• uzun ismi "hayat bir kervansaray iki kapısı var birinden girdim birinden çıktım" olan, emine sevgi özdamar tarafından almanca yazılmış, ingeborg bachmann ve walter hasenclever ödüllerini almış, 1992de basılmış, aynı yıl varlık yayınlarından türkçesi de çıkmış olan, ayça sabuncuoğlu tarafından türkçeleştirilmiş roman. 2003te türkçe ikinci baskısı yapılmıştır. okurken bana, to kill a mockingbird, çocukluğun soğuk geceleri ve the curious incident of the dog in the night-timeı hatırlatmıştır.
  • bu kitabın türkiye'de neden ilgi görmüyor olduğu sorusuna verilecek herhangi bir yanıtım maalesef bulunmamakta ve ingeborg bachmann ödülünü alması ve son zamanlarda okuduğum en leziz kitap olması, bu entrynin sözlüğe gireceğim son entry olması da kaderini değiştirmiyor maalesef.
    kitapta emine sevgi özdamar özyaşam öyküsünden de yararlanarak bir çocuğun kendi dilinden hikayesini herhalde daha önce yazılı edebiyatta böylesi bir örneğine rastlamadığım bir dilde anlatıyor.
    okunanın akışına kapılmışken kişi bir saniye durup soluklandığında görecek ki karşısında yalnızca -kısa yollu adlandırırsak- farklı bir dil ve masalsılık değil, örneği az görülen bir perspektif, dünya algısı görecek. masalın romana yedirilmesinden ziyade, her ikisinin de sınırlarını zorlayan bir yapı denilebilir belki de buna.
    almanca yazıp bismillah, işallah gibi bazı ifadeleri türkçe kullanan, deyimleri türkçede oldukları şekilde almancada kullanan farklı bir yazım tekniği de söz konusu. bu nedenle almancanın sınırlarını zorlayan ve genişleten bir kitap aynı zamanda.
  • ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitap listesine girmesi ile adını duyduğum kitap.
    daha önce brecht ve musil gibi yazarların kazandığı prestijli ödüllerden biri olan kleist ödülü'nü özdamar bu roman ile kazanmış. türkiye'de neden tanıtımı yapılmadığına takılıp kaldığım roman, türkiye'nin siyasi olarak karışık olduğu bir dönemde çocukluktan ergenliğe geçen bir kızın ailesi özellikle de ailesindeki kadınlarla olan yaşadıklarını pek eşine rastlanmayan bir dille anlatıyor. varlık yayınlarından çıkan türkçe çevirisi malesef okuyucuyu zorluyor. karakterler küçük, baskı kalitesi biraz düşük. bir de keşke azıcık daha kısa tutulsaymış bu roman diye düşündüm, mesela 50 sayfa az olsa sanki tadı damağımda kalacaktı ama olaylar uzadıkça, okuyucu, o kendine özgü dile alışıyor ve etkisi azalıyor.
  • 1991 - ingeborg bachmann ödülü, 1993 - walter hasenclever ödülü, 1994 - london times en iyi kitap ödüllerini almıştır. bir defa değil, dönüp dönüp okunmayı da hak eder.
  • magical realism'in türkçesi. yani büyülü gerçekçilik. tanımlamak adına daha fazlasına da gerek yok sanırım, mamafih anlayamadım ben emine sevgi özdamar'ın ya da hayat bir kervansaray'ın türk kanonundaki yokluğunun sebebini, siz anlarsanız paylaşın lütfen.

    ilk bakışta, isimsiz ana karakterin fiziksel anlamda yersiz-yurtsuzluğa yakınsayan, sürekli hareket halindeki varoluşu, büyülü gerçekçiliğin kaotik ve masalsı anlatımıyla birleştiğinde, karşımıza dönemin sosyoekonomik ve politik vaziyetini yer yer kakofonik yer yer gayet harmonik bir şekilde resmeden düşsel bir roman çıkmaktadır, ki bu resmetme hali aslında tam da vaziyetin bir temsili biçimine bürünmektedir. bu noktada, romanın yapısal özelliklerine dair üç önemli husustan söz edilebilir. ilki, romanın büyülü gerçekçilik sayesinde, belki de büyülü gerçekçiliği bir araç olarak kullanan, sözlü kültüre olan temasıdır; özdamar, hikâyenin içerisinde bu sözlü metinlere yer verirken, genel bir perspektiften bakıldığında, hayat bir kervansaray’ın da bu metinlerden birine dönüştüğü söylenebilir. ikincisi, kürt asıllı bir yazar tarafından almanca yazılan metin ile tamamen türkçe kalıpların uyumluluktan uzak çevirilerin, yer yer türkçe –bu da kendi içerisinde istanbul türkçesi ve diğerleri diye çatallanmaktadır-, yer yer ingilizce, fransızca kelimelerin, latin alfabesiyle metne dökülen arapça duaların ilişkisidir. bir yandan almancanın sınırlarını tahrik eden, genişleten, değiştiren bu işlem, bir diğer yandan arapçayı kutsallık iddiasından men eder; çevirilerin yetersizliğini, dilin acımasız yapısını ve tam da aynı anda esnetilebilirliğini, mücadele edilebilirliğini gösterir; özdamar dille ve sınırlarıyla ilgili ciddi bir güç harbine girmiştir. son olarak, bu ilk iki özelliğin birleşmesiyle ortaya çıkan ve resmi tarih, dil ve söyleme direnen bir söylemler çokluğundan ve bu çokluğun doğasından bahsedilebilir. bu söylemler çokluğu resmi bedenin ve egemenin bastırdığı, yok saydığı, görünürlükten yoksun bıraktığı bir mefhum olmasına rağmen tamamen iktidarsız bir yapı değildir özdamar’ın gösterdiği üzere. aksine bu çokluk, kesin, keskin lakin belirli-belirsiz bir görünürlüğe sahip bir eşiğin altında bekleyen ve her daim bu eşiği geçerek resmi düzeni rahatsız etme gücüne sahip olan bir yapıdır. lakin tüm bu yapının büyülü gerçekçilik aracılığıyla temsil edilmesi, bir “uçarılık” sorunu doğurmaktadır. büyülü gerçekçiliğin kendine has anlatım metotları, efsunlu tasvirleri, gerçekliğin eğilip bükülebilmesi gibi özellikleri, okuyucuyu metni deşifre etmek zorunda bırakırken, ifade edilen her şeyin bir parodisi haline büründüğü iddia edilebilir. bu noktada mühim olan, yazarın etik açıdan bir ciddiyetsizlik haline bürünmediğini idrak edip, tam aksine batı metafiziğinin formasyonlarına ve o formasyonların şekillendirdiği realite üzerinden ilerleyen bir anlatıma, metinselliğe ve haliyle iktidara karşı durduğunun önemle altı çizilmelidir.

    hikâye anadolu şehirlerinden gezmeye başlayıp bursa, ankara ve istanbul’da göçebeymişçesine yaşayan bir kürt kızının ağzından 1940’lar ve özellikle 50’lerde türkiye’nin içinde bulunduğu keşmekeşi resmedişi olarak özetlenebilir. karakterin kişisel atılımları, romanda ikincil ya da gizlenmiş bir düzlemde kalmış olmakla beraber, genellikle çevrelendiği ortamı yansıtan tutumu, üç geniş başlık altında incelenebilir. bunlardan ilki başlı başına kadın ve cinsel bir özne olmak, ikincisi türkiye cumhuriyeti’nin kurucu metin ve ilkeleriyle şekillendirilmiş ve bunlardan ayrılmaz hale gelmiş aksiyomları ve bunların “halk” tarafından yorumlanması, üçüncüsü ise türkiye’nin politik konjonktürüdür. bu tasvir sürecinde, karakterin ilk kaldığı ayrımcılık etnisite temelinde gerçekleşir: “ ‘anadolu’da malatya’da doğdum,” dedim ben. öğretmen, ‘o zaman kürtsün, kıçında kuyruğun vardır senin,” dedi. sonra güldü, ötekiler de güldüler ve bana isim taktılar: “kuyruklu kürt”. ardından, bu ayrımcılık belki aslında, ilkinden paradoksal bir şekilde önce geldiği iddia edilebilecek, dil temelinde kendini gösterir. paradoksallık şuradan ileri gelmektedir, kürtlüğün ya da türk olamamışlığın dil üzerine düşümü olarak gösterilen anacuğum ifadesi, aslında kürt veya türklük denkleminin ayırıcı unsuruyken, bu ayırım daha biçimlenmeden, çok daha önceden kendine dil üzerinde bir yer bulmuştur, yani, farkı olarak konumlandırıldığı iki elementten önce de mevcuttur: “sonunda istanbullu bıçaklar, benim anacuğum’u çabucak anneciğim’e yonttular.” bu ifadenin bir dönüşümü değil, şiddet içeren bir dönüşümü işaret ettiği apaçıktır, karakterimizin maruz kaldığı bu sembolik şiddet, bir diğer yandan okuyucuya türk dil devrimi’ni hatırlatır. nitekim bu travmanın izleri, 1927’de gerçekleşen devrimden bahsedildiğinde daha belirgin hale dönüşür: “1927’den sonra cumhuriyetçiler bir harf devrimi yapmışlar ve arap yazısı yerine latin harfli türk alfabesi gelmiş. ben de yalnızca latin harflerini biliyordum, ama dedem latin harfleriyle değil, arapça yazabiliyordu. ninem okuma yazma öğrenmiş olsaydı, o da yalnızca arapça yazabilecekti. yani ahmet dedem ve ayşe ninem sağır dilsiz olup bize ancak yazıya bir şeyler anlatmak zorunda kalsalardı, onları asla tanıyamazdım, diye düşündüm. bu durumda da bugün ninemle dedem olmazdı. ağlamaya başladım.” maruz kalınan dışlama mekanizmalarını özellikle dil üzerinden betimlenmesi, sözlü temsillerde de kendini bulur. bir ingilizce dersi şöyle anlatılır: “kadın öğretmen, ‘i am sick, de,’ dedi. kız, ‘i am sak,’ dedi. öğretmen, ‘sick de, yoksa sana not olarak sıfır veririm,’ dedi. kız sik demedi, öğretmen ona koca bir sıfır verdi…” bu hususta, batılılaşma sürecinin menfi yanları ve biçimlendirilememiş bir toplumsal cinsiyet mıntıkasında debelenmesi ve tahribata yol açmasından söz edilebilir. bu adapte olamamışlık, karakterimizin giderek genişleyen uyku öncesi dualarında da kendini gösterir. bu tekrarlanan yapısıyla bu ritüel, herhangi bir ana tanık olup, bu an ya da tecrübeyi içselleştirebilecek, anlamlandırabilecek dile sahip olmayan birinin travmasını ve bununla yüzleşmesini anımsatır, ne isadora duncan, ne evin girişindeki ermeni kadın, ne atatürk, ne de binlerce asker, ne de diğerleri, ölülükleri dışında tanımlanamayan ve yakalanamayan şeylerdir; bunları şeye dönüştürense, yoksunluk konumundan kaynaklanan bir dilsizlik, tanık olmama halidir.

    türkiye cumhuriyet’i ve devrimleri, özellikle din konusunda büyük bir gerilim yaratır romanda. anıtkabir “bir gavur fikri, imansız bir yapı”dır , kibarlık budalası’nı oynayan oyuncu orucu ve rolü arasında seçim yapmak durumunda kalır ve rolünü seçer , nine, mavi gözlü insanlardan korkmaktadır, çünkü onlar allah’tan çok “şeytanı düşünürler.” , hatta öyle bir durum söz konusudur ki istiklal savaşı ile birlikte, “bütün erkekler de artık fes değil, şapka giymek zorundaydılar.” fakat bir harp bittikten sonra diğeri başlar, “savaşmaya devam ediyoruz, şimdi şapka giyen adamlara karşı.” bu gerilimin daha ziyadesiyle, anne ve babadan çok, bir önceki jenerasyona dayandığını söylemek yanlış olmaz. birinci elden ya da fazlasıyla yakın bir tarih aracılığıyla tanıklık edilen dönüşümün, toplumdaki sürekliliği “eski->yeni” şeklinde koparmaya çalıştığı aşikârken, elde edilenin aslında, asla bitmeyecek bir dönüşüm, groteskleşmiş, kaotik bir toplum olduğunu görürüz ve daha önceki nesil bu süreçlerin tanığıdır.

    ana karakterin cinsellik ve bireysellik mücadelesi tüm bu faktörlerle ilintili lakin bağımsızmışçasına duran bir hal arz eder. kendisi önce orospu olmaya yemin eder , olmaz, oyunculukta karar kılar , o da gerçekleştirilememiş bir söz olarak kalır. özgür, etkileyici ve sorgusuz bir cinsellik illüstrasyonu oluşturan –her ne kadar sözde olduğu iddia edilebilse de.- bu tiplere olan eğilim, dönüp dolaşıp “kutu”su üzerinde kurulan bir tahakküme çarpar, ta ki serüveninin sonuna kadar. bu hususta, özdamar’ın karakterinin, “agency” temelinde daha kontrolsüz bir ilişkisellik içerisinde bulduğu iddia edilebilir, kardeşiyle ya da komşu kızlarıyla oynadığı cinsel oyunlar, ailenin iktidarına “çocuksu” bir şekilde ısrarla başkaldırması bunun örnekleri olarak kabul edilebilir. fakat unutulmaması gereken bir nokta varsa, o da ötekileştirilmesinin burada da devam ettiği gerçeğidir, nitekim roman bize kenan zannettiği sedat ile olan ilişkisini ve bunun komşuları olan ikiz kardeşler tarafından sabote edildiğini ya da edilmeye çalışıldığını da gösterir; suçun motivasyonu ise, karakterin en nihayetinde farklılığıdır.

    özetle özdamar, gayet başarılı bir şekilde ötekinin estetizasyonunu yazmıştır, bu estetizasyon bir sömürü, bir basitleştirme, bir ucuzlaştırma mekanizması değil, aksine, ideolojiden ve ideolojinin dışındaki bir alanda ikamet etmenin getirdiği eksiklikleri –bu kanun nezdinde temsilden, konuşulamayan travmalara kadar uzanan bir listedir.- dil üzerinden görünebilir kılmaktır amaç ve bunu yaparken okuyucuyu bir şekilde yabancılaşma mekanizma ve dinamiklerinden uzak tutmayı hedefler.
  • bu masalsı romanı yirmi yıl kadar önce almıştım. latife tekin'den sonra edebiyatımızda emine sevgi özdamar dönemi başlar diyordum ama yanılmışım. ödülü bol bu eser niçin gereği gibi duyurulmadı anlıyamıyorum.
  • şimdi aklıma geldi : bu romanda , bursada yaşayan delilerden ayten, geçenlerde heykeli dikilen deli aytendir.
  • bir kız çocuğunun masumane bakış açısıyla başına gelenleri anlattığı kısımlarda insanın psikolojisini yerle bir eden, tanıdığınız ve/veya tanımadığınız ölülerle kafayı bozmanıza yardımcı olabilecek emine sevgi özdamar kitabı.
  • "tuhaf yıldızlar dünyaya bakıyorlar gözlerini kırpmadan" kadar başarılı özdamar romanı.
  • yüzyıllık yalnızlığın vişnenin cinsiyetiyle ilişkisinden doğmuş bir alamancı çocuk gibi...
hesabın var mı? giriş yap