığım zaman bir şey okumam, bir şeyler okuduğum zaman da bir şey yazmam. uzun süreler boyunca bir şey okumam, yazmam, bazen ikisi de mide bulandırıcı olur. hem yazmayı hem de okumayı tiksindirici bulduğum uzun dönemler olur, o zaman eylemsizliğe kapılırım; bu da kişisel felaketim üzerinde kara kara düşünmeme; gayri tabii, yapay, hatta sapkın olduğu ölçüde rutin de olan koşullarda geçen yıllar boyu ne hale geldiğime bakıp hayıflanmama sebep olur. beni sarsan, umutsuzluğa sürükleyen, neredeyse her gün dikkatimi dağıtan kaderin oyunları, onları açıkça görebildiğim zaman üzerimdeki etkilerini kaybeder; dikkatlice gözlemleye bildiğim hiçbir şey beni rahatsız edemez, incitemez. var oluşumuzun net bir görüntüsünü elde etmek, ama yalnızca iç yüzünü görmekle kalmayıp içindeki en parlak ışığı bile her gün yakalamak; onunla başa çıkmanın tek yoludur. daha önceleri bu ölümcül gündelik var oluş oyununa girme olanağım yoktu, bunu yapacak ne anlayışım ne de gücüm vardı. bugünse mekanizma kendiliğinden çalışmaya başlıyor. günlük bir düzenleme işi bu. zihnimdekileri düzenliyorum, şeyleri ait oldukları yere yerleştiriyorum ve artık kullanmadıklarımı ıskartaya çıkarıyorum, kısacası kafamdan atıyorum. böylesine bir zalimlik, yaşlılık belirtisidir. modaya direnmek için soyutlanma ve aklın metaneti tek kurtuluştur. ne çok düşünsel moda gelip geçti yanımdan bugüne kadar! hain atık değerlendiricileri iş başında. oysa modası geçmiş ürünleriyle piyasaya hükmedenler kolayca tanınabilir, zamanla kendiliğinden pisliklerine batarlar. hayatta kalan kişi, kendi zaferleri için kenarda uygun bir köşe yaratmak zorundadır. hava hafif, ama ben alıştım ona. bir süredir ya/ya da konusu da bir dengeye oturdu. hangisine daha çok değer vermeli, klişelere mi yoksa doğal sezgilere mi? saçma olan şeyin ötesine ilerlemek imkansızdır. her şeyi dinledim ve hiçbir şeye uymadım. bugün bile nasıl sona ereceğini bilmeden deniyorum ki bu da şimdiki beni, yalnızlığı seçen beni büyülüyor. her şeyi daha da anlaşılmaz kılan sözcüklerin ne anlama geldiğini merak etmeyi uzun zaman önce bıraktım. yaşamın kendisi, var oluşun kendisi; bunlar hep beylik sözler. benim şu anda yaptığım gibi, eskiyi anımsarsak, her şey kendiliğinden halloluyor. bütün ömrümüzü, hakkımızda en ufak bir şey bile bilmeyen ama hakkımızdaki her şeyi bildiklerini iddia eden insanlarla birlikte geçiriyoruz. en yakın akrabalarımız ve dostlarımız bile bir şey bilmiyor, çünkü kendimiz de çok az şey biliyoruz. yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. çabalarımız tam bir hayal kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. yetkili olmadığımızı düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi görmezden geliyorlar. her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız. yaşlandıkça daha sert yargılarda bulunuyoruz ve karşılığında iki kat sertlikte yargılara da alışmalıyız. cehalet, her türlü ilişkiyi berbat ediyor, zamanı gelince de yerini kayıtsızlığa bırakıyor. yıllar boyu süren kırılganlık ve yaralanmadan sonra artık neredeyse hissiz ve yaralanmaz olduk. hala yaralanmaları algılıyoruz, ama artık eskisi gibi aşırı duyarlı değiliz. daha sert darbelere dayanabiliyoruz, daha sert darbelere katlanabiliyoruz. yaşam bizim bugün konuştuğumuzdan daha kısa, daha yok edici bir dille konuşuyor. artık umut edecek kadar duygusal değiliz. umudun olmayışı bize insanlar, nesneler, ilişkiler, geçmiş, gelecek, vesaire hakkında daha açık bir görüş sağlıyor. yaşamımız boyunca başımıza gelenlerin ispatı olduğumuz bir yaşa eriştik. bana gelince, ben üç deneyim geçirdim: büyükbabamın deneyimi, benim için daha az önemde olan tüm diğerlerinin deneyimi ve kendi deneyimim. üçü birden, toplu halde beni arkası kesilmeyen hassasiyetlerden korudu. her zaman iki hayat sürdürdüğümü inkar edemem; biri gerçeğe en yakın olandı, onu hakiki var oluşum diye adlandırabilirim, diğeri de sadece rol yaptığımdı. bu ikisinin birlikteliği, zamanla beni yaşamda tutan bir var oluş yarattı. kah biri kah öbürü bana egemen oldu, ama belirtmeliyim ki ikisi de her zaman mevcuttu. bugüne kadar, beni bugünkü halime getiren şeyler hiç var olmasaydı da herhalde bunları kendim için uydurur ve ayın sonuca varırdım. bu zorunlu durum beni her yeni günde ve her yeni anda ileriye götürdü. hastalıklar, hatta daha sonra gelen ölümcül hastalıklar beni havadan yere, güvenliğe ve kayıtsızlığa indirdi. bugün artık gösterecek hiçbir şeyimin olmadığına kesinlikle eminim (üstelik hemen hiçbir şeyin kesin olmadığını bilmeme rağmen). her şey saf gösterişten ibaret. artık her şeye öyle ya da böyle ilgisizim, bu da beni her zaman kaybedilen oyunda son partiyi kazanan kişi yapıyor. büyükbabamın gördüğü düşler bende hiçbir zaman olmadı, onun yaptığı hatalara da hiç düşmedim. ne dünya onun sandığı kadar önemli, ne de içindeki herhangi bir şey onun abarttığı kadar kötü. ben büyük sözleri ve beylik lafları anlaşılması gerektiği gibi anladım: kulak verilmemesi gereken ehliyetsizlikler olarak. içine düştüğü ve ona yaşamı boyunca acı çektiren yoksulluk da, düşlediği zenginlik de benim açımdan inandırıcı değildi. benim geçtiğim yollardan büyükbabam daha önce geçmişti, bu benim avantajımdı, hala da öyle. benim daha fazla eğitim olanağım vardı. zenginin yoksula dönüşümü klişesine karşı ben de bir klişeye imza attım: entelektüelin hakiki aptala dönüşümü. karşılaştığı kötü muameleyle parçalanmış biri olarak, istese bütün bu kötü komediyi sonlandırabilirdi; hayatı boyunca oynadığı kurban rolünden sıyrılabilir, tüm dekorları yerle bir edebilir, dekor ustaları ve aktörleri imha edebilirdi, ama hiçbir zaman o güçte olmadı. büyükbabam operadan nefret eder, tiyatroya hayranlık duyardı; oysa ne operadan nefret edilebilir ne de tiyatroya hayranlık duyulabilir, tıpkı şu veya bu insandan nefret edilip başkalarına hayranlık duyulamayacağı gibi. neredeyse herkes kendisini nefret ve hayranlık arasında mahveder, büyükbabam da altmış sekiz yıllık yaşamında kendini bu iki kavram arasında parçaladı. benim dışımdaki herkes için yol gösterici olabilirdi, fakat ben hiçbir zaman açılan yoldan gidecek bir insan olmadım. hiçbir zaman belli bir yolu izlemedim, zira hiç şüphe yok ki sonsuz ve anlamsız yollardan geçmeye hep korktum. isteseydim giderdim, dedim hep kendi kendime. ama gitmedim, en azından bugüne kadar. bir sürü şey oldu, yaşlandım, yerimde saymadım; ama yine de belli bir yola sapmadım. sadece kendi anladığım bir dili konuşuyorum, başkası anlamaz. herkes yalnızca kendisinin anladığı dili konuşur. anladığını sananlar budalalar ve şarlatanlardır. eğer ciddiysem, ciddiyetim anlaşılmaz ya da en azından yanlış anlaşılır. daha ince espriler yapmanın bir reçetesi yoktur. neticede herkes de, kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, kendi kaynaklarına geri düşer, kendisine bağımlı bir sanrıdır, başkalarına inansaydım şu anda var olmamam gerekirdi, fakat her yeni gün kanıtlıyor ki ben varım. sanki kendi zihnimin içindeki bir kahinim. ben, giderek daha hızlı dönen ve içinde her şeyin durmadan çiğnenip öğütüldüğü bir var oluş makinesinin kurbanı mıyım? bu soru yanıtlanmadan kalmalı. karakterim tüm karakterlerin toplamı; arzularım tüm arzuların toplamı; umutlarım, korkularım ve hayal kırıklıklarım için de aynı şey geçerli. kimi zaman açık sözlülük gerektiğinde ancak iki yüzlülük beni ve diğerlerini kurtarıyor. ne zaman bir yerlere sığınmak istesek, kendimizi acizlik içinde buluyoruz. kaçanın seçtiği yol, onun haleti ruhiyesine uygun düşüyor. onu hep kaçarken görüyoruz ve neden kaçtığını bilmiyoruz, oysa her şeyden kaçıyormuş gibi görünüyor. insan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. kaçıyor çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor. yaşamlarımız boyunca hep tek bir yöne doğru koşuyoruz. dört ila altı yaşlarım arasında kapılarını açtığım hayatımın sahnesi, bugüne kadar beni hep etkileyen yüzlerce, binlerce karaktere ev sahipliği yaptı. performanslar ilk oyundan itibaren artmaya devam ediyor, dekorcular değişti, oyunu algılayamayan oyuncular terk ediliyorlar. bu her zaman böyle olmuştur. ben bu karakterlerin arasındayım, hem dekorcuyum hem tiyatronun müdürü. peki ya seyirci? sahneyi sonsuzluğa kadar genişletebilir ya da kendi kafamızın içinde bir gözetleme deliğine kadar daraltabiliriz. neyse ki, her zaman her şeye ironik bir bakış açımız var, ama bir yandan da bunu ciddiye almak zorundayız (biz derken kendimi kastediyorum.) daha büyük bir önyargı sahibi olmak için tüm eski önyargılarımızı bırakıyoruz. bu kendimize sağladığımız bir lüks. insanlar gururdan, küstahlıktan, kendini üstün görmekten söz ettiklerinde neyi kastettiklerini anlıyoruz. dedikleri şeyler doğru, çünkü her şey doğru, sözleri geri almaya gerek yok. borçlarımızı ödüyor, utancın üstesinden geliyoruz. öngörüldüğünü duyduğumuz hiçbir şey gerçekleşmedi. inanmamız istenen her şeyin aldatmaca olduğu çoktan ortaya çıktı. fikirlere saplanmış şekilde, kendimizi çılgınlığa ve deliliğe teslim ettik, bir baktık ki karlı çıkmışız. sözüm ona bize yakın olan insanları dinleseydik, bugün nerede olurduk? geçirdiğimiz gelişim belki gülünç, ama tutarlı olduğu ortada ve her zaman beklenenin tersi sonuçlar üretiyor. sonuç kabustan başka bir şey olmasa da, onun için uğraşmaya değerdi. bazen durumun bir trajedi, bazen de komedi olduğunu söyleriz, ancak aynı durumun kah trajedi kah komedi olduğunu söyleyemeyiz. oyuncular benim hem trajedimin hem komedimin manasızlığına ikna oldular, bu doğru. oyuncular her zaman haklıdır. sahneye çıkışın soldan olması talimatını verdiğimizde, aslında sağdandır ya da sağdan diyorsak soldandır; ama bunu görmediler ve oyunun asıl unsurunu kaçırdılar. neyin oynandığını anlamıyorlar, çünkü kendim de oynananı anlamıyorum. bir delinin gizli niyetine bakmak, deli olduğunu inkar etmese bile, ne kazandırır ki? çocuk her zaman bir tiyatro yönetmenidir. başlangıçta yüzde yüzlük bir trajedi koydum sahneye, daha sonra bir yüzde yüzlük komedi, ardından yine bir trajedi. sonunda türler karıştı, artık trajedi mi yoksa komedi mi olduğu anlaşılamıyor. bu seyircilerin de kafasını karıştırıyor. beni alkışladılar, ama şimdi buna pişmanlar. beni sessizlik içinde bıraktılar, rezil ettiler, ama şimdi pişmanlar. her zaman kendimizden bir adım öndeyiz ve alkışlayalım mı yoksa alkışlamayalım mı, bilmiyoruz. ruh halimiz tahmin edilemiyor. her şeyiz ve hiçiz. hiç şüphe yok ki er ya da geç, tam orta yerde mahvolacağız. bunun dışındaki her şey akılsızca iddialardır. kelimenin tam anlamıyla, tiyatrodan yola çıktık. doğanın kendisi gerçek bir tiyatro. insanlar ise, bizatihi tiyatro olan doğanın içindeki, kendilerinden artık pek bir şey beklenmeyen oyuncular."
  • salzburg'dan nefret eden yazar bize bu sefer salzburg'un yenidoğan, tarlabaşı, çinçin, muadili bir mahallesine götürür.

    - "scherzhauserfeld mahallesi kentin kalbinde bir kusurdu."

    - "scherzhauserfeld mahallesi denildiğinde salzburg'un içindeki yoksulluk, açlık, suç ve pislikten oluşan kirli leke, bir utanç kaynağı olarak hatırlanır."

    - "boş verilmiş, unutulmuş; sürekli gönülleri alınmış ama sonucunda yine unutulmuşlardı. scherzhauserfeld, o kara leke, sadece seçim zamanlarında gündeme geliyor, fakat seçimler biter bitmez yine eski unutulmuşluğuna geri dönüyordu. scherzhauserfeld sakinleri de, salzburgluların scherzhauserfeld lafını duyduklarında midelerine saplanan küçümseyici sancı karşısında, kendilerine has bir gurur geliştirmişleri; kaderlerinden ve kökenlerinden, hatta salzburg'un pis lekesi, salzburger volksblatt gazetesi'nin sözleriyle kentin en büyük ayıbı olmaktan gurur duyuyorlardı."

    - "mahalleden ayrılan birisinin tek bir tanımı vardı: şehre inen bir suçlu."

    - "avusturya'nın cezaevlerini durmadan besleyen bir kaynak haline gelmiş olmasına şaşırmamak gerekir. yıllar boyu polis ve mahkemeler scherzhauserfeld mahallesi'yle yoğun olarak uğraşırken kent yönetimi hiç ilgilenmedi."

    - "bir salzburg gazetesinde dava haberi görürsem scherzhauserfeld'le ilişkilendirildiğini okuyorum."

    - "kent tam da kendisine gerekli gördüğü uzaklıkta; dışladığı, yoksul, çaresiz ve sefil gördüğü, başka bir deyişle fazlalık olarak tanımladığı insanlar için ucuz ve ruh karartıcı bir site kurmuştu bu çayırların üzerine. içinde yaşayanlarla karşılaşamayacakları kadar uzakta, istemeyenlerin yaşamları boyunca haberdar olmayabilecekleri bu site, sibirya'daki ceza kamplarını andırıyordu."

    - "eğer araf diye bir yer varsa, dedim kendi kendime, orası scherzhauserfeld'e benziyordur. o zamanlar cehenneme hâlâ inanıyordum. artık cehenneme inanmadığıma göre scherzhauserfeld mahallesi'nin adı cehennem olmalı, orada yaşayanlar için oradan daha kötü bir yer olamazdı. bu insanların hiçbirinin kurtuluş umudu yoktu ve ben onların, yaşlıların ve gençlerin gün be gün mahvoluşlarını gördüm."

    - "scherzhauserfeld mahallesi bir yanıyla umutsuzluk, diğer yanıyla bir utanç gettosuydu."

    - "salzburg halkı, scherzhauserfeld mahallesi'ni bir cüzzamlı bölgesi, bir sürgün yeri, bir ölüm fermanı olarak görüyordu."

    - "scherzhauserfeldlilerin çoğunun artık gücü kalmamıştı. ya akıllarını kaçırmışlar ya da ölmüşlerdi; ya da benim akrabalarım gibi akıllarını kaçırıp ölmüşlerdi."
  • (bkz: kiler - bir kaçış)
    (...) pazartesinin iş günü olması pazar gününü biraz katlanır kılar. cumartesi günü ürkütücü, pazar korkunçtur; pazartesi rahatlama getirir. durum böyle değilmiş gibi yapmak kötü niyetlilikten ve budalalıktan başka bir şey değildir. cumartesi fırtına toparlanır, pazar patlar, pazartesi diner. (...)

    (...) asıl katil cumartesi günüdür ve pazar günü bu gerçeğin en sağlam kanıtıdır. (...)

    (...) doğa değer farkı tanımaz. yalnızca tüm zayıflıklarıyla, bedensel ve ruhsal pislikleriyle insanı bilir. birinin kompresörüyle, diğerinin daktilosuyla umutsuzluğa düşmesi fark etmez. (...)
  • thomas bernhard'ın şu cümleleri ile insanların ön yargılarını en güzel şekilde ifade ettiği, okuyanın düşüncelerine tercüman olan kitabı.

    "bütün ömrümüzü, hakkımızda en ufak bir şey bile bilmeyen ama hakkımızdaki her şeyi bildiklerini iddia eden insanlarla birlikte geçiriyoruz. en yakın akrabalarımız ve dostlarımız bile bir şey bilmiyor, çünkü kendimiz de çok az şey biliyoruz.

    yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. çabalarımız tam bir hayal kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. yetkili olmadığımızı düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi görmezden geliyorlar.

    her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız."
  • bir oturuşta bitirilen bir başka thomas bernhard harikası.

    (bkz: ters yön)
  • --- spoiler ---

    "hiç kimse yalnızlık ve soyutlanmayla yaşayamaz, bunların içinde mahvolur, toplum bunu ispat etmiştir." (s. 40)

    "insanoğlu özgürlüğü sevmez, aksini iddia etmek yalan söylemektir. özgür olunca ne yapacağını bilemez. serbest kaldıkları anda kendilerine iş çıkarırlar; giysi ve çamaşır komodinlerini açar, eski kağıtları, fotoğrafları, belgeleri ve mektupları arar, bahçeye çıkıp sağı solu eşelerler veya anlamsız ve amaçsız biçimde, hava nasıl olursa olsun etrafta koşuştururlar ve bunun adına gezinti derler." (s. 49)

    "mutluluk sorusu asla yanıtlanamaz: karşılaştırırız belki, tahmin ederiz, ama cevaplamaya kalkışmamalıyız. herkes mutludur ve hiç kimse mutlu değildir, herkes mutsuzdur ve hiç kimse mutsuz değildir. gördüklerimizden ne anlıyoruz? durmadan mutluluğu sorguluyoruz çünkü bizi bıkmadan, ömür boyu meşgul eden tek soru bu. akıllıysak, bu soruyu yanıtlamaya kalkışmayız, tabii eğer kendimizi olduğumuzdan daha kirli ve mutsuz bulmak istemiyorsak." (s. 65)

    "yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. çabalarımız tam bir hayal kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. yetkili olmadığımızı düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi görmezden geliyorlar. her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız." (s. 83)

    "dört ila altı yaşlarım arasında kapılarını açtığım hayatımın sahnesi, bugüne kadar beni hep etkileyen yüzlerce, binlerce karaktere ev sahipliği yaptı. performanslar ilk oyundan itibaren artmaya devam ediyor, dekorcular değişti, oyunu algılayamayan oyuncular terk ediliyorlar. bu her zaman böyle olmuştur. ben bu karakterlerin arasındayım, hem dekorcuyum hem tiyatronun müdürü. peki ya seyirci? sahneyi sonsuzluğa kadar genişletebilir ya da kendi kafamızın içinde bir gözetleme deliğine kadar daraltabiliriz. neyse ki, her zaman her şeye ironik bir bakış açımız var, ama bir yandan da bunu ciddiye almak zorundayız (biz derken kendimi kastediyorum.) daha büyük bir önyargı sahibi olmak için tüm eski önyargılarımızı bırakıyoruz. bu kendimize sağladığımız bir lüks. insanlar gururdan, küstahlıktan, kendini üstün görmekten söz ettiklerinde neyi kastettiklerini anlıyoruz. dedikleri şeyler doğru, çünkü her şey doğru, sözleri geri almaya gerek yok. borçlarımızı ödüyor, utancın üstesinden geliyoruz. öngörüldüğünü duyduğumuz hiçbir şey gerçekleşmedi. inanmamız istenen her şeyin aldatmaca olduğu çoktan ortaya çıktı. fikirlere saplanmış şekilde, kendimizi çılgınlığa ve deliliğe teslim ettik, bir baktık ki kârlı çıkmışız." (s. 86)

    "işlediğimiz işlemediğimiz tek -ya da belki birçok, kim bilir- suç yüzünden ömür boyu süren bir cezaya mahkumuz. yaşamayı biz seçmedik, kendimizi birdenbire burada bulduk ve o anda üstümüze sorumluluk yüklendi. dayanıklılık kazandık, bizi artık hiçbir şey yıkamaz. artık yaşama tutunmaya çalışmıyoruz, ama yine de onu kenara atıvermiyoruz. söylemek istediğim buydu, ama söylemedim. başımızı kaldırıp doğruyu ya da doğru görünen şeyi söylediğimize inanmak istediğimiz zamanlar oluyor, sonra başımızı tekrar eğiyoruz. hepsi bu." (s. 92)
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap