hesabın var mı? giriş yap

  • sadat adlı akp'nin paramiliter şirketi tarafından türkmenlere karşı savaşan teröristlere gittiğinin söylenmesidir. o yapılanmanın araştırılması gerekiyor.

    tuğrul türkeş de aynısını söylemiş ve hemen başbakan yardımcısı yapılmıştı. aynı sözü söyleyen can dündar ise vatan haini ilan edilmişti.

    edit: bir alttaki tescilli aktrolün hezeyanlarına bakınca nasıl da kuyruk acısı yaşadıklarını anlayabiliyoruz. aynı mafya babası muhalefete laf söylediğinde hunharca alkışlayan kekolar şimdi ciyak ciyak bağırıyor. tuğrul türkeş ''vallahi de billahi de o tırlar türkmenlere gitmiyordu, teröristlere gidiyordu'' dedi, ona makam verdiler. ama başkası söyleyince hemen terörist oluyor. islamcılık böyle bir şey.

  • hayatımı değiştiren insan kendisidir. 1991 yılında gitar çalmaya başladım. ilk gitarım beyaz renkli bir kore yapımı fender stratocaster'dı. o yaz gitar dersleri vs derken ilk seneyi geride bıraktım. 1992'nin yazında yine bodrum'a gittim her yaz olduğu gibi. bu sefer yaş 14 olduğu için ailem gece 1'e kadar bodrum'da arkadaşlarımızla dolanmamıza izin vermişti. o zamanlar bodrum başka bir alemdi bir ara anlatırım. tam merkezde, barların olduğu sokakta şimdinin kule bar'ın yanında beyaz ev vardı. işte onun önünden geçerken hayatımda hiç duymadığım kadar güzel bir ses duydum. yanımdaki arkadaşım da neyse ki benim gibi müzik tutkunu bir çocuktu ve beraberce beyaz ev'in kapısından girdik çekingen şekilde. yavuz vokal yapıyor ve gitar çalıyordu, bir arkadaşı da akustik gitar ve back vokallerle ile eşlik ediyordu. o akşam bize içki almamamız şartıyla konseri izlememize izin verdiler.

    bir ay boyunca yavuz'un çaldığı her akşam babamla ya da yalnız beyaz ev'deydim. neler dinliyor, neler çalışıyor, ne ekipman kullanıyor hepsini birinci elden hatmettim. hayatımda içtiğim ilk birayı da yanlış hatırlamıyorsam yavuz ile beraber içmiştik. ben içememiştim gerçi iki yudumdan sonra. *

    istanbul'daki o kış konserlerine yaş sebebiyle giremedim ama ertesi yaz yani 1993'te yine beyaz ev'in gediklisi olmuştuk. hem bu sefer yavuz da ekibi toplamış ve blue blues band ile çalmaya başlamıştı. biz de sadece iki kişi değil 7-8 kişi gidiyor ve resmen ders niteliğinde izliyorduk yavuz'u. keyifler yerindeydi yani.

    1995'te artık kapıda kimlik sorulmadığında istanbul'da da girebilmeye başlamıştım programlarına. piyasa küçük, gitar çalan az olduğu için yavuz ile sohbet etmeye ve görece tenha olan programlarında uygun olduğu zaman barda beraber bira içmeye de başlamıştık. yavuz, çekingen bir genç adamdı ve her çaldığı akşam modunda olmuyordu. bazen grup arkadaşlarıyla kulise geçiyordu programa ara verdiğinde. bazense barda yalnız takılıyordu. kimseyle muhabbet etmek istemediğini iki cümlede anlayabiliyordunuz. benim şansıma ben genelde keyifli zamanlarına denk gelmiştim. hatta bir defasında "yavuz sana bira ısmarlayabilir miyim" dediğimde, "sen niye ısmarlıyorsun ben zaten burada çalıyorum. ben sana ısmarlıyorum" demişti gülerek. 50'lik şişko bardak bir efes istemişti. o akşam, gördüğüm en keyifli yavuz çetin'di. 5-6 yıl sonra aramızdan ayrılacağını bilsem o bardağı saklardım.

    1996 yılında yavuz çok güzel bir amfi almıştı: daha türkiye'ye yeni gelen bir seriden seçmişti amfisini: peavey classic 30. aynı amfinin daha büyük olanı duman'ın gitarcısı batuhan mutlugil'de de var hatta. yanlış hatırlamıyorsam o seriden ülkemize o sene 5 6 adet gelmişti. biri batu'da, birini yavuz almıştı. amfilerden bir tanesini bir caz gitarcısı almıştı adını hatırlayamadığım. bir de aynı serinin farklı bir versiyonu gelmişti delta isimli. onu da bir başka gitarcı almıştı. o delta modeli amfi de piyasada baya bir barda kullanılmıştı. sürekli denk geliyordum. ama batu ve yavuz'un seçtikleri en güzel iki modeldi.

    yavuz bir süre mojo, jazz stop ve jazz bar'da bu sarı peavey classic 30'u kullanmıştı. hatta blue belgeselinin açılışında amfiyi yavuz'un odasında görebilirsiniz. yanlış hatırlamıyorsam 1997'de yavuz fender twin reverb almak için amfiyi satışa çıkartmıştı. ben de o sene bilgi üniversitesi'nde okumaya başlamıştım ve yavuz'un izinden ben de istanbul barlarında çalmaya başlamıştım. bir yandan da pera jazz okulunda gitar bölümüne gidiyordum haftada 2 gün okul çıkışı. ama düzgün bir amfi bulamıyordum zevkime göre.

    tam da o sırada yavuz'un amfisini satacağını duydum. sarı peavey, benim kadıköy'de zamanında stajerlik yaptığım bir gitar dükkanına (şimdinin bira fabrikası olan dükkan) satılığa çıkmıştı. dükkan sahibi benim gitar hocam olduğu ve yavuz'u çok sevdiğimi bildiği için ilk ve sadece beni aramıştı. o dönem ev telefonu vardı bende sadece. şansıma dükkandan aradıklarında evdeydim ve haberi duyar duymaz resmen uçarak dükkana girdim. yavuz ile dükkanda da karşılaştık. selamlaştık. amfiyi almaya geldiğimi söyledim. o da fender twin aldığını o yüzden mecburen sattığını anlattı vs.

    neyse o gün aldığım peavey classic 30 halen daha yanımda ve aktif şekilde kullanıyorum.
    dile kolay 23 sene olmuş amfiyi alalı. uzun yıllar binden fazla işte kullanmışımdır. zamanla yoruldu ve eskidi bu sarı amfi. düğmeleri döküldü. ısparta'da bir konser sırasında voltajdan dolayı tüm devreleri yandı. normalde çöp olması gereken amfiyi iki amfi parası verip restore ettirdim amerika'dan orijinal parçalarını getirterek.

    uzun uzadıya yazdım. ama işim gereği richie kotzen, slash, joe satriani, andy timmons, steve vai vs kim varsa canlı izleyip tanıştım. hem yurt dışı hem yurt içinde vip workshop'lara vs katıldım. dünyadaki en iyilerin arasındaydı yavuz çetin. eğer yaşasaydı ülkemizin tim pierce'ı olacaktı net şekilde.

    benim için yavuz'u en iyi anlatan kayıtlı performansı, deniz arcak'ın bırakın beni şarkısının sonunda doğaçlama çaldığı solosudur. canlı performansı buradaki kayıtta çaldığı gibi inanılmaz akıcı ve muazzam bir dinamik içerirdi yavuz'un.
    şu karantina günlerinde kendisini anmış oldum. son 4 saattir o amfiyle gitar çalıyordum aklıma geldi. huzur içinde uyusun.

  • kafi derecede oyuncağı olmadığı için hayal kuran çocukların iki hedefi vardır. ilk hedef, ünlü bir sporcu, şarkıcı ya da süper kahraman olmaktır. bütün çocuklar ister ama bazıları hedefe ulaşır. ikinci hedefe ulaşmak ise daha zordur. babalarına bakarlar ve ben çocuğuma karşı böyle olmayacağım diye kendilerine söz verirler, baba olduktan sonra ise babaları gibi olduklarını farkedip üzülürler. michael jackson iki hedefine birden ulaşan bir çocuk, yıldız, baba. bir çocuğun hayal bile edemeyeceği yerlere geldi. bir baba olarak çocuklarına babası gibi davranmamayı başarabildi. kızı ağlarken, dünya; bir yıldızın, ikonun, üzerinden para kazanılmaya çalışılan bir çocuğun, bütün sevdikleri tarafından sömürülen bir adamın değil kızı için her şeyi yapan bir babanın öldüğünü anladı. para pul için çocuklarının fotoğraflarını satmadı, paparazzilerle anlaşıp üzerlerinden para kazanmadı, sahneye sürmedi, kendi çocukluğuna verdiği sözü tutabildi, aşkolsun.

  • ömer aşık'ı ilk 2004 senesinde sahada görmüştüm. o zaman okuduğu istanbul ticaret üniversitesi takımında oynuyordu, daha doğrusu oynamaya çalışıyordu diyelim. devamlı aynı kategoride bulunduğu için bizim üniversite ile, 2004-2006 arası her sene maçımız oldu istanbul ticaret'e karşı.

    burda da yazılmış, "basketbola geç başladı", "hızlı gelişti" şeklinde. ama bu "hızlı gelişim"in ne kadar hızlı olduğunu insanlar tam net bilmiyor. onu anlatmaya çalışacağım.

    2004'te ilk gördüğümde, yürümekte ve koşmakta zorlanan, pozisyon alırken nerde duracağını tam bilmeyen, ama rebound sezgisinin iyi olduğu her halinden belli bir adam vardı. uzun eksikliğinden 195 boyumla ömer'i tutmak zorunda kalırdım ama aradaki 15cm farka rağmen beklediğim kadar zorlanmazdım.

    2005'te gördüğümde gözle görülür bir fark vardı. adamın yürüyüşü bile değişmişti. reboundlarda artık çok daha etkili, yavaş yavaş post-up oyunlarını geliştirmiş, her fırsatta smaç kovalayan bir ömer vardı. hafiften bünyemi zorlamaya başlamıştı koskoca okulda nasıl uzun olmaz, ben niye 3 numara halimle bu adamı tutuyorum lan diye içten içe isyan etmeye başlamıştım. ama yine de 10 sayı civarında tutabiliyorduk.
    hatta maçı kaybettik, bizim hoca da maç sonu "ulan bu iki garibim tuttu 210'luk adamları, siz bi guardı tutamadınız maç gitti." şeklinde azarlamıştı bizim guardları. bizi garip olarak nitelendirdiği için üzülsek mi, ömer'i tuttuk diye sevinsek mi bilememiştik.

    2006'da artık üniversite ligi seviyesi için fazla olmaya başladı. zaten hem sayı hem rebound krallığında direk tepeye oynuyordu adam, bunun üstüne iyice özgüven sahibi olmuştu. o yüzden iyice domine etmeye başladı bizi. biz de hafiften ağlamaya başladık, "ya bu eleman 2 sene önce zor yürüyordu nasıl böyle oldu bir anda" diye.

    daha sonra ben mezun oldum koptum basketboldan. 2008 gibi baktım ömer, türkiye'yi domine ediyor. şimdi sıra nba'de...

    mip ödülüne yakın olduğu söyleniyor. bence adamın most improved player ever ödülünü alması lazım. 8 senede "yürüyemeyen, top tutamayan ömer"'den, "dünyadaki sayılı pivotlardan ömer"'e evrildi adam.

    (bkz: respect)

  • adam smith belki de dunya tarihinde en cok yanlis anlasilmis bilim adamidir... adam smith hakkinda ne okursaniz okuyun size o gorunmez el(invisible hand) kavramini, 1. kitabin ilk bolumunde 3 sayfa anlattigi o toplu igne fabrikasini ve ordaki is bolumun getirdigi uretim kavramini, ve yine 1. kitabin 2. bolumunde anlattigi o kendi cikarlari icin calisipta toplumun yararina isler yapan o kasabin ve terzinin hikayesini anlatacaktir... ustune smithci-ricardo'cu ekonomi diye bir kavram oturtup adam smith'i kapitalizmin babasi yapacaktir...

    halbuki (1) adam smith naif bir kapitalist degildir. (2) uluslarin zenginliginde yaptigi sey bir ekonomi teorisi degildir. (3) adam smith'in o yukarida bahsettigim (o herkesin bahsettigi) kavramlari 700 sayfalik bir kitabin sadece 5 sayfasinda gecmektedir (3 sayfa toplu igne fabrikasi, 1 paragraf gorunmez el icin 1 paragrafta kasap ve terzi icin). uluslarin zenginliginin geri kalan taraflarinda ise smith bize devletin ekonomi icin ne kadar onemli oldugunu, egitimin ve ordunun rolunu, devlet icerisinde fakirligin nasil olustugunu, devletin ureten sinifi nasil korudugunu, buna karsi neler yapilabilecegini; yani gunumuz kapitalistlerin cogunun konusmadiklari ve sosyalistlere attiklari boklari tartisir...

    izin verirseniz adam smith'in uluslarin zenginliginde anlattigi seylere bir daha bakalim, ve ne kadar kapitalistmis anlamaya calisalim...

    (1) adam smith is bolumunun ilk asamada insanlarin uretim yetenegini (zekasini, motivasyonlarini vs..) artirdigini soyler... bunu da herkes toplu igne fabrikasi orneginden bilir. ancak garip bir sekilde 2. kitabin ortalarinda toplumsal is bolumu ilerledikce insanlarin zekalarin dustugunu (aptallasmaya basladigini, aynen bunu kullanir) gozlemler... bunu da asiri isbolumu ile makinelerin ve fabrikalarin yani uretim araclarinin komplexlesmesi ile, insanlarin kendi kullandiklari makineler uzerindeki gucunun ve yaraticilik ozelliklerinin azaldigini bu yuzden de aptallastiklarini soyler... ne de olsa, der smith, modern toplumlarda icatlari artik isciler yapamiyor (eskiden herkes kendi kullandigi aracin nasil gelistirebilecegini bilirdi der smith) ancak bunu bilimadamlari (smith filizoflar ve spekulasyon adamlari diyor bu gruba da) yapiyor... kisaca smith bize ilerleyen is bolumu ile insanlarin yabancilastigini soyluyor... bu da ilerde marx'a buyuk bir ilham kaynagi olacaktir tabi...

    (2) bu asiri is bolumunun gelismesi konusunda smith'in cok da basarili bir gozlemi vardir... gelismis toplumlarda toplumsal zeka ve uretici kabiliyet arttikca (yani yeni teknikler icat edebilme gubu) bireysel ve kisisel zekalar azalir der ki, bu bence 1. dunya ulkelerinin ozellikle amerikalilarin dikkatle takip etmesi gereken bir gozlemdir...

    (3) sanilanin aksine smith kapitalistleri hic sevmez... tabi 1776'da henuz kapitalizm diye bir kavram kullanilmiyor... ancak smith'in birinci kitabin son bolumunde 'sonuc' basligi altindaki degerlendirmesine bakarsaniz smith bir toplumda 3 sinif insan tanimliyor... gelirini maas ile kazananlar, gelirini toprak ranti uzerinden kazananlar ve gelirini kar uzerinden kazananlar diye uc grup tanimliyor... bu taxonomi politik-ekonominin sinif temelini olusturacaktir... toprak sahipleri, isciler ve kapitalist sinif olarak biliriz biz bu taxonomiyi... ve smith derki bu grup icerisinde 3. grup (yani kapitalistler) cikarlari ilk iki grubun tersine toplumun genel cikarlariyla benzesmez diyor... onlara terstir, cunku bu sinifin ayakta kalabilmesi icin kar gucleri artirmasi gerekir... bunu serbest rekabet piyasasi altinda yapamazlar, eger yaparlarsa artik serbest piyasa serbest degildir, oligopolilesir diyor...

    (4) ayni paragrafta devam eder ve bu sinifa (kapitalist) guvenilemeyecegini soyler... der ki bunlarla anlasma yapilirken, hersey dikkatle okunmalidir... cunku bu sinif her zaman hukuk ve devlet gucunu de kullanip insanlari kandirabilir der... hatta toprak-sahipleri ile karsilastirdigimiz zaman ise toprak-sahiplerinin bile kendi cikarlarini bu kapitalist sinif kadar koruyamayacaklarini soyler (toprak-sahiplerinin de zaten karlarini hicbirseyden azandikalri icin zamanla aptallastigini, tembellestigini vs. belirtir...

    (5) serbest rekabet derken, kapitalist grubun surekli rekabet altinda tutulmasi gerektigini soyler, hatta devletin bu rekabeti kontrol etmesi ve oligopoliye, monopoliye izin vermemesi gerektigini soyler... ancaaak bu rekabetin isciler arasinda yapilmasinin genel ekonomiyi ters yone goturecegini soyler... yani smith isciler arasindaki rekabetin isci maaslarinin dusurecegini soyler ve burda su denklemi herkesin huzuruna sunar... bir toplumda, kar oraninin artmasi toplumun cikarlarinin tersine, isci ucretlerinin artmasi toplumun cikarlari dogrultusundadir der... hatta ekonominin ilerleyebilmesi icin isci ucretlerinin devamli artan bir yuzde gostermesi gerektiginin altini cizer...

    (6) adam smith, aslinda ekonomi teorisi falan yaratmaya da calismaz uluslarin zenginliginde... hatta ekonomi ile daha az ilgilenemezdi herhalde... asil derdi yonetici sinifa dersler vermektir... bu yuzden tarihsel ve cografi karsilastirmalar yapar durur bu kitap... oyle ki adam smith okumak isteyenler 1. kitabin ilk 30 sayfasindan sonra bir tarih kitabi ile karsilasirlar... burda smith'in ornek aldigi ulke, ne iskocyadir ve ingilteredir... amerika'daki gelismeleri yakindan incelese de model olarak cin'i gosterir...

    (7) adam smith, 1. kitabin ortasindaki emek teorisinde, bir malin degerinin icerisine giren emekten baska birsey olmadigini soyler... paranin degerli taslara sabitlenmesinin (altin, elmas vs.) cok hatali oldugunu, o yuzden emek degerinin olculse olculse misir fiyatlari ile olculmesi gerektigini, cunku yuzyillar boyunca misir uretiminde gden emek oraninin sabit oldugunu iddia eder. bu teori daha sonra marx tarafindan daha da mistiklestirilerek kullanilacaktir...

    (8) adam smith'i devletin karismadigi, gorunmez elle yonetilen bir pazarin isledigi bir sistemin kurucusu oldugunu dusunenlere karsi da, adam smith bir 500 sayfa byunca devletin ekonomideki rolunu anlatir... hem de nasil... daha kilise egitimi disinda egitimin olmadigi bir zamanda kamu egitimini anlatir, devletin yol, su, ulasim altyapisini kurmasi gerektigini, kapitalist sinifin gruplasmasini engellemesi gerektigini, ve iscilerin yabancilasmasini engfellemesi gerektigini ve en onemlisi kucuk ekonomilerinin kendi pazarlarini korumazlarsa baslarinin bela da oldugunu soyler...

    peeekiii o zaman adam smith neden kapitalizmin kurucusu olarak bilinir? bu genel olarak populer kulturun evrimi ile alakasi olsa gerek... kimse adam smith okumamistir ki... hatta komik bir sekilde adam smith deyince "haa su devlet ekonomiye karismasin diyen adam", marx deyince de "haa su devletcilerin savundugu adam" derler... halbuki adam smith uluslarin zenginlinde devlet olmazsa hicbir seyin olamayacagini anlatip, devlet yoneticilerine ne yapmalari gerektigini anlatirken, marx'in devletle en ufak bir alakasi yoktur... devlete karsidir marx... ama biz boyle bilmeyiz bunlari... ne yazik, ne yazik...

  • sporcu kimliğinin yanında şov adamıdır. maçlarından önce ve sonraki söylemleriyle, mimikleri ve vücut dili ile muazzam şovlar yapmıştır.

    ernie terrell'ın maçtan önce kendisi ile taşşak geçip "cassius clay" demesi ve muhammed ali'nin maçta terrell'a her yumruk atışında "what's my name?" demesi unutulmazlar arasındadır.

    muhammad ali'nin, yerde yatan sonny liston'un tepesinde bütün heybeti ile durup spor tarihinin en iyi karelerinden birini vermesi.

    benim en sevdiğim şov'u ise; george w. bush'un, muhammed ali karşısında yumruklarını havaya kaldırıp "ehehehe" tribinde takılması, muhammed ali'nin bu şaklabanlığa cevabı, hastalığı nedeniyle titreyen elini şakağına kaldırıp "delirdin herhalde" der gibi oynatması.

    muhammed ali gelmiş geçmiş en iyi sporcu olmasının yanı sıra, çok iyi bir şov adamıdır.