• kurdugu hayallerden baska siginacak yer bulamayan bir cocuk ve gercekle hayal arasinda gidip gelirken tanistigi sonu husranla biten bir ask hikayesi..hasan ali toptas'in son romani.sade ve etkileyici.
  • h.a. toptaş'ın kendi çocukluğundan, çocukluk anılarından beslenerek yazdığı bir roman. müthiş bir dil işçiliği.
  • tipik bir hasan ali toptaş kitabı. gayet sıradan durumlar, yine çok fantastik bir dille aktarılıyor. ama bu kez yorulduğumu hissettim okurken...

    kitabın kahramanı hasan'ın dumanlı kafasının yarattıkları gibi geldi bana o yoğun tasvirler hatta bir tür alice harikalar diyarındaki asit triplerine bulandığını düşündüm elemanın...
  • hasan ali toptaş'ın yazar nasıl olunur'u gözler önüne serdiği, her bir cümlesiyle adeta baştan çıkaran, "dilimiz bu kadar güzel mi yav " dedirten romanı.
  • öyle rafta duruyordu işte. 'sıradan değilim' diye bas bas bağırıyordu ama, böyle tanıdığım bir ses tonu vardı. 'beni muhakkak okumalısın' diye de üstüne basabasa aklımda dolaşıyordu kelimeleri. çok beklettim onu, o eskimiş ve yıpranmış ve yaşlanmış diğer kitapların arasında. açtım kitabı kokusunu içime çektim. içi kaybolmuş hayallerim gibi kokuyordu ve öyle bir yere dokunuyordu ki içimde, diyordum ki 'ah ben ne ahmakmışım'..

    okumaya başladım, sayfaların üzerinde kaç kişinin gözünün izi kalmıştı görebiliyordum. kaç kişi değerini bilip kazımıştı aklına, kim 'aman bu ne boğucu bi kitap' diye başından atıp savurmuştu onu anlayabiliyordum. okuyordum bense, kimsenin aldığını hissetmediği keyfi giyinerek gözlerime. su gibi içiyordum, soframda ki ekmek gibi çiğniyordum kelimelerini, cümlelerimi. ve diyordum ki sen, can, yazmaya çabalayan sefil! o kalemi elinden derhal bırak ve yazma hakkında daha çok şey öğrenmeden eline alma..

    kitap bittiğinde ağlamanın eşiğindeydim ve ağzımdan çıkan 'vay be', öyle bir ürpertinin sonucundaydı ki anlatamam bunu sizlere..

    beklettiğim için özür dilerim hayallerim.

    edit: itü sözlükte aynı başlıkta yazılmış kelimesi kelimesine aynı ama bana ait olan bir girim mevcut. sahibisi ben olduğumdan götümüze girmez. telaşa gerenk yok. biloperat la görüştüm olay kontrol atında.
  • kitabın arkasında da yazdığı gibi okuması kolay tüketmesi zor bir kitap. cümlelerin, kelimelerin arasında kaybolmamak için roman size "benimle ciddi ciddi ilgilenmezsen anlaşamayız." diyor bağıra bağıra, çünkü yapılan her betimleme gözünüzün önüne romanın geçtiği kasabayı getiriyor; okuyucu okumak ile görmek arasında kalıyor.
    yazarın satırları, okuyucun gözlerine dönüşüyor siz okudukça.
  • varlıkla yokluğun birbirine karıştığı, insanın sadece "kendisi" olmadığı, kimi zaman kendisinden başka herkes olduğu, varoluşu kesik çizgilerle betimleyen, şizofrenik bir hasan ali toptaş masalı.
  • "senin hayatın benim sana demediklerim kadar noksan"
    sf: 37
  • "...bu sırada kevser'in eli deli bir alev gibi kürek kemiklerimin arasından akıp önce belime, sonra da kalçalarıma dokundu ve dayanamayıp ben de onun aynı yerlerine aynı şekilde dokundum; ve dokununca ona değil de sanki ben çoktan kayıplara karışmış binlerce tozlu hikayenin çıplaklığına dokunmuş gibi oldum ve içimden, belki de kevser, bana binlerce hikaye tadında gözüken, belleklerden silinmiş tek bir hikayedir dedim; sonra sarılıp inanılmaz bir şehvetle öptüm bu hikayenin en karanlık kuytularını ben ve o da uzanıp olanca unutulmuşluğu, yıpranmışlığı ve ayrıntılarıyla beni öptü; sonra ben öpüldükçe öpüp öptükçe öpülürken artık ağır ağır kevser kıvamında kıvranıp duran bu hikayenin ta kendisine dönüştüğümü düşündüm ve bir yandan ellerimle ıslak mı -evet fena halde- ıslak bir vadinin baş döndürücü derinliklerine doğru ilerlerken, bir yandan da kasaba kırtasiyecilerinden satın alınmış ucuz bir dolmakalemle oturup gecenin bu vaktinde acaba kim yazıyor beni, dedim; sonra bir yandan o vadinin ıslaklığına olanca yalnızlığım, hasretim ve diriliğimle gömülürken bir yandan da, hem kocaman bir bardakla çayını yudumlayıp hem de sigarasını tüttürerek acaba müsveddelerimi kim daktiloya çekiyor şimdi, beni kim diziyor satır satır, ya da çoktan dizilip basıldım da şu anda hangi okurun gözünde tekrar yazılıyorum, dedim..." *
  • zihnimin her yanı açık bir şekilde okumama rağmen kavramakta zorlandığımı düşünüyordum ki, bir çocuğun kurduğu dünyanın da yetişkin bir bireyin algılayışını zorlayacağını düşünerek ne kadar başarılı bir şekilde aktarıldığının farkına vardım.

    eşyaların insanlaşması, insanların eşyaya dönüşmesi, hayvanların insani özellikler kazanması, gölgelerin canlanmasıyla birlikte başka bir boyutun kapıları açılıyor okuyuculara. olaylar üç kişi tarafından aktarılıyor: hasan, hamdi'nin dedesi ve yazar. bu nedenle olaylara tek bir noktadan hâkim olamıyoruz, belirsizliğe düşüp yoruluyoruz. hasan ali toptaş gerek kurgusuyla, gerek üslubuyla, gerek seçtiği sözcüklerle beni yoran bir yazar ve bu kitapta bu yorgunlukların zirvesine eriştim. bir şeyler yazmaya çalışacağım, zira yazmadıkça her şey önce bulanıklaşıp sonra da yok olacak gibi geliyor. belki de ölü bir kuş gibi içimde büyüyecek. **

    --- spoiler ---

    kitap, hasan ve hamdi'nin kasabada film oynatılan tek yer olan sinemacı şerif'in salonuna paraları olmadığından giremedikleri için tavan arasından gizlice film seyretmeye koyulmalarıyla başlıyor. o gün oynatılan filmdeki kadın da daha sonra kevser'in yapacağı gibi evle birlikte kendini ateşe vererek ölüyor. hasan'ın kurduğu hayallerin kaynağının bu salonda kaçak olarak izlediği filmler olduğunu anlıyoruz bu kısımdan. sinemacı şerif'in parası olmayanlara kapalı olan sinema salonunun kapısı, karakterlerle birlikte okuyucunun da yüzüne kapatılıyor. ezen ve ezilen taraflardan ikincisinde yerimizi alıyoruz.

    buradan çıkıp hamdi'nin dedesinin yanına gidiyoruz, sinemacı şerif'in jeneratöründen yükselen pat pat sesleri eşliğinde. hamdi'nin dedesi gibi unutulmayacak bir karakter bahşediyor bize hasan ali toptaş. gökçe geline söylemek isteyip de söyleyemediklerini unutmayacaktır okuyucular ve bu sözlerin altını çizmek istediklerinde diyeceklerinin uzayıp gittiğini görüp vazgeçecek, bunun yerine tekrar tekrar okuyacaklardır. muhteşem bir monolog okuyoruz, hamdi'nin dedesinin anlattıklarıyla noksan yanımız tamamlanıyor sanki.

    hamdi'nin dedesi, karısına gökçe gelin diye sesleniyor, daha sonra kevser'e de gökçe gelin diyor. karısının gökçe geline benzediğini, hatta bazen gökçe gelinin ta kendisi olduğunu düşündüğünü söylüyor. kavuşamadığı kevser'e olan sevdasından dolayı kendi içinde bu tür bir ikilem yaşadığını söyleyebiliriz sanırım. veyahut daha derin bir kurgu var, benim henüz içine girip de sıyrılamadığım.

    bunun ardından hasan'ın dedesiyle -yani ali'yle- kevser'in kavuşamayışlarını anlatıyor bize hamdi'nin dedesi. kendisinin de kevser'e aşık olduğunu ama kevser'in ikisine de yâr olmadığını söylüyor. hamdullah adında ala bir köpeğin kevser'i kaçırmasına engel olamadığı için hasan'ın dedesine küs olduğundan söz ediyor. hamdi'nin dedesi ve kevser bazen hayattaymış, bazen de ölmüş olarak anlatılırken hasan'ın dedesi duvarda asılı, gözleriyle yan tarafa bakan bir fotoğraf ve "hicabime de göz kulak ol!" diyen bir mezar taşı olarak yerleşiyor kurguya cascavlak kafasıyla.

    beşinci kısımda ise küçük hasan'ın babasıyla (hicabi'yle) annesinin (elif'in), babasının hâlâ yeni bir ev yapmaya başlamamış olması nedeniyle yaşadıkları kavgalardan birinin içinde buluyoruz kendimizi. küçük hasan'ın oturduğu yerden kımıldayamayışını görüp annesinin yediği tokatları duyuyoruz bir bir. küçük hasan'ın bu evde daha fazla kalmak istemeyişine hak vereceğimiz cinsten kavgaların ilkini izliyoruz.

    altıncı kısım hamdi'nin dedesi aracılığıyla aktarılıyor. bu kısmın başında köye elektrik bağlatılabilmesi için elektrik direklerini getiren işçilerden biriyle konuşuyor hamdi'nin dedesi. yani onun hayatta olduğunu anlıyoruz. ortalara doğru hamdi'nin dedesinin bir çocuk görünümde olduğunu sanıyoruz, başka bir çocuğun onu da kevser'in evini taşlamaya çağırması bize bunu düşündürüyor zira. bu kısmın bir yerinde ise hicabi'nin onu görmediğini, dolayısıyla selam vermediğini okuyoruz. bunun öncesinde hamdi'nin dedesi "bir yalanın sokaklarında mıyım" diye düşünüyor, böylece onun her iki tarafa da ait olduğunu ve bazen orada*, bazen de burada* olduğunu anlıyoruz.

    yedinci kısımda ise küçük hasan'ın kavga gürültü eksik olmayan bu evde yaşamak istemeyişini okuyoruz yine. küçük hasan'ın hamdi'nin yerine geçme isteğini ve bu nedenle dedesi ali'yle kevser'in evlendiğini ve onlarla yaşadığının hayalini kurmasını; bu kavga dolu evden kurtulma isteğinin ne denli büyük olduğunu kavrıyoruz. yerine geçtiği hamdi'nin gözüyle, küçük hasan'ın yerine geçen hamdi'yi anlatışı kitabın vurucu noktalarından biri oluyor.

    hasan'ın babası hicabi'ye kızıyoruz, kapıyı çalan her alacaklının karşısında yalanlar söylüyoruz çaresiz hissettiğimizden. sonra karısı elif'le birlikte kurdukları yapacakları yeni ev hayalinden vazgeçiyor hicabi. gözü hiçbir şeyi görmüyor, belki de görmediği için başkası sanıp dövüyor elif'i. bu kadar borcu, sıkıntıyı aşıp rahata eremeyeceklerine inandırıyor kendini de bu yüzden vazgeçiyor hayalinden belki de. kendisi peşini bırakınca hayali de kaybolup gider sanıyor ama hayali onun peşini bırakmıyor, kâh elif kâh alacaklılar sürekli hatırlatıyorlar ona. hatırladıkça dövüyor elif'i, belki de bu hayali aklına ilk o soktuğu için en çok ona kızıyor. elif ise hayalini elinden aldığı için bağırıp çağırıyor hicabi'ye. sekizinci kısımda hicabi'nin yorulduğunu okuyup elif'e attığı tokatları işitiyoruz bir kez daha.

    dokuzuncu kısımda hamdi'nin dedesinin, hasan'ın dedesinin mezar taşıyla yaptığı sohbete tanıklık ediyoruz. mezarlığa gidince biraz öldüğünü düşünen hamdi'nin dedesi oradan çıkınca elektrikçi hidayet'in dükkânına giriyor, dükkândaki iki çırakla konuşuyor. burada dikkatimi çeken nokta, çıraklardan birinin radyo istasyonlarını ararkenki tavrıyla gölgesizler filminde, berber dükkânındaki çırağın radyo istasyonlarını arayışının aynı olması. gölgesizler kitabında böyle bir sahne yoktu yanlış hatırlamıyorsam ama demek ki o sahne bu kitaptan alınmış diye düşündüm. * bu kısımda hamdi'nin dedesinin asasıyla konuşmasını dinliyoruz, öyle bir büyülü dünyanın içindeyiz ki bunlar bize olağan geliyor. bu kısmın sonunda ise hamdi'nin dedesinin bir çocuk görünümünde olduğunu düşünüyoruz yine. zira lokantacı vehbi, onun içeride kavga eden hicabi'yle hidayet'e baktığını düşünmeyip canının yağlı ekmek çektiği için öyle baktığını düşünüyor. parasını düşünme diyerek et yağına bandırılmış çeyrek ekmeği tutuşturuyor hamdi'nin dedesinin eline, küçük bir çocuğa verir gibi.

    onuncu kısımda hicabi, yediği dayağın ardından eve getiriliyor ve küçük hasan hayalinde bir kez daha gidiyor bu evden. annesinin "gidebilsen bir yerlere, kendini kurtarabilsen... nereye olursa, nereye olursa..." demesinin ardından çıkıp gidiyor kevser'in yanına. sonra kevser onun asa tıkırtılarından kim olduğunu anladığını söylüyor. böylece roman boyunca kâh küçük hasan kâh hamdi'nin dedesi olan tek bir beden olduğunu düşünüyoruz. veyahut zamanda yapılan bu sıçrayışlar belleğimizi bulandırmaya başlıyor da kişilerin mi yoksa zamanın mı farklı olduğunu kavramakta güçlük çekiyoruz. her ikisi de olabilir. (çözülmeyi bekleyen bir düğüm atıyorum zamana.)

    on birinci kısım yazarın gözüyle aktarılıyor. olayların yavaş yavaş çözülmeye başladığı bu bölümde küçük hasan, dayısı celil ve yengesi nesime'nin yanlarında kalmaya başlıyor. annesi onun orada kalmasının daha hayırlı olacağını düşünüyor ve onu oraya götürüyor. dayısının artık hiç konuşmadığını gören hasan, dayısının da gittikçe babasının sessizliğine benzeyen bir sessizliğe büründüğünü düşünüyor. daha sonra nesime yengesi de aynı sessizliğe bürünüyor, bu evde hayatın acemisi olduğunu hissediyor hasan. dayısı celil, sessizliğini bozup geliyor bir gün elinde kâğıt hışırtıları ve gıcırdayan çizmesiyle. nesime'yi almanya'ya göndereceğini, zira böyle bir durumda kadınların daha erken kabul edildiklerini söylüyor. daha sonra nesime'nin celil'i de oraya aldıracağını anlatıyor. nesime'den, kızını bırakıp almanya'ya yerleştikten sonra yazdığı bir mektuptan sonra haber alamıyoruz. kızına ne olacak diye soruyoruz hasan gibi ama sonra "oh be, kurtuldu beyazlığından" diyebiliyoruz. bunu bize dedirtecek kadar beyaz kalmış oluyor nesime, celil ona evden çıkma yasağı getirdiği için gün yüzü görmüyor. nesime'den bir daha haber gelmediği için celil gün geçtikçe sinirleniyor. en sonunda atını satıp o parayla almanya'ya gitmeye niyetleniyor, lakin alıcı bulamıyor; ettiği küfürlere dayanamayan hüseyin, kadeşine veriyor atın parasını ve satın alıyor atı. celil de dediği gibi yapıp gidiyor, ondan da bir daha haber alamıyoruz. yengesi gittiğinden beri o evde duran küçük hasan'ı ve celil'in kızını hüseyin yanına alıyor. celil'in gidişinin ardından bu defa da hüseyin içmeye ve olur olmadık her şeye öfkelenmeye başlıyor. bir gün kardeşi vakkas'ın tüm gün oturmasının onu delirttiğini söylerek kavga ediyor kardeşiyle ve ardından celil'den aldığı atı sokağın ortasında baltalamaya başlıyor, ta ki öldürüne dek. öldükten sonra da atın üstüne attığı birkaç eşyayla birlikte yakıyor atı.

    on ikinci kısmı hamdi'nin dedesi, merdivenin tepesinden bakarak anlatıyor. kevser'in eviyle birlikte yok olup gidişini ve yetişemeyeceğini düşündüğü için donup kalışını okuyoruz; tıpkı küçük hasan'ın annesini yediği dayaklardan kurtarmak isteyip de donup kalışı gibi.

    on üçüncü kısım yazarın ağzından anlatılarak başlıyor ve hasan'ın sözleriyle bitiyor. kevser'in gidişinin hasan'da oluşturduğu dünyaya sokuluyoruz ve küçük hasan'ı evlerindeki yatakta buluyoruz. hasan yataktan kalktığında gaz lambasını söndürüyor. burada dikkatimizi çeken nokta ise şurası olmalı. hicabi, eve elektrik tesisatı döşetmişti, hatta hidayet'le bu borç yüzünden kavga etmişlerdi. öyleyse köye elektriğin gelmesiyle başlayan olayların tamamı küçük hasan'ın kafasında yarattığı bir kurgudan mı ibaretti? hasan, bir gün evden çıkıyor ve hamdi'ye kaçmayı teklif etmek için gittiği evde annesiyle karşılaşıyor ve hamdi'yi sorduğunda "hamdi de kim?" yanıtını alıyor. öyleyse hamdi bir hayalden mi ibaretti?

    sonunda mı? var olup olmadığı bilinmeyen kevser'in, torbasında ne olduğunu merak ettikleri için onu rahat bırakmayanlar sonunda torbayı unutuyorlar, akıllarına dahi gelmiyor. elif ne diyordu romanın başında? "boş yere eziyet ediyorlar garibime, torbanın içinde bir matah var sanıp ikide bir divanenin başına ekşiyorlar. sırf inat olsun diye o da göstermiyor işte! bir gün bu meraklılar bir de bakacaklar ki, bir bok yok torbada! ya da iki diş sarımsakla bir baş soğan var..." belki başka bir öyküde öğreniriz tüm bunların cevabını.
    --- spoiler ---

    (bkz: büyülü gerçekçilik)
    (bkz: grotesk)

    kitapta üzerinde durulması gereken o kadar çok nokta var ki, konuşmaya başlasak ömrümüz yetmezmiş gibi geliyor. lakin yine de "şöyle de olabilir" diyen bir okuyucu çıksa da konuşsak diyorum. hasan ali toptaş'la kendi çocukluğundan beslenerek yazdığı bu roman hakkında konuşmadan da ölmek istemiyorum.
    sinemacı şerif'in salonunun önündeki küçük hasan'ı görmek isterseniz buyurun, eğer onu romandan sıyrılmış bir şekilde okumak isterseniz harfler ve notalar kitabındaki "taşranın da ötesinde" deneme yazısını okumanızı öneririm. onu, yazdıklarından sıyırmak mümkün olmayacaktır gerçi. hamdi'nin dedesinin içindeki çocuğa veya hasan ali toptaş'ın içindeki çocuğa kapılıp gitmek istiyorsanız alıp okuyun.

    bu kadar laf edip bir yere ilişemedim, asılı kaldım yine. kim bilir belki bir gün biri çıkar da şöyle enine boyuna düşünülmüş bir kitap yazar hasan ali toptaş'ın yazdıkları hakkında. ben de o zaman tamamlanmış bir puzzle'a bakarım, tamamlamaya çalışmak yerine. bu arada heba'da bir askerin anlattığı yabu'nun öyküsünün, ölü zaman gezginleri'nde de bir asker tarafından anlatıldığını siz de fark ettiniz değil mi?
hesabın var mı? giriş yap