• aç gözlerini

    en sevdiğin elbiseni giydim
    bu gece kokunu sürdüm
    solgun yüzünü okşadım
    sessizce saçlarından öptüm
    yazdığın mektupları okudum
    kana kana su içer gibi
    plaklarını çaldım ah!
    en çok o şarkıda özledim seni.

    issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum
    gece yarısı
    şehir uykuya daldı, baktım dışarıya
    katran karası
    rüzgar telaşla kokunu getirdi bana
    aldım koynuma
    buseni hafızamdan koparıp
    iliştirdim dudaklarıma
    üşüdüm karanlıkta
    tenine dokundum hissetsin diye
    aç gözlerini

    erguvanlarına su verdim
    içerken benimle konuştular
    yastığını okşadım, kokladım
    anılar uçuştular
    soluğun saçlarımı yaladı sanki yine
    bir meltem gibi
    teninin kokusu karıştı kokuma
    yakıştılar

    boğuldum karanlıkta
    yanı başımdasın benden çok
    uzaklarda
    ellerimi tut dokun bana
    aç gözlerini.

    attım kendimi caddelere
    yeşil ceketin sardı beni
    yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz
    tuttum ellerini.

    can dundar'in bir siiri.........
  • abre los ojos(bkz: open your eyes) (bkz: vanilla sky)
  • can cekisen, olmekte olan,gozlerini bile acik tutmaya takati kalmayan, az sonra olecek olan sevgiliyi ona duyulan askla olmekten vazgecirme yalvarisidir
    -ac gozlerini nalan seninle kuracagimiz yuvanin hatiri icin..
    vs..
  • amenabar'in filmi abre los ojos'un dilimizde yaygin olarak bilinen ismi. her ne kadar orijinal çeviri aç gözlerini ise de türkçe resmi isi aç gözünüdür titiz arkadaşlara duyurulur.
  • aysegul aldinc, nefes adli albumunde seslendirmisti bu can dundar siirini. muzigi de sozleri kadar guzeldir.
  • kısa film çeken insanları bir araya getirmeyi amaçlayan, iki amatör girişimci tarafından kurulmuş grup..

    http://www.acgozlerini.com/
  • (bkz: abre los ojos)
  • otorite kurmak ister herkes
    başkalarına emir vermek
    yönetmek istiyor herkes
    her önüne geleni sömürmek

    onlar aç gözlü ve hırslılar
    ne buldularsa çaldılar
    onlar adi birer hırsızlar
    çünkü zengin doğdular
  • vanilla sky tadında bir “aç gözlerini” cümleciğinin yankısı uyandığım odayı dolduruyor, sesin sahibi flu, ışık uzun süre kapalı kalan gözlerimi acıtıyor hafiften, net göremiyorum. gözlerim yeniden net görmeyi öğrendiğinde yalnızım. bir rüyadan aparılmış, mürekkep yerine acemice aşka batırılmış stabilo ile resmedilmiş bir tablonun içindeyim. dışarıdan tablonun iki boyutunu görüyor sıradan ölümlüler. tablonun içinde derinlik sanki sonsuza uzanıyor. siyah beyaz kalemin parmak uçları ile yoğunlaştırılmış gölgeleriyle bezeli mishakal’ın kapısının önünde duruyorum. bir anlık tereddütten sonra kapıyı açmayı deniyorum, hafifçe itiyorum kapının geniş kanatlarını. kapı oldukça tozlu ve menteşeleri kımıldamamaktan azıcık şıkışmış, yağmur yiyip şişmiş sanki. açılmıyor, açmakta ısrar etmiyorum, yeniden denemeden önce bekli de bulunduğum mekanı keşfe çıkmalıyım.

    ahşap kokusu sarmış etrafı, ve ara sıra çıtırdayarak yanan bir meşalenin aydınlığından başka ışık yok. duvarlar eski ve bilge görünüyor. yüzyıllar öncesinden beri bu odada konuşulmuş tüm sesler hiyeroglif misali duvarlara sinmiş, dokusuna karışmış, geceleri fısıltı olup isimleri yitmiş, geriye efsaneleri ve sesleri kalmış insanlara ve eski diyarlara dair masallar anlatıyorlar. ellerimi gezdiriyorum duvardaki işlemelerin üzerinde, gözleriyle görmeyi hiç öğrenmemiş bir doğuştan-kör gibi ellerimle görüyorum, gözlerimi usulca kapatıyorum. gerçek dünyanın üzerine kapattığım ikinci kapı bu, bir rüyanın aykırı düzleminden, insanların hayal dedikleri ülkenin gerçekliğine açılan kapının ötesine geçiyorum. göz kapaklarımın arkasında yeniden biçimleniyor dünya.

    siyah beyaz tablonun içine renkler yağıyor yavaş yavaş. ve az önce odanın içinde yalnız olduğumu sanmakla ne büyük yanılgı içinde olduğumu dehşetle fark ediyorum. duvarın hemen ilerisinde başlayan basamaklara ilişiyorum sessizce. bir kaç metre uzağımda, ayakta birbirlerine dönük duran iki kişi var; belki iki yabancı, belki iki kayıp ruh. belki de iki insan formunda, binlerce parça ayna kırığı...

    kendi masallarının şarkısına, şarkının siyahına, siyahın içinde saklı ışığa öylesine tutkunlar ki, beni fark etmiyorlar. bugünleri tanışmasa da, onları var eden öyküleri çoktan yaslanmış birbirine. duygular sese dönüşüyor bu odada ve kırılgan bir melodi olup duvarlara yeni motifler ekliyor. karanlık giysili, isyankar saçlı kızın sırtında; iki kürek kemiğinin arasında simsiyah bir dövme var, bir çift kanat, kanatların uçları aşağıya bakıyor. keskin bakışlı, parmakları efsunlu adamın elinde ise bir çift uçlu bıçak, ucunda kan, kendi kanı...

    her ikisi de kendi taşıdıkları yaraların sızısından sarhoş, ölmeyi deneyip yaşamayı, yaşamayı seçmişken ölmek zorunda olmayı deneyimlemenin ağırlığıyla susuyorlar. çevrelerinde uçmayı unutmuş yüzlerce kelebek var. havada asılı duruyorlar, yerçekimsiz ve kıpırtısız. onlara bakıyorum uzun uzun. rüya içinde rüya bu, alkol gibi, bitter çikolata gibi; tadı acısında. buruk bir gülümseme var yüzümde, onların odanın içinde olması bu eski tapınağın havasına karışan çiçek kokusu beni dinlendiriyor. hüzün değil ikisinin de gözlerinden yayılıp odayı dolduran; bir garip deli ışık, meşalenin aydınlığını bastıran, kımıldamalarını engelleyen ama onları ölümcül yaralarına rağmen hayatta tutan.

    birden kimbilir kaç zamandır nedensiz sımsıkı kapalı tuttuğum avucumda bir sızı duyuyorum; avucumu açıp biçimini bir türlü çözemediğim motife bakıyorum. gözlerim hala kapalı. şeklin siyahla çerçeveli koyu rengi yavaş yavaş açılıyor. havada asılı duran kelebeklerden biri bana doğru uçmaya başlıyor, gelip avucumun içine konuyor. kelebeğin sedefli kanatlarından avucuma dökülen tozlarla mührün şekli iyice belirginleşiyor; yeni açmış bir mavi minenin narin yapraklarına dönüşüyor.

    mavi minelerle ilk nerede tanıştığımı hatırlamaya çalışıyorum. çocukluğuma dair ilk hatıralar canlanıyor gözümde belli belirsiz. yemyeşil bir orman, her tonda yeşil var, dalları güçlü ve bereketli meyve ağaçlarının arasından bir ilkbahar güneşi göz kırpıyor. ve bir dere, kıyısında üzeri yosunlu taşlar ve suya uzanan ağaç dallarıyla eski dost, tembel tembel ormanın ortasından akıyor. 4 yaşımdayım, yanımda babam var, bolu dağları uzaktan mavi görünüyor, hiç deniz görmemiş gözlerim zirveleri kar ile beyazlanmış mavinin yoğunluğuna aşık oluyor. dere kıyısında yalpalayarak yürürken baharın ilk çiçeğini keşfediyoruz, yalnız başına, incecik boynunu göğe uzatmış bir minik çiçek, babam söylüyor ismini; “mavi mine”.

    yeniden bir ses duyuyorum; “aç gözlerini artık, ben geldim”. sesin sahibi, hiçbir imgelemenin, hiçbir çok katmanlı rüyanın, yeniden yazılan hiçbir öykünün; kendi varlığının gerçekliğinden daha güzel, daha canlı, daha can yakıcı olamayacağının farkında. göğüs kafesimdeki kanat sesleri bu eski kutsanmış tapınağın duvarlarında yankılanıyor. odadakilere sessizce veda ediyorum, orada olduğumu fark etmeseler de onları yine ziyaret edeceğimi içlerinde bir fısıltı gibi de olsa biliyorlardır umarım. mishakal’ın kapısının önündeyim yeniden. tekrar açmayı deniyoum, bu sefer kolayca açılıyor, gitme vaktim gelmiş demek ki. oradan ayrılmadan son kez dönüp ardıma bakıyorum. avucumdaki kelebek havalanıyor, içinde bulunduğum tablonun camından geçip çerçevenin asılı olduğu odanın içine uçuyor.

    gözlerimi açıyorum, duvardaki tablonun içinde hala ayak sesleri...
hesabın var mı? giriş yap