*

  • (bkz: nominalizm)
  • tümellerin ve soyut nesnelerin gerçek olmadığını, yalnızca "ad" olduklarını belirten felsefi konum.

    inglizcesi: nominalism
    yozcası: nominalizm
  • genel kavramların hiçbir varlıkları olmadıklarını ve sadece birer ad'dan ibaret bulunduğunu savunan öğreti.

    adcılığı, on birinci yüzyılın sonlarına doğru, compiegne papazı roscelin ileri sürmüştür. roscelin'e göre genel kavramlar, bir takım seslerden ve adlardan başka bir şey değildirler, sadece birer "müsemmasız isim"dirler ve hiçbir gerçeklikleri yoktur... roscelin'un bu savı, din kurumunu ve kiliseyi temelinden sarsmıştır. çünkü din kurumu ve kilise, başta tanrı kavramı olmak üzere, tümüyle genel kavramlara dayanmaktadır. genel kavramlar gerçek sayılmazsa, din ve kilise de gerçek sayılamaz. bu yüzden, hemen bütün ortaçağ, adcılar'la genel kavramları gerçek sayan gerçekçiler'in kavgalarıyla kaplanmıştır.

    abaelardus, kavramcılık öğretisini ortaya atarak her iki düşünceyi uzlaştırmaya çalışmıştır... adcılık, öğreti olarak on birinci yüzyılda ortaya atılmakla beraber, düşünce olarak pek eskidir. antikçağ yunan düşüncesinde de stoacılar ve epikuroscular adcıydılar. kinik düşünür antistenes, platon'un gerçek saydığı ide'leri için "atı pek iyi görüyorum ama atlılığı göremiyorum" demişti. aristoteles de platon idelerinin gerçekliklerine karşı çıkmıştı. islam felsefesinde de, başta ehli sünnet olmak üzere, pek çok düşünürler adcılığı tutmuşlar ve dışımızdaki bağımsız varlıklarla ilişkili olmayan mefhûmâtı sırfa'yı "müsemmâsız isimler" saymışlardır. onlar için de gerçek, ancak nesnel varlığı olan şeylerdir.

    on dördüncü yüzyılın adcı gizemcileri bu savı geliştirerek kiliseyi sarsmışlar, dinle dünya işlerinin ayrılmasını sağlamışlardır.
    on sekizinci yüzyılın duyumcuları da adcıdırlar. duyumcu condillac "tümeller addan başka bir şey olsalardı tümel olamazlardı" demektedir...

    adcılık, ortaçağın koyu karanlığı içinde yepyeni bir dünya görüşüne temel hazırlayan çok önemli ve ilerici bir öğretidir.
  • tümeller tartışmasıyla ortaya çıkan; "insan kavramı bir gerçekliği mi ifade etmektedir yoksa bir addan mı ibarettir" sorusuyla şekillenen, matematik felsefesinin sorularını belirleyen akım. bu anlayışa göre evren bir tekiller toplamıdır ve bu bir idraktir. evrendeki tekil nesnelerin toplamından hasıl olan bütüne ilişkin yakalamayı biz dille yapmaktayızdır. bütün matemetik entiteler bizim belirli durumlara verdiğimiz adlardan ibarettir. dolayısıyla tüm matematiksel yapı içeriksizdir. içeriksiz yapılar formeldir. öyleyse matematik de doğal bir bilim değil formel bir bilimdir.
  • sadece orospu çocuklarının bağlı olduğu akım. gece gece kelimelik oynarken malın tekinin bu akımı biliyor olması bana 35 puan soktu. adcılık ne lan? adcı ne lan? isimcilik deseniz ölür müydünüz amına koduğumun felsefecileri?
  • kavramların gerçek anlamda bir varlıkları olduğu düşüncesini bütünüyle yadsıyan, bütün tümel kavramların tek tek şeylerin aralarındaki ortaklıklar üzerinden gidilerek oluşturulmuş genel adlardan, göstergelerden ya da sözcüklerden öte bir anlamları olmadığını savunan felsefe anlayışıdır adcılık (nominalizm); latince'deki ad sözcüğüne karşılık gelen nomina sözcüğünden türetilen bir felsefe terimidir.

    kullandığımız sözcüklerin, yaptığımız tanımların, kendileri aracılığıyla düşündüğümüz tasarımların, hatta konuştuğumuz dillerin şeylere göndermek anlamında nesnel bir anlamları bulunmadığını, bunların gerçek nesnelerde de gerçekliğin herhangi bir yönüyle de ilintili olmayıp, bütünüyle insanoğlunun şeylere yüklediği adlarla belirlendiği görüşü temelinde oluşturulmuş felsefe öğretisi. adcılık bu genel tanımlarından da anlaşılacağı üzere, hem şeylerin gerçeklikleri oluşturan belli bir özleri bulunduğunu savunan "özcülük" yaklaşımına hem de kavramların gerçek varlıkları bulunduğu düşüncesi üstüne kurulu "kavramcılık" anlayışına karşı çıkmaktadır. tasarlanabilecek her durumda genel düşünceler ile kavramları birer sözcük olarak değerlendiren adcılık, aynı biçimde "türler" ile "cinsler" arasında yapılan ayrımların da gerçek varlıklarla uzaktan yakından bir ilintileri olmayıp, bütünüyle insan yapımı olduklarını ileri sürmektedir.
    bu noktada, soyut kendiliklerin varlıkları ile doğalarını ilgilendiren sorunlara karşı bütünüyle "indirgemeci" bir yaklaşımı savunuyor olması nedeniyle, "platonculuk", "idealizm", "gerçekçilik" gibi anlayışlarla da taban tabana karşıt bir konumda yer almaktadır. sözgelimi bu bağlamda platonculuk özelliklerin, ilişkilerin, önermelerin, kümelerin, olgu bağlamlarının kendilerinden başkalarının indirgenemeyecek ölçüde gerçek bir yapıları bulunduğunun düşünüldüğü bir varlık bilgisi çerçevesini savunurken, buna karşı adcılık dış dünyada somut bir varlıkları bulunmayan soyut kendiliklerin varlığını bütünüyle yadsıyarak, bunların gerçekliğin "neliği"ni ya da "nasıllığı"nı hiçbir zaman betimleyemeyeceklerini önce sürmektedir. nitekim çoğu adcılık yaklaşımında, soyut kendilikler üstüne kurulmuş felsefe söylemlerinin bir biçimde somut tikeller üzerine kurulmuş benzer söylemler doğrultusunda çözümlenebilir oldukları düşüncesi egemendir.

    adcılık anlayışının sonuna dek götürülmüş biçimlerinde, kavramların belli birtakım işlevleri yerine getirmek amacıyla uzlaşı yoluyla oluşturulmuş simgeler olarak kavranmaları gerektiği, aynı adla adlandırılan tikellerin gerçekte aynı adla adlandırılmış olmaları dışında aralarında bir ortaklığın bulunmadığı düşünülmektedir. bu anlamıyla uzlaşımcılık anlayışına oldukça yakın bir felsefe duruşu olan adcılık, yerine ve bağlamına göre "öznelcilik" anlayışının özgül bir biçimi olarak da değerlendirilmektedir. ne var ki adcılığın bu en uç biçimine sıkça yöneltilen anlamlı eleştirilerden birinde, eğer denildiği gibi tikellerin aynı adları almak dışında aralarında belli ortaklıklar yoksa, öyleyse neden hep belli nesnelerin hep belli adlarla birlikte anıldıkları sorusunun yüksek sesle dile getirildiği gözlenmektedir. sözgelimi bu soru bağlamında, ağaç adı altında neden hep belli tikellerin toplandığı, neden ağaç adının başka tikellere değil de yalnızca ağaç diye adlandırılan belli türden varlıklara verildiği gerçeğine parmak basılmaktadır.

    nitekim bu eleştiriyi özümseyen kimi adcılar, daha ılımlı bir adcılık biçimini benimseyerek bu eleştiriden kurtulma yoluna gitmektedirler. bu türden "yenilenmiş" adcılık yaklaşımlarında, tümel kavramların salt ağızdan çıkarılan birtakım sesler olduklarına yönelik genel adcı görüş korunmakla birlikte, belli tikellerin hep belli sözcükler altında toplanarak düşünülüyor oldukları gerçeğinden hareketle, tikellerin aralarında birtakım ortak özellikler olduğu düşüncesi olurlanmaktadır. bu "yumuşatılmış" adcılık biçimleri, bu olurlamacı açıklamalarıyla kendilerini sonuna dek götürülmüş adcılığın konu olduğu öznelcilikten de kaçınmış saymaktadırlar.

    adcılık anlayışının felsefe tarihindeki en önemli uğrakları, eski yunan sofistleri, stoacılar, yüksek ve geç dönem ortaçağ felsefesi düşünürleridir. bunun yanında 17.-18. yy. ingiliz deneycileri ile 20. yy.'ın gözde akımı mantıkçı olguculuğa bağlı kimi felsefeciler de savundukları görüşlere bağlı olarak adcılık geleneği içine yerleştirilmektedirler.
    felsefe tarihinin değişik dönemlerinde adcılık ile platonculuk (kavram gerçekçiliği) arasında yapılan çeşitli tartışmalar, adcılık anlayışının gelişimi üstünde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. bu bağlamda, antik yunan felsefesinde kinikler okulu'nun kurucusu antisthenes, her ideanın görünüşler dünyasının ötesinde gerçek bir varlığı olduğunu düşünen platon'un gerçekçiliğine "atı görüyorum oysa gerçek dünyada bana at kavramını anlatan bir at türü görmüyorum" tümcesiyle karşı çıkarak tarihin bilinen ilk adcılık yaklaşımını dillendirmiştir.

    adcılık anlayışının etkili bir felsefe konumuna gelişinde hiç kuşkusuz ortaçağ felsefesi bağlamında "tümeller sorunu" üstüne yürütülen tartışmaların ayrı yeri bulunmaktadır. ortaçağ'ın önemli bir bölümünde tümeller sorunu üstünde en çok durulan felsefe sorunlarından biridir. 14. yy.'da yaşamış önemli ortaçağ adcılarından ockhamlı william, tümellerin bütünüyle usun ürettiği yapıntılar olduklarını, gerçek anlamda bir varlıkları bulunmadığını, varolan her şeyin tikellerle sınırlı olduğunu dile getirmiştir. ockhamlı william, gerçekten varolanın tümel adlar değil tikel varlıklar olduğunu, tanrı'nın özünün kendi içinde bir bütün oluşturduğunu, dolayısıyla da "sonsuz istenç", "sınırsız güç", "en yüksek iyi" gibi tanrı'ya yakıştırılan yüklemlerin altı üstü bir ad olduklarını öne sürerek, yalnızca varlıkbilgisi ile tanrıbilim düzleminde değil, bütün düşünsel alanlar için adcılığın en olgun biçimini temellendirmiştir. adcılık teriminin kullanımlarından biri doğrudan doğruya ockhamlı william'dan etkilenmiş birtakım 14. yy. geç dönem ortaçağ düşünürlerince dillendirilmiş bir dizi tanrıbilim yönelimli felsefe düşüncesine göndermektedir.
    bu düşünürler aristoteles metafiziğinden, özellikle de tanrı'nın varlığı tanıtlanırken bu metafiziğin kullanılmasından duydukları kuşkuyu açıkça dışa vurarak, her durumda usun karşısında imana öncelik tanımışlardır.

    tanrı'nın her şeyi yapma yetisi taşıdığına sarsılmaz bir güven duyduklarını kesinledikten sonra, etik alanda "tanrısal adalet" kuramını bilgikuramı alanında ise hem nedensel ilişkilerin bilgisinin geçerliliğini hem de töz-ilinek ayrımı üstüne kurulu metafizik bilgileri bütünüyle yadsımışlardır. adcılık bu anlamıyla kullanıldığında, köklerini ockhamlı william'ın düşüncelerinde bulan, soyut kendiliklerin varlığı ve doğasıyla ilgili sorunların bütün bütün bırakılmasını öneren genel bir kuramsal yönelime göndermektedir. bu anlamda kendilerini adcı olarak niteleyen düşünürler, şeyler üzerine özellikler, türler, ilişkiler, kipler yoluyla kurulan her türden platoncu ya da gerçekçi söylemin geçerliliğini tanımamaktadırlar. kimileyin adcıların sorun oluşturduğu düşünülen bu türden bir söylem biçiminin üstdilsel bir konu olduğu görüşünü onayladıkları, buna bağlı olarak da söz konusu soyut kendilikler üzerine konuşmanın gerçekten de nomina ya da dilsel ifadeler üstüne konuşmakla eşdeğer olduğunu savundukları gözlenmektedir. bu biçimde anlaşılacak olursa, adcılığın soyut kendiliklere ilişkin varlıkbilgisi sorunlarına yönelik olarak yine bir başka indirgemeci yaklaşım olan kavramcılığa da karşıt bir konum oluşturduğu ortadadır.

    tümeller sorununa yönelik tartışmaların en iyi görülebileceği yerlerden biri, önemli ortaçağ filozofu boethius'un tümellerin varlıkbilgisel değergesi bağlamında porphyrios'un isagoge'si üstüne yaptığı ayrıntılı yorumdur. nitekim boethius'un bahse konu yorumda sunduğu tümeller çözümlemesi çok geçmeden felsefece düşüncenin ana ilgi odağı haline geldiği gibi, ortaçağ filozoflarınca tümeller sorunu tartışılırken başvurulacak ana metin olarak da görülmeye başlanmıştır. boethius'un ortaçağ felsefesinde dolaşıma soktuğu bu tartışma çevresinde iki temel konumun varlığından söz edilebilir; ilki champeauxlu guillaume tarafından dillendirilen, sonuna dek götürülmüş bir gerçekçilik yaklaşımına karşılık gelmektedir. bu yaklaşımda, bir cinsin ya da bir türün kendisi altında toplanan bütün üyeleriyle aynı olduğu, kendisi altında bulunan tek tek üyelerinin ortak özel formların eklenmesi yoluyla birbirlerinden ayrı kılındıkları, bu formların da özün yüklemleri olduğu savunulmaktadır. guillaume'un gerçekçi konumunun tam karşısında yer alan ikinci konumsa, compiégneli roscelinus tarafından ortaya konulmuş bir tür sonuna dek götürülmüş adcılık biçimine karşılık gelir. 12. yy. filozofu roscelinus, yalnızca sözcüklerin gerçek olduklarını, tek tek nesneler dışında gerçekler bulunmadığını tanıtlamak amacıyla sunduğu çözümlemelerle adcılığın dizgeli bir yapı kazanmasını sağlamıştır. roscelinus, bütün kendiliklerin tikellerle özdeş olduklarına, tümeller üstüne yapılan bütün konuşmaların eninde sonunda değişik tikellere uygulanabilen dilsel ifadeler üstüne konuşmanın ötesine geçemeyeceğine dikkat çekerek, tümellerin varlığına ilişkin tümellerin belli dilsel ifadelerin sesleri ya da seslendirilmeleri olarak kavrandığı sağlam bir adcılık yorumu sunmuştur.

    yine bu çerçevede bir başka önemli ortaçağ filozofu petrus abelardus, tümeller sorunu bağlamında temellendirilen bu iki konuma da karşı çıkarak, her türden ortak özü çeşitlendirdiği düşünülen formların birbirlerine çelişki oluşturacaklarını, bu nedenle de guillaume'ın gerçekçiliğinin işi tek bir kendiliğin aynı anda birbiriyle bağdaşmaz özellikler sergileyebileceği görüşünü benimsemeye kadar vardıracağını belirtmiştir. abelardus, bu ciddi açmaz karşısında, dilsel olmayan kendiliklerin tümel olabilecekleri savını sorunlu hale getirmek için belli bir kendilik çokluğuna yüklenebilir olan aristoteles'in tümel tanımına başvurmuştur. söz konusu tanımın, günümüzde genel terimler diye anılan özne-yüklem yapısındaki tümcelerde yüklem olarak işlev görebilen şeylere uygulanabileceğini düşünmüştür. bu noktada abelardus, roscelinus'un "tümellik kavramını yalnızca sözcüklere uygulayabileceğimiz" düşüncesine katılmakla birlikte, tümellerin önemli ve anlamlı ifadeler olduğunu vurgulayarak yalnızca sözcüklerin sesleri ya da seslendirimleri değerlendirilmeleri yaklaşımının geçerliliğini bütünüyle yadsımıştır. buna bağlı olarak da, yeterli bir tümeller açıklamasının, ortak bir özün olmadığı durumda genel terimlerin nasıl anlamlı olabileceklerini açıklıkla göstermesi gerektiği sonucuna varmıştır. abelardus, böylesi bir açıklamanın öncelikle iki soruyu yanıtlaması gerektiğinin altını çizmiştir:
    a) ortak bir adın belli şeylere yüklenmesinin nedeni nedir?
    b) ortak bir adın anlamı kavrandığında gerçekte kavranmış olan nedir?

    genelde abelardus gibi ockhamlı william da tümelleri genel terimlerle özdeş görmektedir. bu bağlamda varolan her şeyin bir tikel olduğunu vurgularken, tümeller ile tikeller arasındaki ayrımı bir tek şeye gönderen ile birçok şeye gönderen kategorik terimler arasındaki ayrımdan çıkarmaktadır. bununla birlikte, abelardus'un kavramsal temsilleri çeşitli genel terimlerin göndergesi olarak işleyen dilsel olmayan kavramsal temsiller olarak gördüğü yerde, ockhamlı william "insan" gibi genel bir terimin aynı anda çeşitli tikellerin yüklemi olabilene gönderdiğini "insan" terimine karşılık gelen kavramsal temsilin kendisinin ise başlı başına dilsel bir kendilik olduğunu savlamaktadır. ockhamlı william'ın görüşünce, kişinin kendisiyle yaptığı bir iç söyleşisi olan düşünme ediminin en iyi görülebileceği yer, konuşma ile yazma dillerine uygun düşen benzer kavramlardır. bu açıdan bakıldığında, ockhamlı william'ın felsefece sözdağarında kavramlar zihinsel terimlere, yargılar zihinsel önermelere, çıkarımlar ise zihinsel tasımlara eşlenerek değerlendirilmektedir. öte yanda, ockhamlı william'ın adcılık çözümlemelerinin salt tümeller sorunu bağlamında kalmayıp "insanlık"/"insan", "cesurluk"/"cesur", "iyilik"/"iyi" ayrımlarında olduğu üzere genel terimler ile özel terimler ayrımına da odaklandığı görülmektedir. buna göre, cesur ya da iyi gibi somut terimler benzer varlık teklerine karşılık kullanılan terimlerken, bunların iyilik ya da cesurluk gibi soyut eşlenekleri bu terimlerde içerimlenen özellikleri sergileyen soyut kavramsal kendiliklerine göndermektedir. somut ile soyut terimler arasındaki ayrımın aritstoteles'in ön kategorisi arasında yer aldığı düşünüldüğünde, ockhamlı william'ın açıklaması, her bir kategori için kategorik olarak faklı türden bir soyut kendilik bulunduğu, bu soyut kendiliğin de kendisine uygun somut terimle örneklendiği savına dönüşmektedir.

    görece olarak daha yakın dönemlerde, ortaçağ adcılarının tikelcilik savunularının yolundan yürüyen klasik deneyciler, zihinsel tasarım türlerini kendilerine karşılık kullanılan genel terimlerle tanımlama yoluna gitmişlerdir. sözgelimi locke, "soyut idealar" diye adlandırdığı bu tasarımların özel bir içerikleri bulunduğunu, bu içeriklerin tikellerin idealarından o tikellere özgü özelliklerin "soyulma"sıyla oluştuğunu ileri sürmektedir. buna karşı berkeley ile hume, locke'un soyutlama öğretisine karşı çıkmış olmakla birlikte, genel terimlere karşılık gelen ideaların, içeriklerinin bütünüyle belirli ve tikel olduklarını, zihnin aynı türden öteki tikel ideaların yerine bu genel terimleri kullanmakta olduğunu öne sürmektedirler. genel terimlerin tümellere karşılık gelmediğini gösterme noktasında abelardus ile ockhamlı william'ın açtığı yoldan yürüyen ingiliz filozoflarından hobbes, varolan şeylerin yalnızca tikeller olduğunu, genel terimlerin ya da tümel kavramların gerçekte adların adları olduklarını dile getirerek benzer bir adcı savunuyu gündeme taşımıştır. aynı ortaçağlı öncelleri gibi, modern felsefenin deneyci düşünürleri de, bu görüşün gerek genel terimlere, gerek içsel tasarımlara, gerekse onlara karşılık kullanılan idealar arasındaki ilişkiye yönelik doyurucu bir açıklama olanağı sunduğunu düşünmüşlerdir. örneğin locke, idealara gönderen sözcüklerin de genel idealara karşılık gelen ideaların da tikellere ilişkin idealarımızdan oluşturulmuş soyut idealar olduklarını ileri sürmektedir.

    buna karşı berkeley kendi adcılık anlayışında, locke'un betimlediği türden soyut ideaların da bulunmadığını savlayarak bir adım daha ileri gitmiştir. locke'un görüşünde, üçgen gibi bir geometrik şeklin soyut ideasını oluşturma süreci, farklı üçgenleri birbilerinden farklı kılan birtakım özelliklerin dışarda bırakılmasından oluşmaktadır. berkeley, locke'un öne sürdüğü üçgen ideasının ne ikizkenar, ne eşkenar, ne de dik açılı bir üçgen olamayacağını, dolayısıyla da bahse konu üçgen ideasının aynı anda hem bütün üçgenleri içereceğinden hem de hiçbir üçgen tekini içermeyeceğinden ötürü kendi içinde bir çelişkiye konu olduğu eleştirisini getirmektedir. berkeley bu eleştiriyle ideaların soyut olmaları anlamında genel oldukları biçimindeki locke'cu görüşü bütünüyle reddediyor olsa da, bir ideanın genelliğinin taşıdığı özgül içerikten çok düşüncede yerine getirdiği görevle belirlendiğini vurgulayarak, genel ideaların gerçekten varoldukları düşüncesini onaylamaktadır. daha açık bir deyişle, berkeley'e göre idealar locke'un dediği anlamda bir soyutlamayla elde edildikleri için değil de aynı türden bütün tikel ideaları temsil ettikleri için geneldirler.
    bu anlamda zihin içerik olarak bütünüyle belirli bir tikel ideayı alarak, aynı türden öteki bütün idealara genellemektedir.

    öte yandan, deneyciliğin önde gelen adlarından hume, genel ideaların kendi başlarına tikel olduklarını ama buna kaşrın temsillerinde genel bir hale geldiklerini belirterek, berkeley'in locke'un soyutlama ile genellik açıklamasına getirdiği eleştiriyi canı yürekten desteklediğini dile getirmiştir. bu anlamda, zihindeki imge hep belli tikel bir nesnenin imgesidir. ancak bu imgenin düşünceye uygulanması aynı bir tümelin uygulanması gibi olmaktadır.

    adcılık geleneği, çağdaş felsefedeki deneyci yönelimli gelişimini bütünüyle felsefenin bilimselleştirilmesini savunan mantıkçı olguculuk ile çözümleyici felsefe çevrelerinde sürdürmüştür. buna göre ockhamlı william'ın "nesneleri gerekmedikçe çoğaltmayınız" yollu "varlıkbilgisel tutumluluk ilkesi"nden yola çıkan çoğı 20. yy. felsefecisi, dünyadaki nesneleri anlamaya yönelik bilim dilini olabildiğince gereksiz terimlerden temizleme uğraşı içinde olmuşlardır. sözgelimi, bu felsefeciler içinde daha bir öne çıkan russell, varlığı metafizik kurguyla koyutlanmış tonlarca kategoriyi, sorunu, kavramı, uslamlamayı bütünüyle atarak, bunların yerine varlığı her durumda mantık yoluyla temellendirilmiş bir sözdağarına geçmeyi, böylelikle kaynağını adcılıktan alan en üst düzey bir varlıkbilgisi ekonomisine gitmeyi önermektedir. özellikle deneyciliğin sonuna dek götürülmüş biçimlerinde adcılık yaklaşımı "kişilik", "adalet", "iyilik" gibi tümel kavramların nesnel bir gerçeklikleri olmadığından bilimsel araştırmaya konu olamayacakları, bilimin her durumda tikel nesnelerle, somut varlıklarla, tek tek olay ya da durumlarla ilgilenmesi gerektiği savunusuna dayanak olma görevi görmektedir.

    adcılık, özellikle bu deneyci bakışlı biçimlerinde, deneyötesi yapıntılara, metafizik spekülasyonlara, somutluktan uzak felsefi kurgulara kuşkuyla yaklaşmış, bir yanda anlamlı her önermenin deneya ya da duyumlara geri götürülebilir olması gerektiğini savunan görüngücülük ile, öbür yanda bilimin temel görevini gerçeklik deneyimlerimizin dizgeli ve tutarlı bir biçimde düzenlenmesiyle açıklayan araççılık ile son derece yakın bir anlayış konumuna gelmiştir.

    tıpkı felsefe tarihinin geçmiş dönemlerinde yapılan varlıkbilgisi tartışmaları gibi, çözümleyici felsefe çevresi de, en azından ilk dönemlerinde, belirgin bir biçimde tümeller sorunu üstüne yoğunlaşmıştır. bu çerçevede frege, moore ve russell gibi ingilizce'nin konuşulduğu dünyanın önde gelen çözümleyici felsefecileri, dilsel olmayan tümellere göndermede bulunmaksızın özne-yüklem yapılı tümceleri çözümlemeye olanak tanıyan adcı kuramlara sıcak bakmışlardır. özellikle sonraki dönem wittgenstein'ın "oyun" gibi genel bir terimin kullanımının ancak terimin uygulanabileceği bütün durumlar için ortak bir özellikler ya da benzerlikler kümesi doğrultusunda temellendirilebilir olduğu görüşünü bütünüyle çürütmesine bağlı olarak, özne-yüklem yapılı söylemlere ilişkin platoncu açıklama ağır bir yara almıştır. tümellere ilişkin ilgi bütün bir 20. yy. felsefesi boyunca sürmüş olmasına karşın, yakın dönem adcılık çalışmalarının hem ortaçağ'da hem de modern çağ'da yapılan çalışmalardan çok daha geniş bir konu ve sorun yelpazesine yayıldığı gözlenmektedir. sözgelimi çağdaş adcılar tümeller sorununa ek olarak "kümeler"den, "önermeler"e, "olgu bağlamları"ndan "olaylar"a, "olanaklı dünyalar"dan "çokdeğerli mantıklar"a özünde adcı olmalarıyla dikkat çeken değişik indirgemeci yaklaşımlar sunmaktadırlar. kuşkusuz bu yaklaşımların her birinde geleneksel adcılık anlayışının ruhundan değişik izlerle karşılaşıldığı gibi, adcılığın geleceğine yönelik yeni açılımların da gerçekleştirildiği ortadadır.

    çağdaş adcıların kimileri, tümeller sorunu karşısında platoncu kümeler açıklamasının doğruluğunu öne çıkarırlarken, kimileri de özellikle önermeler, olgu bağlamları ve tümellere ilişkin çeşitli söylemlere yönelik indirgemeci yaklaşımlar sunarak olayların başka kategorilere indirgenemezliğini ödün vermeksizin savunmaktadırlar. geleneksel olarak hep felsefe dışı bir konum olarak değerlendirilmiş adcılık anlayışı, günümüzde de aşağı yukarı bu çizgide görüldüğünden olacak, adcı yönelimleri olmasına karşın çağdaş felsefede çok az felsefecinin kendisini "adcı" olarak tanımladığı, soyut kendilikler diye adlandırılanlara karşı adcı bir tutumu benimsemekten özellikle kaçındığı bilinmektedir. wilfrid sellars (1912-1989) ise bu duruma bir istisna oluşturmaktadır.
  • "hastalık, bireysel ve somut varlık nezdinde sadece addan ibarettir, kendisini oluşturan yalıtılmış unsurlarla kıyaslandığında, sözlü bir adlandırmanın mimarisindeki bütün titizliği içerir. (...) hastalık, ad olarak varlıktan mahrumdur, ama sözcük olarak, bir düzenlenmesi vardır. var oluşun adcı indirgemesi, durağan bir hakikati ortaya çıkarmaktadır." michel foucault - kliniğin doğuşu
hesabın var mı? giriş yap