• vücudu tweak ettirmek. böylece optimize olan beden daha iyi performans verir ancak sistemin yapılanlara oranlı crash etme ihtimalide vardır,stress yapar
  • ameliyat olmak ;ameliyat olana kadar herhangi bir fiil olarak algilanirken , olduktan sonra bilfiil ya$anmasindan oturu "bir daha asla olmak istemiyorum" serzeni$leri attiran bir bela olarak hatirlanir.ameliyat oncesinde istenilen tek $ey cekilen acidan bir an once ne $ekilde olursa olsun kurtulmaktir.hastaneye gidi$,son hazirliklarin yapilmasi,sedyeye binmeden onceki son saglikli hal, narkoz odasina girilirken ki merakli heyecan,ameliyat odasi ,hem$ireler,doktorlar,narkoz derken i$in macerali tarafi coktan bitmi$tir.$imdi ise i$in en cekilmez,en allah kahretsin tarafi ba$lamaktadir.uyanma odasinda donarak,agrilarla ve anlamsiz sorularla ilk uyani$ belki de ameliyatin en berbat tarafidir:

    -pardon ben ameliyat oldum mu?

    daha sonra ikinci en berbat bolum gelir.iyile$me donemi.olunan ameliyat ve rahatsizliga gore degi$ebilen bir suredir tabi ki.ama buyuk ameliyatlar sonrasinda ameliyat sonrasi bunalim,depresyon gibi rahatsizliklar fiziksel acilarla beraber ortaya cikabilir.en kisa zamanda eski saglikli bunyeye kavu$mak icin sabirla beraber agri kesiciler tek care olarak gorunur.
  • geniz eti gibi basit bi ameliyattır, 7 yaşındadır çocuk ve yıllardır kulak burun boğazcısı olan doktor amcanın elini tutar gider ameliyata. yatar masaya, ki baş koyma yerinde metalden bir tabakımsı şey vardır. çocuk direkt korkar o şeye kafasını koymaktan. neyse koyar sonunda. başucunda duran doktorun tersten yüzünün ne kadar komik göründüğünü düşünürken hangi okula gittiği hangi takımlı olduğu sorulur ve sonra cörk diye iğneyi sokarlar. hayır yani insan "şimdi iğne yapıcaz" fln der. bir de arkadaşlardan duyulmuş iğrenç tadı olan bir balon şişirerek uykuya dalma hayali de vardır ama kimse ona seçenek sunmamıştır. ameliyattan çıkınca baba bayılır çünkü kola cörk diye sokulan iğne damarı 3 kere bulammış ve akan kan kolda kurumuştur. babayı kan tutar hemşireler kan görüp bayılan babaya mı yoksa narkozun ters etki yaptığı ve yatakta tepinip duran çocuğa mı baksınlar şaşırmıştır. en güzel yanıysa bir gün boyunca yatılacağı için hediye gelen resim kitabı ve boya kalemleridir.
  • ameliyathane buz gibidir..uyurken azcık titrersiniz,ama uyanırken donarsınız..sizden önceki ameliyat uzadıysa koridorda sedyenin üzerinde başınızda bone,üzerinizde tuhaf mavi bi önlükle kuzu kuzu ameliyattan çıkanları izlersiniz beklerken..sıra size gelir.. uyumadan az önce anestezi doktoru ve teknisyeni rahatlatıcı olduğu sanılan ''nereden geliyorsun nereye gidiyorsun'' muhabbetini yapmaktayken siz konuşulanlara odaklanmakta güçlük çektiğinizi farkedersiniz..en güzel tarafı nefes almak için bile ugrasmayacağınız derin bir uykuya dalmanızdır..ancak uyanırken ''ne zaman uyumuştum ki'' diye düşünürsünüz..güzel bi rüyanız olmadığı gibi,iyice ayıldığınızda boğazınıza sokulan silikon boru yüzünden yutkunamadığınızı farkedersiniz,sonra kolunuz bacağınız yada başınız ,belki de karnınız ağrımaktadır..üstelik ilk 8 st yemek içmek yasaktır,yiyebilecek olduğunuzdaysa gazınız vardır,kalp krizi geçirdiğinizi sanırsınız sancıdan,canınız bi şey yemek istemez..yürürken başınız döner,kapıda hemşire hanım elinde kan sayımı yapmak için alacağı bi kaç cc kan için beklemekteyken,siz pencereden kaçmak için odanızın topraktan fazla yüksek olduğunu düşünerek hayıflanırsınız..ameliyat vız gelir o kocaman iğnenin yanında..
  • sonraki dönemde evde yatılması itibariyle pek beter bişey.
    sabahtan akşama kadar ve bi süre sonra akşamdan sabaha kadar aman bişey olmasın endişesiyle möl möl tv izlemek internette dolaşmak işemeye giderken bile "aman aman" şeklinde gitmek gibi atraksiyonlara maruz bıraktığı için fena bi durum.
    yoksa narkoz vb. hikaye.
  • hasta odasından ameliyat odasına gitmek film gibidir, öylecene efrafı izleye izleye gidersiniz. ameliyat masasına alınırsınız, kollar bacaklar bağlanır. anestezist elinizdeki damardan narkoz verir, 1-2 saniye içinde damarınızda akarak kalbinize doğru gelen yakıcı sıvıyı hissedersiniz, sonra aniden gözleriniz kararır bilinciniz kapanır, kapandığı gibi de gözlerinizi açarsınız, hasta odasında yatar halde etrafınızda aileniz ile bulursunuz kendinizi. yani ameliyat olmak, ameliyat olan insan için 3-4 saniyelik bir iştir.
  • bir gun önceden hastaneye yatarsınız.o gun tahliller için kan alırlar.gece size bir hap verirler ve bir yudum su ile hapı içmenizi söylerler.uyumak hiç de kolay olmaz yarın olacakları düşünürken.sabah erkenden uyanırsınız.orta kulak ameliyatı olacagim için sabahtan berber gelir ve kulak çevresindeki saçlarını ustura ile bir guzel keser.işte o an heyacan, tedirginlik iyice kaplar içinizi, zaman geçmez olur nerdeyse, korkuda bi taraftan sarar bunyenizi.sedyeyle görevli görünür sonunda kapıda. siz ''binmeme gerek yok, yürürüm ben'' desenizde, ''kızıyorlar sedyeyle götürmeyince yatın siz'' der.sedyeye yattınız anda tüm o korku, tedirginlik, endişe her şey kaybolur. artık olacagına varacaktır.ameliyat odasına alınırsınız ve sizi soguk bir demir üstüne yatırırlar.üşümeye başlarsınız.kolunuza iğneyle bir damar yolu açılır.tam siz bunlar beni nasıl uyutacak acaba derken.anestezist gelir ''uyumaya hazırmısnız der'' ve damar yolundan iğneyi yapar. bir iki saniye sadece vucudunuzun uyuştuğunu hissedersiniz ve siyah ekran gelir.uyandığınızda sevdikleriniz yanınızdadır artık, hayal meyal gelir görüntüler belli süre size.ameliyat suresince ağzınızda kalan sonda yüzünden aylarca dilinizin sondanın takılı olduğu tarafını hissetmiyeceksinizdir artık. bir gun boyunca sırt ustu o yatakta yatarsınız.ameliyattan cok, sürekli aynı şekilde kalmaktan sırt agrınız sizi delirtir.ameliyattan sonra ki hastanede kaldıgınız gunler boyunca tek bir şey gelir aklınıza, dışarda geçirdiniginiz guzel anlara gercek değerini veremedeğiniz.hastaneden çıktığınız gün şükredersiniz artık herşeye.
  • kestaneyi yardırmak bir nevi. kestane neresi olursa olsun, ama bana göre ameliyat olmak değişik bişey yapmak, bir yurtdışına cıkmak gibi, çünkü bir insan -işi deilse- bir ameliyathaneyi kaç kez görür ki hayatında (tabi hiç görmemektir temennimiz)... aileyle vedalaştıktan sonra hafif çene titrerken, tanımadığınız hastane personeli, anadan üryan ve mavi önlük geçirilmiş bedeninizi sedyeyle takır tukur hızlıca koridorlardan geçerek asansöre bindiriverir, tavandaki her ışık sayılmaktadır artık, ameliyathanenin buzhanevari ortamına girince ortalıkta karınca misali bir sürü mavi yeşil önlüklü boneli insanlar vızır vızır geçmektedir, valla bana "hoşgeldin" dediklerinde gülümsedim, "yuh" dedim hoşbuldum mu acaba...sonra bekleme odası... yarım saat, o sırada kafadan geçenler... ailem, eşim, annem, ablam, arkadaşlarım.... bekliyorlar, bir telefon olsa, yeni giriyorum ameliyata diyebilsem...

    birileri gelip gidip yaşınızı, kilonuzu, nasıl olduğunuzu sorup sorup kaçıveriyor, "merhaba salakana hanım ben eray, hulusi beyin asistanıyım,az sonra hocam gelecek, iyi misiniz?" vıdı vıdı vıdı iyiyim arkadaş, azcık yusuf yusuf sesleri çıkarmaya başladım ama, şarkı söylemek daha cazip geldi, sedyede şarkı söylüyorum süper rahatlama, eray beyi izliyorum artık, bu da ben yarılırken yanımda olacak, enneeee, eray beeeey? " (şirin omza dokunarak güven vermeye çalışan bir ses tonuyla) "efendim" "sonda takılcak mı bana..." uleeeeem bu mu yani? kaç yıllık doktora sonda mı sorulur arkadaş, kesin cvp vermiyo tabi, duruma göre imiş, durumunu şeyedeyim, tırtıyorum arkadaş, ameliyat işi iyi de sonrası üç bucuk... neyse bu kez başka bir yeşil karınca sedyemi alıyor, oda oda vızır vızır izliyorum, acayip bi yer, ööle tvdekilere benzemiyodu valla, oda oda ameliyathaneler, girdik mi benim yarılcam yere, tepe lambası, dötüm kadar, daha büyük hatta, valla kocaman, sarılmak istesem kollar kavuşmaz, o kadar yani, sedyeyi ameliyat masasına yaklaştırıyorlar, geçelim yan tarafa diyo biri, ben hala üzerime geçirilen mamalıktan bozma dötü açık gömlekte frikik vermemeye çalışıyorum, atlayıveriyorum masaya, anında hızlı hızlı, sağ kolunuzu uzatın, tansiyon, solda damar yolu, serum, hoca gelir, naber salakana?, bu da şirin, iyi hocam senden? haydi başlıyoruz, herşey çok güzel olacak derkeeeen sol koluma serum takan hatun kişiden bir ses "iyi uykulaaaar" veeeee yüzümden hafif iğnelenme hissi, sonrası, uçuş, aradan ne kadar zaman geçti bilmeden 8 kadeh votka içmiş de ayılmaya çaılışır gibi bir hisle mide bulantısı, elimi karnıma götürdüğümde bandajlar, yanımdaki hemşire gülümsüyorum, elini tutuyorum, el tutmak ne güzel, annemi eşimi babamı görüyorum, ve uyku... negüzel...
  • içeriğinin ne demek olduğu ancak yaşandığında anlaşılan kavramlardan biridir bu. yoksa öyle uzaklarda, varlığı bilinse de bir kez olsun gidilmemiş hayırsız ada gibi gizemli ve ıssız şekilde anlamsızca durur. ne sizin ona ihtiyacınız vardır, ne de onun size zaten. ama günün birinde, kim bilir hangi organın, hangi dokusundaki hücreler öbeği isyan bayrağını pervasızca savurur, sinir hücrelerine “ulan bu herifi kaçtır adam gibi inceden uyardık, kale almadı; bi’de şu mesajımızı iletirsen kendisiyle daha seviyeli bir ilişkimiz olur kanaatindeyim” tadında zehir gibi bir ültimatom gönderip, bir pazar sabahı ağaç dibinde salakça zıplayan serçeleri elde sigara pencereden kayıtsızca izleyen bünyede daha önce hiç rastlanmamış türden bir ağrı, sızı peydah edince ilk iş ağır ağır tellendirilen sigarayı söndürmek olur tabii. nasıl olsa geçecektir, daha önce de ağrımıştır, geçmiştir, geçer derken en etkili silahlarımın bile ağrıyı dindirmekte işlevsiz kaldığını ürpererek fark ederim. üstelik ağrılar da, adeta benle dalga geçercesine daha önce varlığı bile bilinmeyen seviyelere doğru hızla yol almakta, tüm iç organlarımı bana tek tek hissettirmektedir. evet, bendeniz hastanelik olduğunu kabul edip evin önünden geçen ilk taksiyi çevirene dek artık ayakta durmakta bile zorlanmaktadır.

    i. hastane
    hastanelik olmanın (hospitallık demiyorum!) ilk şartlarından biri ikinci çoğul şahıstan, ikinci tekil şahsa düşmektir. o kapıdan içeriye girdikten sonra en azından, varsa, zat-ı muhterem kimliğiniz anlaşılana dek zavallı bir “sen”sinizdir. bu sen ile de haliyle onun layık olduğu biricik kip olan emir kipiyle iletişim kurulur.
    ağrılar artık kafamı duvarlara vurduracak dereceye gelmişken sorulan annenizin kızlık soyadı tadındaki kimi sorulara cevap vermemeyi tercih ettim. üstelik burcum da kova değil; onu kusmak için istemiştim. alkol kullanıyor musunuz sorusuna, “kullanma demeyelim de, yıllardır süren samimi bir dostluk ilişkisi var” yanıtı da fazla ironikti, doğru.
    gene de “sen” için tanı koymak bu kadar zor olmamalı, üstelik her kıpırdanışında yeni ağrı çeşitleri keşfeden bu zavallı emir kipi objesi, uyduruk bir röntgen ve tomografi için benim için artık cankurtarandan çok cançıkartana dönüşen araçla timur’un eline düşmüş beyazıt misali bir o yana bir bu yana yedi iklim dört bucak gezdirilmemeli. tomografiyi çeken hemşire o halimde bile unutulabilecek gibi değildi, evet.

    ii. tanı
    çekilmesi mümkün ne kadar ağrı ve bilmemnegrafi türü çekildikten sonra çıkan sonuç kısa bir “mideyi delmişsin” oldu. bu cümlenin kuruluşundaki çarpıcı yalınlığı fark edemeyecek kadar uzaklardaydım o sırada. sanırım öteki taraf köprüsünden önce son çıkışa giderek yaklaşmaktaydım. film şeridindeki ilk kareleri yapımcı ve senarist arkadaşlarla tartışarak biricik izleyenini salya sümük ağlatacak bir başyapıt hazırlığındaydık ki, sidik sondası denen, daha önce varlığından bile haberimin olmadığı nesnenin ne denli psikopat bir ruhun ürünü tıbbi bi’ işkence aleti olduğunu süt dökmüş kedi gibi sünmüş organımda anlatılmaz yaşanır bir acıyla hissederek kendime geldim ve film setinin yanı sıra diğer ağrılar da çil yavrusu gibi dört bir yana dağıldı. o anda bana emir verenlerin renklerinin değiştiğini fark ettim. yeşil donlara bürünmüş çehreleri ak peçeli lokmanlar beni çarmıha gerdikde ol enfiyeden koklatdılar ki şerid-i revan berheva oldu.

    iii. ameliyat sonrası
    eski bir şaman geleneği olan narkoz sonrası saçmalamalarına fazlaca değinmeyeceğim. sadece uyandırıldıktan sonra pek asabi olduğumu, buranın haracını yedirtmem ulan size diye böğürdüğümü, kant’a laf söyleyeni yaşatmam, plüton’u gezegenlikten edenin ardına komam dediğimi ve van minit tarzı bir çemkirmeyle sedyeden kalkıp gitmek istediğimi söylediler. oraları zaten hatırlamıyorsunuz, esas macera daha yeni başlıyor. ilk hissedilen yazının başından beri bahsedilen o dayanılmaz ağrıların uçup gitmiş olması. bu sizi gayetle sevindirirken, algılayışınız berraklaştıkça şaşkınlıkla adeta her tarafından kablolar fışkıran bir bilgisayar kasasına dönüşmüş olduğunuzu fark ediyorsunuz. göbekten çıkan dandik bir mouse, optik bile değil, direnmiş ismi. bir de burnumdan çıkıp kaynağının nerelere kadar indiğini düşünmek bile istemesem de her an hissettiğim başımın belası, konuşturmayan, yutkundurmayan ve uyutmayan o karıncayiyen hortumu. kola her daim takılı serum hortumu da eklendiğinde kablosuz teknolojinin ne büyük bir nimet olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.

    iv. nekahet
    ilk günün akşamı çok çabuk geliyor. narkozun etkisi de devam ettiğinden yarı uyanık, yarı uyur halde gün devriliyor. ertesi gün usta doktor şirin baba önderliğindeki şirinler kıvamında gezinen pratisyen hekimlerle ilk karşılaşmam gerçekleşiyor: “evet arkadaşlar burada da bir alkolizm vakası mevcut. bununla bağlantılı perforasyon...” bunları duyunca acıdan kıvranırken yalan yanlış hasta anket formu doldurulmaması gerektiği kafama bir kez daha kazınıyor. gene de alkolik hasta olmaktan mutluyum, sesimi çıkarmıyorum, hafiften 70’li yıllardan kalma evvel yükseklerden uçup şimdi dibe vurmuş alkolik looser cüneyt arkın pozu veriyor, sesliyle başlayan sözcüklere “n” ekliyorum, yeni nesil bilmiyor tabii, performansım n’etkisiz kalıyor.

    üçüncü gün artık çıkıp bir ileri bir geri dolaşmam lazım, ama laptop değilim ki, taşınabilirlik dip seviyede. hadi göbeğimdeki sargı bezlerinin arasından çıkan diren denen mouse’ı cebe soktum, serum bağlantısını da söktüm, ama burnumdan çıkan ve içinde mide özsuyumun zuma’daki boncuklar gibi dolandığı o antikarınca hortumunu ne yapacağım? bir süre sonra onun ucunu da minik bir kement yapıp kulağıma asmayı akıl ediyorum. cyborg tarzı görünümümle koridorda arz-ı endam ediyorum, beni gören çocuklar ağlayarak kaçışıyor.

    ilk üç günün sonrası en sıkıcı dönem. artık neredeyse iyileşmişim ya da öyle olduğunu düşünüyorum. ama hala dört bir tarafımda kablolar, gelsin antibiyotik, gitsin serum, ölçülsün ateş, tansiyon. hele artık burnumla bütünleşen o karıncayiyen hortumu yok mu? herhangi bir haşerat görsem hortumumla direk saldıracağım artık, afakanlar basıyor. “çıkarın beni buradan veya hortumu burnumdan, hasta hakları, hak hukuk, gak guk” diyorum. “tabii hakkınız var ama bizim de sizi, hasta tedaviyi reddediyor diye, psikiyatri kliniğine sevk etme hakkımız var n’aaber?” yanıtını alınca hortumumu önüme eğip kablolarımla baş başa sus pus kalıyorum.

    v. taburcu
    taburun nereden gelip de dile girdiği bilinmiyor köken bakımından. ama taburcu, artık iyileşip yattığı hastaneden bağlı bulunduğu tabura gönderilen asker demek. herhalde çağdaş tıbbın ilkin askeri hastanelerle ülkemize girmesinin kalıntısı bir sözcük. evet, eninde sonunda beni de ait olduğum tabura sevk ettiler. zaten hastanede yatarken fazla bir seçenek de yok, ya taburcu oluyorsunuz ya da ölüyorsunuz. odayı paylaştığım ileri derecede kanser hastası ağabeyde olduğu gibi. ilk ve son konuşmamız bilincinin açıldığı ve fazla ağrısının olmadığı nadir anlardan birinde olmuştu. işimi sormuştu bana. “ağabey şu anda konuşamıyorum, daha sonra gene konuşuruz” demiştim. daha sonra hiçbir zaman konuşamadık. toprağı bol, kalanlarının başı sağ olsun.

    giderek seyrekleşen geçmiş olsun telefonları tuhaf bir biçimde, yokluğumu kimlerin hemen duyacağını, kimlerin çok sonradan fark edeceğini aklımdan geçiriyor. alışkanlıkla elim sigara aranıyor, bıraktığım aklıma geliyor. serçeler zıplamaya devam ediyor ağaç diplerinde.
hesabın var mı? giriş yap