• (bkz: güven turan)

    yalnız mısın?, güven turan, özgür yayın dağıtım, birinci baskı, ocak 1987, istanbul.

    sanıyorum, geçtiğimiz senenin kış aylarında okuduğum, güzel bir beyoğlu sabahında tünel-taksim tramvayında bitirdiğim bu kitap üzerine yazmak benim için bir hayli zor olacak. geçtiğimiz sene okuduğum kitaplar hakkında yazmayı maalesef ki çok erteledim. fakat bu kitap üzerine yazmamın zorluğu, yalnız bu erteleme kaynaklı değil. "yalnız mısın?" üzerine yazılmış bir eleştiri yahut bir yorum yazısının bile bulunmuyor olması, güven turan edebiyatına dair çok az kaynağın bulunması kitabın arka planında olan olaylar hakkında derinleşemememe sebep oldu.

    bu kitap, beyoğlu sakinlerinden sevdiğim birinin hediyesiydi bana. kitabın beyoğlu'nda geçen bölümlerinin olması, benim demir özlü'den sonra güven turan'ı da sevme ihtimalimin yüksek oluşu üzerine kitabı iyi bir önyargıyla okudum, ve bu önyargım boşa da çıkmadı. güven turan, sanıyorum edebiyat dünyasında romanlarından ve öykülerinden ziyade, şiir kitaplarıyla gündeme gelen ve şiirleriyle tanınan bir isim. ben kendisini ilk defa bu kitabıyla tanıdım ve okudum. nihayetinde kitabı üzerinden bazı söylemek istediklerim var.

    kitap, bir holdingi yönetmek üzere amerika'dan istanbul'a yıllar sonra dönen iş insanı orhan'ın yaşamını konu ediniyor kendine. orhan'ın yaşantısı, uzun zamandır, bir valize sığacak kadar bir yaşam. göçebe, oradan oraya, çoğunlukla derinliksiz, yalnız. istanbul'a geri dönüşüyle, çevresinde civcivlenen istanbul entelijansiyası arasında geçmeye başlıyor günleri. sergi açılışları, meyhaneler, sanatçıların doluştuğu akşam yemeği seremonileri, ev oturmaları, ulus, etiler, hisar ve beyoğlu arasında geçen taksi yolculukları bu günlerin temasını oluşturuyor. çevresindeki insanları gözlemliyor, şehrin nasıl değiştiğini, nereye gittiğini, iş insanlarının ne durumda olduklarını, ahlaksızlıkları, işi kötüye kullanmayı, gece hayatını, sanat cemiyetini, kadınları, erkekleri, kadınlar ve erkeklerin ilişkilerini anlatıyor iç sesinde.

    tüm bu çevre arasında bir akşam verda'ya denk geliyor. onun karanlık tarafına, hezeyanlı ruh hallerine, kimi zaman onu yaşamın en ortasına taşıyan, kimi zaman onu yaşamından dışlayan tavrına çekiliyor orhan verda'nın. onun yanında büyülendiğini hissetsek de, diken üstünde oturuyormuş gibi hissettiğini de anlayabiliyoruz sanki okuyucu perspektifinden.

    sonrasında yaşantısına birtakım kadınlar giriyor, birtakım hayatından çıkmış kadınlar üzerinden geçmiş defterlerin sorgusu yapılıyor, bir eve yerleşiliyor, benlik küçümseniyor bazen, bazen toplum ve türkiye küçümseniyor, aidiyetsizlik baş gösteriyor bir yerde, bir yerde de her şeyin anlam kazandığı yerin istanbul olduğunu orhan da itiraf ediyor.

    yaşanmış, yaşanmakta yahut yaşanılacak bütün ilişkiler yaşamımızda önemli bir yer tutuyor. orhan gibi hiçbir zaman tam anlamıyla ilişkilenememiş bir insan için esaslı bir bağ kurmak oldukça zor görünüyor. kitabı okurken, bu esaslı bağ kurma meselesini onun mesele haline getirmediğini düşünsem de, bu yazarın bilinçli bir şekilde lanse etmeye çalıştığı bir şey sanki. orhan, aslında ofisinde bulunan o joan miro tablosu gibi geliyor bana. hiçbir yerde kendisine ait hiçbir belirteç yok. hiçbir yere, hiçbir şeyini taşımıyor. her zaman sıfırdan kurulmuş bir yaşam. her zaman geride bırakılmış kopuk bağlar. duvarda asılı bir joan miro tablosu, o bile o anlamlı haliyle bir şekilde anlamsızlığın içinde gümbürtüye gidiyor. orhan'ın durup kendi yaşantısının gümbürtüsüne gitmeyi bırakamadığı gibi. neyse ki günün sonunda kitap, bu kopuk bağlarla yüzleşme fırsatını da orhan'a sunuyor ve yaşamını yeniden kurma şansını ve belirsizliğini ona tanıyor.

    sanki kitabın örgüsü şu şekilde:

    -hiçbir zaman bağ kuramayan orhan bir gün kendi şehrine geri dönüyor. (bağsızlık)

    -bu şehirde biriyle bağ kurmak istiyor ama gözüne kestirdiği kişi, ondan daha fazla bağ kuramamış birisi. sevgiyi acıya dönüştüren birisi. (yanlış çaba)

    -bu sebeple orhan yüzeysel ilişkiler içerisinde buluyor kendini. (çabasızlık)

    -newyork'a gidişiyle, geçmiş ilişkilerini ve kurduğu bağın harriet'la olduğunu öğreniyoruz. sonunda o bağı koparmayı başarabiliyor. (kök-bağlardan kurtulmak)

    -geriye döndüğünde, yaşantısında ona belirsizliğiyle kucak açan verda'ya değil, içine ağır ağır sinen serpil'in yanında buluyor kendini. serpil'le gelecek bir yaşantının ipuçlarını sunuyor okuyucuya. (yeni ve sağlıklı bir bağ)

    son zamanlarda, yaşamımdaki en büyük sorunsallardan bir tanesi bu bağ kurma meselesi. sırtımı yasladığım ağaçla bile neden bir bağ kurma çabam var ve neden küçük küçük şeylerle bağ kurarak yaşamı kendime dayanılabilir kılmaya çalışıyorum. bir şeylerle bağ kurmadan bu yaşamı kendime mümkün kılamaz mıyım. illaki esaslı bir yere çımayı dolamam mı gerekiyor, demir mi atmam gerekiyor, bağın kördüğüm mü olması gerekiyor. orhan'a karşı en büyük hayranlığım bu, bir valizle yaşayabilmeyi kendine mümkün kılması, benim hala kendime ait bir valizim bile yok oysa. ama öte yandan, yalnız joan miro tablosu da benim için fazla yetersiz, fazla bağsızlık demek bu. insanın bir şekilde dengeyi bulması gerekiyor.

    orhan bu dengeyi verda'yla ev düzse bile, serpil'in evinde dinlenebilmesiyle buluyor. kendi evinden ziyade, ilk gittiği yer serpil'in evi oluyor. onun yüzündeki dinginlik ve yaşam karşısındaki tavırla, yaşamdaki bağlarının güçlülük zayıflığını yeniden tartma fırsatı buluyor.

    yaşamla ilişkilenmemizi sağlayan bu şeyler hep özel bir ilişki üzerinden mi sürmeli bilmiyorum. insan ne zamana kadar birini bekler. insan ne zaman o biriyle hiç karşılaşmayacağını kabullenir. insan ne zaman karşılaştıkları herkese yanlış insan gözüyle bakmaktan sıyrılır. doğru insanla karşılaşınca yanlış zamandı demekten ne zaman vazgeçer. bilmiyorum. ama sanıyorum, gerçek bir ilişkinin en güzel hediyesi orhan'ın bazı cümlelerinde saklı.

    "serpil'le, her şeyin kendisine karşı olduğu bir dünyada, ikisi kalmış, ikisi birlikte mücadele ediyor gibiydiler."

    "serpil'e dikkatle bakmaya başladı. güzel bir kadındı serpil. hele böyle usul usul bir kediyi severken, kurşuni eteği, koyu bordo balıkçı kazağıyla bile müthiş erotik geldi orhan'a. ondokuzuncu yüzyılın romantik ressamlarının çizip boyadığı odalık resimlerine, baştan çıkarıcı masal prenseslerine, cleopatra resimlerine, circe resimlerine benziyordu, bu ağır başlı öğretmen giysileri içinde bile. hiç ilk bakışta kendini belli etmeyen, ama tehlikeli bir biçimde -neden tehlikeli, bu sözü neden kullanıyor, hiç de tehlikeli görünmüyordu- ağır ağır insanın benliğine sızan bir havası vardı."

    "orhan küvetin yanına oturmuş, serpil'e bakıyordu. hiç de güzelliği belli olmayan, insanı çarpmayan, ağır ağır, sine sine insanın içine işleyen, işlediği yere kök salan, büyüleyici biriydi serpil. kimi zaman el sürülmeyecek kadar uzak, kutsaldı klasik heykeller gibi. kimi zaman da bir orospu gibi gövdesine sahip olabilir, istediğinizi yapabilirdiniz. bu ikilik, bu birinden ötekine geçiş miydi serpil'i farklı kılan?"

    bahsi geçen bazı kelimeler:

    murahhas: delege
    sayrı: hasta
    kafuru: kafur, kafur ağacından elde edilen, hekimlikte kullanılan, beyaz ve yarı saydam, kolaylıkla parçalanan güzel kokulu bir madde.
    arasta: çarşılarda ve alışveriş alanlarında aynı işi yapan esnafın bir arada bulunduğu bölüm.
    kabare: çeşitli eğlenceler yapılan gösteri yeri.
    çıma/çımacı: gemi halatı ya da halat parçası.
    mete caddesi/beyoğlu
  • yanlız olmak kimseye nasıp olmaz öyle
  • bir zamanlar, adı bilinmeyen bir kasabada yaşayan bir genç vardı. diğerleri gibi değildi, çünkü o kendi iç dünyasında daha çok vakit geçiriyordu. insanların beklentilerine uymak yerine, kendi gerçekliğini keşfetmeye odaklanıyordu.

    genç, zamanla insanların onun hakkında ne düşündüğünü umursamamayı öğrendi. insanlar "uyumsuz", "asosyal", hatta "sapık" diyebilirdi, ancak o bunları umursamıyordu. çünkü o, kendi benliğini bulmuştu ve bu onun için en değerli şeydi.

    diğer insanların beklentileriyle uğraşmak yerine, genç kendi ilgi alanlarını keşfetti. yalnızlık, onun için kendi düşüncelerine ve duygularına derinlemesine dalmak için bir fırsattı. kendi içindeki zenginlikleri keşfetmek, onun için diğer tüm ilişkilerden daha değerliydi.

    zamanla, genç yalnızlığın aslında bir lüks olduğunu fark etti. kendi başına olmak, insanın kendi gerçekliğini keşfetmesine, kendi değerlerini tanımasına ve kendini derinlemesine anlamasına olanak tanır. diğerlerinin onu tanımlamaya çalışması veya onunla aynı olmasını beklemesi önemli değildi; çünkü o, kendi benliğinin değerini biliyordu.

    savaş verdi ve kazandı, ama insanlar yine de birçok şey söyledi. gay diyenler oldu, çapkın diyenler oldu, hatta aptal diyenler dahi oldu. ancak genç, kendi iç huzurunu ve mutluluğunu bulduğunda, yanlızlık onun için bir lütuf haline geldi. kendi gerçekliğini yaşamak, diğerlerinin onayını veya beklentilerini karşılamaktan daha değerliydi. çünkü o artık, kendi benliğinin en değerli hazinesini keşfetmişti: kendisi. ve bu yüzden, yanlız kalmak zorunda olduğunu göze alarak seçim yaptı.

    yani insanlar tatminsizdir kimseyi mutlu edemezsiniz. kendiniz olmayı öğrenin öğrendiğiniz zaman yanlızlık çok güzel birşey.
    çünkü herkes kendini üstün göstermek için elinden geleni yapacak hatta senin değerini dahi zayıflatacak kimsenin bunu yapmasına izin verme.
hesabın var mı? giriş yap