174 entry daha
  • bir hayâl-ürünü olsun ya da olmasın bir imge bulup onu, herkes eleştiriyor diye eleştirmek kolay; aslına bakarsanız hayâle yapılan saldırı da hayâl kokar. "eşek yükü çantalar" imgenin bir parçası ya da "yarış atı gibi koşturan çocuklar". oysa bunların birer ölçütü yok. yani buradan getirilen eleştiriye karşılık şu soru sorulamaz: "ne yani sen çocukların çantaları boş mu olsun istiyorsun?" ya da "ne yani eğitimde bir yarış zihniyeti hiç olmamalı mı?" vb. türkiye'deki eğitim sisteminin kafası karışık tipler yarattığı ona getirilen eleştirilerin de hayâlî olmasından anlaşılabiliyor. veyahut şu "faşizanca söylemlerle bezenmiş kitap/hocalar" söylemine bakın, demek istediğimi göreceksiniz. nerede başlıyor bu faşizanca söylemler? üniversitelere varıyor mu? varıyorsa kimi vakıf üniversitelerinde ezber bozmaya meraklı hocalarınız ne iş yapıyor? bunları çözemiyoruz. faşizanlıktan kasıt ne, onu da bilmiyoruz. herkes birbirine faşist deme telâşı içinde, eğitim sistemi de bundan nasibini alıyor. faşizanlıktan şikâyetçi olanlardan bazılarının eğitimde islâmî strüktüre nasıl baktığını bilmiyoruz. herkesin mevcut eğitim sistemine bir eleştiri getirme hakkı bulunduğu gibi, sanki ucu açık laflarla eleştiri getirmezse, eleştirelliğini kaybedecekmiş gibi bir "görünüşte eleştirellik" tutkunluğu rahatsızlık veriyor. sanmayın ki bu eğitim sisteminin devamlılığını arzulayanlar bundan nemalanıyor; hayır, aksine somut öneriler ortaya koyanlar (baskın oran örneğin) bu harala gürele ortamında tezlerini savunamaz hale geliyor; çünkü bu sefer de tezler siyasî, iktisadî, sosyal kimi kalıplaşmış bariyerlerden sekiyor (örneğin "üniversite eğitimi nasıl paralı olur yahu!" solculuğu). en iyisi bırakalım öneriyi, ideali; bastıralım "ezberci eğitim olmasın"ı, "çantalar ağır"ı, "bilgisayarlı eğitime geçelim"i, "atatürk büstleri kaldırılsın"ı, "andımız kaldırılsın"ı vs. gerçeklerle dövüşmekten çekinenler, imgelerle dövüşürler diye de bir motto atayım ortaya, izi kalır belki.

    benim ulusal-anti/ulusalcı çekişmesinde gördüğüm bir durum genel olarak türkiye'deki eğitim sistemi'ne getirilen eleştirilerde de geçerli: sorunlar yok mu? eşek yüküyle. ama bu sorunların dile getirildiği mecralarda kullanılan dil ve argümanlar öylesine hayâlî veyahut muammalarla dolu ki, sonunda türkiye'deki eğitim sisteminde ne gibi bir idealin benimsenmesi gerektiğine ilişkin tartışmalardan somut öneriler çıkmıyor. bu yüzden bir orta-oyunu ya da münazara klâsmanından çıkılamıyor sanki. çünkü "herkes eleştiriyor ya, ben de eleştiriyorum" denilerek yola çıkılıyor; alabildiğine çekip uzatabileceğiniz terimler, kavramlar havada uçuşuyor. neyin, nasıl olması gerektiğine ilişkin net ve somut öneriler geldiğinde (örn. baskın oran'ın önerisini anımsayınız: baskın oran/@jimi the kewl), dikkat edin türkiye'deki eğitim sistemine en ucu geniş sözlerle eleştiri getirenler susmak durumunda kalıyor; çünkü somut çözümden ve ideal sistemden ziyade aradıkları şey şu: "en azından şu anki sistem olmasın". ama zaten bu her daim olacak; her daim değerler yeniden değerlendirilecek ve her eğitim sistemi içindeki kusurlarıyla "o anki" halinden çıkarılmaya çalışılacak. bu "en azından şu anki sistem olmasın"cı yaklaşım hiçbir zaman değişmeyeceğine göre, her daim yenileme yapma çağın ihtiyacı olduğuna göre, totolojinin esintisine kapılmadan, değişkenler ve idealler üzerinde durmakta fayda var kanaatindeyim. münazaradan önce son çıkış burada yatıyor, benim gördüğüm bu.

    bütün bu saydıklarımdan sonra bu entiride hasbelkader somut öneriler getirmeye çalışacağım. türkiye'deki eğitim sistemine ilişkin çözüm önerilerini gariban bir entiriye sığıştırabilmek güç. ben burada takınacağım tavırla birlikte; olması gereken eğitimle ilgili zihnime, oradan da klavyeme düşen fikirleri sunacağım. böylece düşün dünyamı da aktarmış olacağım. ben her şeyden evvel, eğitim sistemimizin monolithic/yekpare öğrenci tipi oluşturma sevdasından vazgeçmesi gerektiğini düşünüyorum. bu sadece andımızın kaldırılması ya da atatürk büstlerinin, türklük vurgusunun minimize edilmesiyle olacak bir şey değil; çünkü ben biliyorum ki (bildiğimi sanıyorum ki) genel itibariyle sosyal, kültürel ve siyasî yapımızda tek tip düşünme temayülü baskın çıkıyor. evvelce andımızın kaldırılması meselesinde bunu dile getirmeye çalışmıştım; andımızı kaldırın yerine konacak yeni ant da yepyeni bir idolle karşılaşırız. atatürk büstü minimize edilsin, ilköğretim ders kitaplarının başında başbakanın resimli siyasî propagandası büyür. türklük vurgusunu kaldırın (böylece faşizanlıktan kurtulmak mümkün olacak, hesaplanan bu, değil mi?), onun yerine islamîlik vurgusu gelecektir. zaten somut öneriler ortaya koymaktan ziyade, sürekli hayâlî imgelere saldıranlarda asıl görünen maksat, var olan düzeni kendi ideolojilerine göre biçimlendirmedir. atatürk'ün resmini kaldırır, yerine başkasınınkini koymak istiyor. örneğin evrim teorisinin okutulmasını istemiyor ama onun yerine yaratılışçı teoriyi okutmak istiyor; çünkü temelde kafa yapısı şu şekilde işlemeye programlanmış: tek bir dünya görüşü var, tek bir doğru var; ikisinin örtüştüğü yerde de ben varım. bu monolithic/yekpare düşün projesi, bizim sadece eğitim sistemimizin neticesi değil genel olarak islâm coğrafyasındaki durumun da bizim payımıza düşen bölümü. bir nevi lâyığımız olan. seninkisi değil, benimkisi baskıcı olsun demenin başka türlüsü bu.

    bir kadın yazar var, giydiği çarşaf sadece kendisini bağlar ancak sadece gözleri görünecek ölçüde bir kıyafetin içinden dünyaya bakıyor ve ezber bozmaktan bahsediyor. aklınca mustafa kemal ezberini bozuyor. ona kalsa din dersleri zorunlu olacak, türklük vurgusu kalkacak ve evrim teorisinden bahsedilmeyecek. argümanlarını kuvvetli bir biçimde, kılıç gibi kullanıyor. kendisine sorsanız ezber bozuyor; ancak söküme kendi ezberinden (hayata sadece küçük bir çarşaf deliğinden bakma ezberi) başlamadığı ve genel eğitim sisteminin de onun düşündüklerine paralel bir biçimde dikte ettirici olmasını istediği için tarafını belli ediyor. oysa monolithic yapının ortadan kaldırıldığı, müfredatın alabildiğine açık görüşlü öğrenciler (onu eleştiren bunu eleştiremiyor; üniversite öğrencisi tanıdım, atatürk konusunda ezber bozan yazarlardan yüksek sesle bahsediyordu ama iki dakika sonra tümüyle değişti ve ramazan'da fakülte bahçesinde sigara içen çocuğun birini uyardı; oysa herkes kendi ezberinde olmadığında görüşler de açık olmaz mı?) yetiştirmeyi amaçladığı bir eğitim sistemi tasarlanmalı; buna bağlı olarak projelere ve performansa dayalı ödüllendirme ön plâna alınmalı. ilköğretim ile ortaöğretimi atlayarak konuşuyorum, asıl beni ilgilendiren kısım şu üniversiteye gelindiğinde bu açık görüşlülük ideali ve o güne değin performansa göre ödüllendirilmiş olmanın verdiği özgüven akademik üretimi de mecburî kılacaktır. ben eşek yükü çantalardan yana biri olarak, her defasında eğitimin kademesine göre artan üretime göre öğrencinin eğitim seyrinin belirlenmesi gerektiği kanaatindeyim. "eşek yükü çanta" bir imge, neyin imgesi? kitapların ağırlığının. peki bu ne işe yarayacak? eğitim kariyerinin başından itibaren kendi kendini geliştirmek zorunda kalan öğrenci, her defasında daha fazla üretme zorunluluğuyla karşılaştıkça, daha fazla talep edecek böylece karşısındaki talebe karşılık vermesi gereken hocaları ve müfredatı da daha fazla üretmeye, daha kaliteli eğitime zorlayacaktır. eşek yükü çantadaki kitaplar da öğrencilerin her defasında daha fazla kitapla haşır neşir olmaları gerektiğinin bir göstergesi, imgesidir.

    peki ben bu eğitimde öğrencinin kendi kendine yetme ve başındaki hocaları da kimi zorunluluklar içinde bırakma idealini nereden alıyorum? pratiğini kendi eğitim hayatımdan, teorisini de george soros'un karl popper'dan hareketle ülkelere uyarladığı "kendi kendine yetme" öz-bilincinden alıyorum. the burden of consciousness'te soros'un asıl fikrini anlatmıştım. buna göre soros'un the burden of consciousness'tan beri derdi özneyi nesne, nesneyi de özne kılıp ikisini birbirine bağlamaktı. bu gerçekleştiğinde, 'kendini bilen' yine onun 'kendi'si olacaktı. kendinden sorumlu olan ülke gibi, kendinden sorumlu olan öğrenci tipini, neye biat ederse etsin, mutlaka bir şeye biat etmek zorunda bırakılacak olan monolithic öğrenci tipine yeğledim. nasıl ki sorosçu o projede toplumun hayırseverliğe ihtiyaç duymaması da (soros'un hayırseverlik olgusundan nefret ettiği vurgulanıyor) bu bilinç idrâkinden kaynaklanıyorsa (örneğin turuncu devrimle açılan toplum bir daha hiç kapanmamacasına nesne ve özne olmuştur; kendi kendini gerçekleştiren bilinç yani başka deyişle) öğrenci de bir dereceye kadar ilk hareket ettiriciye (ilköğretim buna ayrılabilir; en az 5+3=8 seneden bahsediyoruz) ihtiyaç duyar ve sonrasında performans ve proje üretimi kıstasına göre geleceğe yere gelir, ya da gelmez. böylece ülkelere uyarlanan o sistemde, nasıl ki "hayırseverlik" başka bir anlama bürünmüşse, burada da eğitimde sürekli sınav telâşından ziyade sürekli üretim telâşı ön plâna çıkmış olur. detayları da eğitimciler düşünsün.

    peki, ben niçin "açık toplum" idealinden bir nevi "dünyaya açık öğrenci" üretimine varıyorum? niçin bunu önemsiyorum? kabasını vermem gerekirse şu yüzden, çok zor şartlar altında ilk ve orta eğitiminizi tamamlayıp üniversiteye geldiğinizde, önünüzde 4 senelik bir süreç oluyor. bu sürecci, evvelce hiçbir üretiminiz ya da bilgi birikiminiz yoksa, ya da seçtiğiniz, yöneldiğiniz bölümle aranızda herhangi bir sevgi bağınız yoksa, en nihayetinde üretken bir akademisyen olma ihtimâliniz de yoktur. ancak akademisyen olma ihtimâliniz vardır. böylelerini gördüm, senelerce araştırma görevlisi ya da yar. doçentler gördüm. senelerce profesör olup, hiçbir üretimi olmayan, ne yurt içinde ne yurt dışında makale yayınlayabilen, zaman içinde kendileri gibi öğretim elemanları yetiştiren kişiler gördüm. bana kalırsa onların hiçbiri zekâca batılı muadillerinden geri değildi; aksine kıvrak zekâları belki de onların sistematize olmuş, aksini çözemeyen zekâlarına bin basardı, en kaba tabirle söylemem gerekirse. peki, ne oluyordu da geçtikleri torna, onları çanta taşıyıcısı ya da sıradan bir devlet memuruna dönüştürüyordu? benim gördüğüm kadarıyla, aldıkları eğitim yani en az 20 senelik eğitim onları bilimsel üretime hazırlamıyordu, memur olmaları kâfiydi. çünkü sadece eğitim sistemi değil, içinde "biz"in bulunduğu bütün sistemlerimiz tek tip düşünmeye programlanmış gibiydi. benim gördüğüm buydu. açık toplum fikrini ilk incelemeye başladığımdan bu yana eğitimde, özellikle de akademik eğitimde üretimin öncelikli "yükselme" nedeni olması gerektiğini düşündüm; kaldı ki makale yazmak, bizim gibi türkçe kaynak sıkıntısının fazlasıyla hissedildiği bir ülkede öylesine kolay ki, buna rağmen akademisyenler ellerine kalem alamıyorlar. çünkü geçtikleri torna, onları bilimsel üretime değil, bir banka görevlisi olmaya hazırlıyordu sanki. çanta taşıyıcı araştırma görevlilerinin kütüphanenin yolunu bilmediği bir bilimsel yuva geleneğinden bahsediyoruz; "kendi kendine yetecek ve her türlü yeniliğe açık öğrenci" tipini yerleştirmediğimiz sürece de bu böyle sürmeye devam edecek. daha kötüsü, ben andımızı kaldıralım kampanyasıyla ilgili söylediğim zaman, doğrudan bu eğitim sisteminin savunucusu olarak lanse edilmiştim slogan solcuları tarafından. aslında onlardan da fazlasını beklememek gerek; onlar da bu tornanın ürünü, yukarıda dediğim gibi, onlar da "onlarınkisi değil, bizimkisi baskın olsun" derdinde.

    sonuç olarak her safhasında üretime ve projeye dayalı bir eğitim sisteminin idealini tasarlıyorum kafamda. üretemeyen kafaların elendiği (sınavda başarısız olanlar elenmiyor mu?) bir doğal seleksiyon işlemek durumunda. detaylar mı? açık toplumun detayları nasıl ki bir türlü standart hale getirilemiyorsa, bunda da zorluklarla karşılaşılabilir. belki de ben sadece mantalite konusunda ipucu veriyorum; bir dinin ya da ideolojinin esiri ve eseri olmamış açık fikirli eğitim-bilimciler detayı kaleme alsınlar, işleri ne.
1319 entry daha
hesabın var mı? giriş yap