• guzel insan..insan gibi insan..onu hangi kelimelerle anlatmalı derken... yeni çıkan coban yildizi isimli kitabının kapağından asirmaya karar verdim yazacaklarimi eklemelerle de olsa..
    "iskenderunda dogdu, mersinde büyüdü, şimdilik istanbulda* yaşlanıyor. içinde yazı olan her işe *** her düzeyde bulaştı. keman çalabilse, resim yapabilse, biber dolması pişirebilse, muhtemelen yazmazdı. felsefeyi sevdi, edebiyatı sevdi. gene de onları, asıl sevdiklerinin çıkarları için kullanmaktan kendini alamadı:baldiriciplaklarin"
    yokusun basindaki o guzel dunyada simdilerde icinde dönüp duranlari ne zaman yazacak bakalim, papirusde yazdiklarini derleyip toparlayip basucu kitabı yapmakla kurtulurum sanıyorsa yanılıyor...**
  • şimdilerde "öyle bir geçer zaman ki" dizisinin tarih danışmanı ve dizinin senarsiti çoşkun ırmak'la çocukluk arkadaşı olan güzel insan.

    çoşkun ırmak asaf hakkında yıllar önce şöyle yazmıştı...

    asaf güven aksel

    47 yaşında. 15 yaşında devrimci düşünceyle tanıştı, sonraki yaşamı hep bu çizgide ve siyasî mücadelenin içinde oldu.

    o’nu çok daha öncesinden tanırım. ben sıska ve çilli, o kıvır kıvır saçlı esmer, iki çocuktuk. aynı mahalledendik. annesi münadiye teyze’nin meşhuuuuuuur patatesli tavuğuna az mı çatal salladık?

    “şahin spor”u asaf’la beraber kurduk. ilk düşünce bizimdi, katılım sağladık, üye kartları bastırdık, kapı kapı dolaşıp bağış topladık (sponsor nedir bilmezdik o zamanlar). formalar aldık, top aldık. şahin spor yıllarca yaşadı. bizler üniversitede okumak için ya da işe girip çalışmak için uzak kentlere gittik. şahin spor bir kült oldu şimdi gözümüzde. o birkaç çocuğun hayat verdiği bir dünyaydı. (şahin spor’u, “siyah çoraplılar” adlı oyunumun mitos-boyut’tan çıkmış olan kitabına yazdığım önsözde anlatmıştım.)

    lemi amca’nın yaşadığı büyük beyaz köşkün bahçesinden elma, incir, erik, armut araklardık. o da bizi bıkmadan, usanmadan kovalardı. lemi amca rahmetli oldu. hem de hazin bir şekilde. yıllarca biz dahil herkesin saldırısına karşı azimle koruduğu köşk uğruna öldü. bizim, mahalle çocuklarının gözü beyaz köşkün bahçesindeki meyvalarda; müteahhitlerin gözü ise bizzat beyaz köşkte ve bahçesindeydi. lemi amca gibi, beyaz köşk de yıllarca direndi müteahhitlere. sonunda yenik düştü lemi amca ve beyaz köşk. bir müteahhitle anlaşıldı. beyaz köşk yıkılacak, onun yerine ve bahçeye apartmanlar dikilecekti. müteahhit, diğer bir çok ağaçla birlikte, bir çam ağacını da kesmek istemiş. lemi amca buna karşı çıkmış, ağacın kesilmesine engel olmak istemiş. tartışma büyümüş, kavgaya dönüşmüş. lemi amca kendini kaybetmiş ve eline geçirdiği baltayla... yakınları, ölen müteahhitin intikamını aldılar. lemi amca, hapiste bir kiralık tarafından şişlenerek öldürüldü.

    lemi amca, bir keresinde ayhan’ı (hınçal) incir ağacının tepesinde kıstırmıştı. ayhan ağaçta, lemi amca ağacın altında, karşılıklı propoganda yapmışlardı birbirlerine. efsane olmuştu bu olay. lemi amca hırsızlığın kötü birşey ve günah olduğu yönünde; ayhan da bu yaklaşımın özel mülkiyet ve kapitalizm açısından böyle ve esasen yanlış olduğu yönünde tez ortaya koymuşlardı.

    bugün münadiye teyze de, lemi amca da, ayhan da yoklar. zamanın koruyuculuğundalar.

    ayhan 16 yaşındaydı öldürüldüğünde. 16 yaşında, devrimci.

    hepsi, herkes, her şey... o kadar çok ki! genç yaşımızda ne kadar çok ölüm yaşadık. daha hayatı tanımadan, ölümü tanıdık.

    kemal abi’yi bir manav bıçağına verdik gitti.

    asaf’ı da şöyle bir yokladı, kara cübbelinin tırpanı. kurşun iki santimlik bir yan çiziş yapmış. bu seğirtmeye borçluyuz asaf’ı. bir apartman dairesinde kıstırıldıklarında, en dip odaya çekilmişler. oda kapısının arkasına masayı çekip, barikat yapmışlar. kapı dışardan zorlandıkça, onlar da içerden dayanmışlar. kapı aralığından uzanan bir elin tuttuğu tabanca kurşun yağdırmış üzerlerine. sıçmık ahmet göğüsünden vurulmuş. asaf kapanmış sıçmık ahmet’e, sarılıp, siper olmuş. kurtuldular...

    üniversite yılları girdi araya, sonra benim dt macerası ve diyarbakır... koptuk birkaç yıl. sonra yeniden buluştuk. aradan geçen yıllarda daha bir büyümüş, olgunlaşmıştık. geride kalan hayatın analizini yapıyorduk. karanlık kalmış anlar, kişiler, olaylar... geride kalmışlığın getirdiği uzaklık ve donmuşluk içinde, daha rahat konuşulabilir olmuştu her şey. ama konuştukça, şunu farkediyorduk: çocukluğumuzun, ortak geçmişimizin bize yüklediği bir miras vardı: o miras, bizdik. geçmişimiz, bizi birbirimize miras bırakmıştı.

    geçtiğimiz haftanın üç günü (22, 23, 24 haziran 2007) büyük ada’da, asaf’ın evinde misafirdim.

    üç gün boyunca denize baktık, eskileri konuştuk. o kadar çok martı var ki! asaf, onları izleye izleye davranışlarını çözmüş, bana bilgi verdi. ada’ya ilk taşındığında, birkaç arkadaşı asaf’ı kafaya almışlar, onu anlattı:

    “ilk taşındım, baktım evlerin çatılarında, yollarda yürüyen, kırçıl kanatlı martılar var. diğer, bildiğimiz martılar gibi beyaz değil yani. ‘bunlar ne’ dedim, ‘bunlar yaşlı martılar, artık uçamıyorlar’ dediler bana. ‘ne yer ne içer bunlar’ dedim, ‘ada halkı bunlara yiyecek verir, öyle yaşarlar’ dediler. ben de bunu doğru kabul ettim, ne bileyim benimle eğlendiklerini? ben de misafirlerim filan geldiğinde, onlara anlatmaya başladım, ‘işte bunlar yaşlı martılar, artık uçamıyorlar, adalılar onları besliyor’ filan diye... meğer aslı yokmuş, eğlenmişler resmen. o kırçıllılar, uçamayan yavru martılarmış...”

    ben gittiğimde de, karşıdaki ve yandaki evin çatısında; bir de hemen öndeki yolun karşısındaki evin bahçesindeki kümesin damında üç tane yavru martı vardı. henüz uçamıyorlardı. karınları acıkınca bağrıp çağırıyorlardı, anneleri de gelip onları besliyordu. anne martı bir çatıya yumurtlamışsa, yavru orada dünyaya geliyor ve artık uçana kadar o çatı üzerinde yaşıyormuş...

    benim ada’da bulunduğum üç günlük süreçte, üç martı da kanat açıp koşmaya, uçma taklitleri yapmaya başlamışlardı. hatta bir tanesi çatı üzerinde kısa uçuşlar yapıyordu. sayılı gün geçti, ben ankara’ya döndüm.

    asaf, devrimci düşünceyi benimsediği ve bu yönde örgütlü mücadele verdiği sürecin başından beri, aynı yolda yürüdü. bir sapması olmadı. son derece birikimli, deneyimli bir insan. yıllar sonra, içinde bulunduğu parti, yıllarca omuz verdiği, omuz aldığı partiyle arasında bir çelişki oldu. ve asaf partiden koptu.

    bugün, küçük işler yaparak, son derece ağır ekonomik zorluklar altında yaşıyor. sağlığı da iyi değil. aslında, düzenin istediği bütün donanıma sahip. bilgisayar kullanımı ve teknolojisine hakimiyet, yazı yazma, yayıncılık, televizyonculuk, hep o’nda. yıllarca, adı yaygın olarak bilinen pek çok dergi çıkarmış, yayın kurullarında bulunmuş, yayınevi işletmiş...

    ama bir kusuru var: kendini satmıyor. ne olurdu stv’ye bir iki dizi karalayıverseydi? ne olurdu ab’yi ve abd’yi halka damardan enjekte eden medya holdingilerinin televizyonları için birşeyler çiziktiriverseydi? boy gösterseydi? pek çokları için bar harçlığı olan o paralar asaf için, örneğin, “sağlık” anlamına gelebilirdi. ama hayır. yapmıyor.

    büyük ada’da oturduğuna bakıp, “bu ne yaman çelişki” demeyin. ayrıntısına girme hakkım yok ama şu kadarını bilin: varlıktan değil, yokluktan. son iki yılını bir çek-yatın zor sığdığı bir arkadaş bürosunda; kitaplarından uzakta ve parasız pulsuz geçirmişti. üç-beş parça mutfak eşyası bir arkadaşında, bilgisayarı başka bir arkadaşında, kitapları bir yerde, giysileri başka bir yerdeydi. bağırsaklarındaki yırtığın sebebi neydi? doktora göre sağlıksız ve dengesiz beslenme. neyse ki –yine bir arkadaş marifetiyle uygulanabilen- ilaç tedavisi iyi geldi de, ameliyat olmak zorunda kalmadı. yine bir arkadaş aracılığıyla, evsizlik ve iğretiliğin verdiği bıkkınlık sonucunda radikal bir karar; banka kredisi, bir yıllık kirası peşin ödenen ev ve derin bir soluk alış. nereye kadar? gittiği yere kadar. bir yıl sonra ne olacak? o da bir yıl sonra düşünülecek...

    asaf’ın telos yayıncılık’tan çıkmış bir kitabı var. adı, “çoban yıldızı”. bu kitaptaki “kirletilen imaj, unutturulan hayat: che” başlıklı yazısında; arjantinli devrimci che guevara ile vietnamlı devrimci vo nguyen giap’ın hayatını ve kapitalizm tarafından algılanışlarını irdelerken, ikisi arasında şöyle bir karşılaştırma yapıyor:

    “(...) çetin altan sormuştu: neden vo nguyen giap’ın fotoğrafları, genç kızların odalarını, posterleri, kartpostalları, gazete ve dergi sayfalarını süslemez?

    evet, büyük rolü vardır kuşkusuz, ama bunun tek nedeni, giap’ın che’den fizik özelliklerle, örneğin birbuçuk metrelik boyuyla ayrılması değildi. giap, on dört yaşından itibaren bir parti militanı hayatı sürmüştü. fransızlar’la, japonlar’la, amerikalılar’la vietnam’ın bağımsızlığı için dövüşürken de; gerilla birliklerini olağanüstü bir askerî dehayla yönetirken de; vietnam cumhuriyeti’nin içişleri bakanlığı’nı yaparken de; devlet adamı kimliğiyle uluslararası müzakerelerde bulunurken de; çin’deki uzun yürüyüş’ün derslerini parlak bir teorisyen olarak kendi ülkesine uyarlarken de, bağlı bulunduğu siyasal örgütün altını çiziyor, yaptıklarının, bu örgüt tarafından verilmiş görevlerin yerine getirilmesinden ibaret olduğunu vurguluyordu. (...)”

    bundan sonra asaf güven aksel, che’nin devrimci fakat başına buyruk kişiliğini de irdeliyor ve bunun kapitalist piyasa tarafından (che’nin hayatına ve amaçlarına aykırı olarak) nasıl mal durumuna getirildiğini değerlendiriyor. ama bunu yaparken, yazısının asıl amacı bu olmasa da, “sıra neferi” olmanın erdemini de vurguluyor. o’nun için “çoban yıldızı”nda, “nemeçsek’i anımsamak” başlıklı yazısında, ferenc molnar’ın ölümsüz eseri “pal sokağı’nın çocukları”nın nemeçsek’ini övüyor, arkasından –bir anlamda- ağıt yakıyor...

    “(...) ‘düşman’ın üs olarak kullandığı botanik bahçesi’ne gizlice sızıp bir ağaca bildirilerini asmak gibi çılgınca bir planın gönüllülerindendir nemeçsek. (öyle ya, madem ki onlar ‘pal sokağı çocukları’nın kalesine girip bayraklarını çalmışlardır, buna karşılık vermek şarttır!) gözcüler tarafından fark edilip kuşatıldıklarında, korkuyla saklandıkları yerde bile gülmeyi ihmal etmez. tehlikenin farkında olmadığından mı? yoo, onun da diğer arkadaşları gibi ödü kopmaktadır. ama, bir işe gönüllü olmanın, başına gelecekleri ahlayıp vahlamadan kabul etmek olduğunu bilendir nemeçsek. (...) ‘düşman bir gün bakar ki, ‘pal sokağı çocukları’ndan çalınan bayrak, koydukları yerde yok. yerdeki yabancı ayak izleri, şaşırtıcı küçüklüktedir. kim olabilir? kim, ‘düşman’ elindeki bayrağı onur sorunu yapıp, geri almak için üssü basmaya cesaret edebilir? (...) ‘hain’ şaşkındır, ‘olamaz’ der, ‘onların içinde böyle yürekli biri yoktur’. altında toplandıkları ağaçtan iner nemeçsek. ‘var!’ hiçbir başarıyı kendine mal etmeyi bilmeyendir nemeçsek, kimsenin haberi olmadan, kimse tarafından görevlendirilmeden başardığı şeylerin altına imzasını ‘kollektif’ diye atandır. şöyle izah eder orada bulunuşunu: ‘benim gibi basit bir erin bile bunu yapması, ‘pal sokağı çocukları’nın gözünü budaktan sakınmadığını gösterir.’ her şeyi paylaşmakla da yetinmez, kendisine pay almadan arkadaşlarına verir. önemli olan, ‘pal sokağı çocukları’dır; onun dışında bir nemeçsek yoktur. (...)”

    yazdığım bu yazıyı okursa, eminim ki bana kızacak. ama bugün nemeçsek olmak kolay değil. ben nemeçsek’imi seviyorum.

    “(...) aklını nemeçsek, aklını kullansana... (...)”

    asaf güven nemeçsek aklını kullanmayı bilmez miydi? ne vardı bayrağı tek başına savunmak için botanik bahçesi’ne gidecek? ne vardı pal sokaklılar’a “korkak” denmesin diye ortaya çıkacak? ne vardı durduk yerde gecenin ayazında havuzun buz gibi suyuna girecek?

    aklını kullansaydın ya asaf, aklını?..

    12 eylül’ün başına sardığı dertleri hiç anlatmadı. oturup, açıktan açığa konuşmadık. mahkemelerini, hakkında arka arkaya açılan davalarını, kaçışlarını, saklanışlarını, yurttaşlıktan atılma durumlarını sohbet konusu yapmadı. oysa, pek çokları için kıyıdan köşeden yaşanan, hatta yaşanmayan benzeri durumlar, bugün bir paye anlamına geliyor. asaf, buna tenezzül etmedi. o karanlık zamanlara dair gerçeklerin ipuçlarını konuşmalara sıkışan bir-iki sözden çıkarmak, anlamın izini sürmek gerekti. arada dalıp giden gözlerini, buruk birkaç gülüşünü, susuşlarını yakalamam gerekti.

    yeni anlattı, birkaç arkadaşı misafirliğe gelmişler asaf”a, ada’ya. bir tanesi yanlışlıkla parmağını kesmiş. almışlar, hastaneye götürmüşler. hastanede müdahale edilmiş. ertesi gün de pansumana götürmüşler. arkadaşı, parmağının acısıyla bağırınıyormuş. diğerleri de bu bağırınmayla dalga geçiyormuş. pansumanı yapan hemşire, şöyle demiş:

    “öyle demeyin, parmak ucu çok acır. siz daha iyi bilirsiniz ya, hani elektriği de parmak ucundan verirler...”

    asaf, güldü. ellerini iki yana açtı. şakadan, bilmezden gelerek ve abartılı bir sorgulamayla, dedi ki:

    “nereden bilirmişsek?..”

    işte bu kadar. bir ipucu. ve nereye gidersen git, peşinden gelen bir söylenti seli.

    biz o’nunla güleriz. çok güleriz. eskileri, hayalleri, saçmalıkları karıştırır, şakalaşır, güleriz. bu bizim kendimizi yenileme yolumuzdur. birbirimizden besleniriz. en ciddî konuları kahkahalar arasında değerlendiririz. ciddîye almadığımızdan değil. ciddîyetin altında ezilmemek için, enerjimizi düşürmemek için. iyi bir yol arkadaşıdır asaf. yolu uzun olanların tercih edeceği türden bir yol arkadaşı. güleç, içten.

    asaf, sahip olduğu nitelikleri kapitalizmin önüne serdiği olanaklara tahvil etmek yerine; 15 yaşında verdiği karara, halkına, kavga içinde yitirdiği arkadaşlarına verdiği sözlere bağlı kalmak yolunda kullanıyor. yakınmıyor. kendisinin yarısı kadar olmayanların “köşeyi dönmelerine” bakıp hayıflanmıyor. ayhan’ın anısına yazdığı, “çoban yıldızı”nda bulunan “yirmi yıllık vesikalık” başlıklı yazısında şöyle diyor:

    “(...) çalışma masamın üzerinde duran, sürekli göz göze geldiğim bir fotoğrafı iliştirdim buraya. uzun zamandır... yirmi yıldır... tam yirmi yıldır orada... bu fotoğrafın aynısı, yirmi yıldır, zincirlikuyu’da bir mezar taşının üzerinde de duruyor. bendeki biraz soldu, mezar taşının üzerindeki birkaç kez kırıldı, onarıldı...

    o mezar taşında, doğum ve ölüm tarihleri arasındaki tireye sığan 16 yıl var. 16 yıl, hepsi bu. bakın, bu fotoğraftaki çocuğun hayatı, 16 yaşındayken durduruldu. o, 1979 yılında öldü.

    latince bir adı varmış o bölgenin, raporda yazılıydı. buz kesmiş bir ten üzerinde gezinen parmağımın dokunduğu, kulak memesinin hemen arkasındaki, tentürdiyotla açık kahve renk almış bir dairenin kuşattığı bölgenin, o mermiyle delinmiş kafatası bölgesinin latince bir adı varmış. o latince bir adı olan o bölgedeki deliğe parmağımla dokunduğum gün anladım, kişisel tarihimde bir vesikalık fotoğrafa daha yer açıldığını. (...)

    benim bu vesikalık fotoğrafa verilmiş bir sözüm var. (...) daha sırada çok arkadaş fotoğrafı var yazacak, verilen söz yerine getirilecek. ta ki, geriye yalnızca bir vesikalık fotoğrafım kalana kadar. (...)”

    asaf, ankara’ya dönüşümden iki gün sonra, bir telefon mesajı gönderdi bana:

    “seninkiler uçtu. bir tek o kümesin üstündeki hımbıl debeleniyor hâlâ.”

    ada’da, henüz uçamayan yavru martılara bakıp düşünürken, gördüğüm manzara karşısında aklımdan şunlar geçmişti:

    “iki martı yavrusu, çatının üzerinde. çatısında durdukları evler de adanın üst taraflarında. tepede. deniz ayaklarının altında, havada uçan onlarca martı... diğeri, kümes damındaki, yalnızca üzerinde bulunduğu kümes damını ve kümesin önündeki küçücük bahçeyi görüyor. bu zavallının ufku ne ki? uçmayı en geç bunun becereceği kesin...”

    akşam, asaf’a telefon ettim:

    “kültürel mirasın ne kadar önemli olduğunu gördün mü? o kümes damındakinin en son uçacağı belliydi. zavallının ufku ne ki?”

    ben asaf’a kişisel olarak sahip çıkarım. asaf benim geçmişimin bana bıraktığı miras. o benim şahin spor’um; sezai’m, zekai’m, kemal’im, kaşıgöt salih’im, sıçmık ahmet’im, kâse turgay’ım, badi sedat’ım, mambo faik’im, camcı’nın oğlu cemal’im, pırtiz mustafa’m, kempes selçuk’um, direkleri kırıldıkça yenilediğim futbol saham, lemi amca’m, beyaz köşk’üm... o’nun olduğu yerde ben tarafsız olamam. yanlış yaptığı olmuştur, benim de yanlış yaptığım olmuştur. ama o da, ben de yanlış bir şey planlamadık hiç, yanlış bir hedef koymadık önümüze. yanlışımız olduysa, “iyi yapalım”, “iyi olsun” çabası içinde olmuştur.

    yıllarını verdiği bir siyasî partinin dışındadır bugün; olabilir... ama asaf güven aksel’i dışlayanların “haklı” olduklarına inanmıyorum. o’na karşı “güçlü” konumda olabilirler ama bu “haklı” olduklarını kanıtlamaz. asaf’ı biliyorum, tanıyorum. o asla böyle bir dışlanma ve yoklukla terbiye edilme saygısızlığını hak etmez. olsa olsa, o’na bu davranışı reva gören sorgulanır. hele asaf’ı dışlarken, 22 temmuz 2007 seçimleri için rahmi dilligil’i birinci sıradan milletvekili adayı yaparsa! o milletvekilli adaylığı asaf’ın; asaflar’ın hakkı.

    marjinallikten kurtulmanın yolu, o marjinal yapıyı var eden, can veren kişilerden kurtulmak olmamalı. partinin milletvekili adayları arasında generaller, genel müdürler olsun, bunda bir sakınca yok. ama yıllarını, emeğini partiye veren; düzen içinde general ya da genel müdür olabilecekken, olası bir parıltılı kariyere devrimci mücadelede yer almak adına sırt çeviren asaf’a çirkin ördek muamelesi yapılması kabul edilemez.

    “sol”un, kendi ürettiği değerleri tüketmek gibi bir hakkı ve lüksü yok. onu “sağ” yaptı, yapıyor zaten.

    ev çatısındaki martılar, kümes çatısındaki “hımbıl” martıdan daha önce uçtu. bu bir gözlem. gerçek. fakat bu “hımbıl”lığın diyalektiği nedir? bunun üzerinde düşünmek gerek.
  • gecenin bir vaktinde arkadaşınız ile tartışırken onun yazısından bir alıntı yapmak istersiniz. sizin 1 saatte anlatmaya çalıştığınız, onun birkaç cümlesinde karşılık bulur. cümleyi ararsınız, cümleyi bulursunuz ama kopamazsınız. "aa şu yazısını da okuyayım.", "şu yazının, şu kısmı da çok güzeldi." dersiniz. daha çok şey söylersiniz. yüzünüzü sıcak bir gülümseme alır, kalp atışlarınız daha canlı gelir, gecenin bir vakti umutla dolarsınız. çok sık yaptığım bir tanımlama var; "güzel abimiz". asaf güven aksel ise en güzel abimiz.
  • sol dergisi genel yayın yönetmeni.
  • sol portal'da bugün yayınlanan şeytanın gör dediğibaşlıklı yazısında çetin altan'ın ölümü üzerine yazmış.

    http://haber.sol.org.tr/…seytanin-gor-dedigi-133716
  • solculuk; okumak, öğrenmek ve bilgili olmak zannederdim. kendisi aksini kanıtlamak için çok uğraştı sağolsun.
  • (bkz: #107898554)
  • ayhan belki bir daha fotoğraf çektiremedi ama sen onu öyle güzel anlattın ki artık benim de kişisel tarihimin bir parçası olarak kalacak.
  • kültür sanat dergisi papirüsün yayın yönetmenliğini yapmış, el attığı her işi takip edilesi insan. çoban yıldızı bu dergide yayınlanan yazılarından derlenip çıkan kitaplarından biri.
hesabın var mı? giriş yap