• dün aksam saat 22.00'de, 12.uluslararasi istanbul caz festivali kapsaminda sepetciler kasri'nda gerceklestirilmis olan konserdir..

    hayatımda izledigim en güzel 2-3 konserden biriydi heralde. her şarkinin ufak bir hikayesini bizlere sunarak, bizleri sempatikligi, dogalligi, duygusalligi ile kendine hayran birakti lhasa de sela.. büyüledi adeta, insanlarin citi cıkmadı herkes kadini dinliyor ondan sonra gökyüzüne bir bakış atıyor dalıyor gidiyordu.. şarkilar su gibi aktı gitti o serin atmosferin içinde...
    grubun diger elemanları da oldukca sempatikti özellikle diger kadin bizi yeteneklerine ve mimiklerine hayran bıraktı. gitarist amca cümbüş ile şov yaptı, akustik bass yerinde duramadi..

    lhasa the living road albümünü la maree haute dışında tamamen söyledi. bu şarkının calınmaması ise bendeki en büyük düş kırıklıgı oldu. kagida yazip güvenlik görevlisiyle kadina ulaştırmaya calıstım istegimi ama güvenlikci karşı cıktı; kulise gittim kadına elden vereyim kagidi söyleyeyim diye ben kulise giderken kadin 2.bisi yapmak üzere sahneye firladi... olmadi..

    hayran oldugumuz bu güzel ve dünya tatlisi insandan imza almamiz ise ayri bir güzellikti. böylece cok hoş bir gece daha beynimize kazındı. teşekkür ettik kendisine geldigi icin. umarim tekrar geldiginde la maree haute adli mükemmel parcasini da seslendirir...
  • gerçekten çok güzel bir konserdi ama başka bir yüzü daha vardı madalyonun ve ben o yüzü dikkate almamak için ne kadar çabaladıysam da başarılı olamadım.

    tasarımcılığın snobluğuna ayak uyduramamış, hala biraz salaşlığı tercih eden ben, hayatımda bu kadar ciks insanı ancak afife tiyatro ödüllerinde görmüşümdür herhalde ama orada bile bu kadar çok şal yoktu, bu kadar çok beyaz ceketli garson var mıydı peki, bilmiyorum. tipler, internetten indirdiğim bir açıkhava konseri görüntülerinden oluşan de cara a la pared klibindekilere hiç benzemiyordu gerçekten. içimden “bu insanların hepsi sırf şıklık olsun diye bütün pahalı caz konseri biletlerini alıp, ne dinleyeceklerini bilmeden koltuklarına kurulan cinsten olabilir mi” diye sorma ihtiyacı duydum. sonra aynı elit süprüntünün, sahneyi hazırlayan siyah tişörtlü, uzun saçlı, kaprili, spor ayakkabılı canımın içi murat ersan ve türevlerine nasıl baktığını merak ettim, muhtemelen görmezden geliyorlardı; ay ışığında tanesi on milyonuk millerlarını ya da açtırdıkları kim bilir ne kadarlık şarabı içerlerken (ben neyseki demlenip gelmiştim). kendimi sylvia plath gibi hissettim bir ara. sonuç olarak son derece sevimsiz, hatta iç bunaltıcıydı, öyle ki, geciken lhasa’yı alkışla çağırmak isteyen genç ve heyecanlı konser maymunu miktarı, seslerini duyuramayacak kadar azdı. beklerken içtiğim sigaranın haddi hesabı yoktu, “ah işte bir rahatlık sembolü” diye çöktüğüm yandaki minderlerden birinde ilk sigaramı yakar yakmaz elime tutuşturulan küllüğü, konser boyunca tıka basa doldururdum mutlaka ama beyaz gömleklilerden biri beni kibarca kafasına takmış olacak ki; küllüğümü konser bitene kadar beş kez yeniledi. bir de ertesi günkü paris combo konserinde çalınması muhtemel bütün parçaların konser öncesi vakit geçsin diye banttan dinletilmesi ayrıca nahoştu zannımca.

    sonunda yayık yayık konuşan bir hatunun gecikmeden dolayı özür dileyerek anons ettiği lhasa, grup halinde simsiyah giyinmiş olarak sahneye çıktığı anda bütün bu atmosferden sıyrılmayı ummuştum ama olmadı. yanımda oturan hatunun, sanki akik yüzüğü kırılacakmış gibi ellerini her alkış esnasında net beş kere birbirine değdirmesi ve hemen ardından fönlü saçını düzeltmesi, önümdeki adamın sandalyeye sahneyi sağına alacak şekilde yan oturup durmadan etrafını kesmesi, yüzünden eksik olmayan “ööfff bitse de gitsek, hanım da getirdi oturttu bizi buraya, kalkmak da olmaz şimdi, kültürsüz sanırlar” ifadesi ve arkamdaki kadının her parçadan önce anlatılan muhteşem hikayeler sırasında istisnasız inlemeyle esnemesi görmezden duymazdan gelinir gibi değildi.

    peki nasıl güzeldi bu konser, valla her şeye rağmen güzeldi. tahminimce konser mekanının deniz kenarında hatta liman gibi bir yerde olmasını grup istemiş olmalı ama bilemezlerdi tabii seçilen mekanın önceden hamam diye bilinen, şimdi swissotel the bosphorus tarafından işletilen, elit tabakanın müdavimi olduğu bir çeşit klüp olduğunu. ben de bilmemeye çalışarak dinledim büyük büyük babasının bir liman kentinde son bulan büyüleyici hikayesini. hatun gerçekten çok tatlıydı, düşündüğümden de tatlı, lili taylora benzeyecek kadar tatlı. gitardaki ve kontrbastaki amcalara da hayran kaldım, kontrbasını kendi etrafında dört beş tur döndürerek müthiş eğlenmesi, gitarcı amcanın bir parçada elektro-saz çalması, piano ve org başındaki elemanın hepsini bırakıp el çırpması ve parmak şıklatması, ama en çok da çello çalan garip mimikli tatlılık abidesi hatunun çellosunu perküsyonda kullanması büyüleyiciydi. o kadar eğleniyorlardı ki sahnede, tüm o sandalyelerine çöreklenmiş parasıyla rezil olan tayfanın yüzlerindeki sıkıntı ifadesi bile eğlendirdi beni. en göz yaşartıcı an ise hatunun şarkısının sözlerini birine türkçeye çevirtip türkçe haliyle (oldukça başarılı bir şekilde) okumaya çalışmasıydı. muhteşem bir sesi vardı, blues sounduna da ne kadar çok yakıştığını bu konserde öğrenmiş oldum (bkz: how could you hate such a small song). hikayesi milennium kutlamaları ve dünyanın sonu hakkında olan harika parçada o kadar kasıntının arasından geçip sahnenin önünde dans etmek isteyen acaip ama zararsız adamın ısrarla iki kez yerine geçmesi için bodyguardlarca uyarılması en son damlaydı, sonra konseri bitirdiler ve alkışlar sırasında gerçekten orada olmaktan haz duyan insanlar sahneye doğru ayaklanırken, oh be bitti diyen reziller arkadan sıvıştılar ve konserin kesinlikle en harika kısmı ardarda çıktıkları iki bis idi. insanlar bir daha geri çekilip oturmadılar ve bodyguardlar da karışamadı o kalabalığa, işte o zaman herkes dansetmeye başladı, grup üyeleri daha da coştu, çok güzel oldu.

    umarım bir dahaki sefere (umarım gelirler) daha samimi bir ortam seçilir bu dünya tatlısı insanlar için.
hesabın var mı? giriş yap