• sabancı üniversitesi'nde bir öğretim görevlisidir. tll 101 ve 102 derslerine girer. beklenmedik yorumları, öğrencilere yakın tavırlarıyla sevilir, dersleri de eğlenceli geçer (romanlarla ilgili birikimi keyifli diyaloglara yol açar zaman zaman) ama not verdiğinde bir anda uzak hissedebilir öğrecileri kendilerini bu kişiden.
  • durun ciddi bir şeyler yazmak istiyorum bu adam için.

    sorumsuzluğun dibine vurmuş bir öğrencisi olarak, sadece bu adamın derslerine devam ettim adam gibi dönem boyunca(eh her derse gelmeyişinizde 5 puanınızın gitmesi kuralının ve sarışın kızın da azcık etkisi olmuş olabilir *). ne olursa olsun, zevk aldım dersini almaktan, dönem boyunca o kadar kitap okumaktan.

    bir üniversite hocasından ne bekleyebilirsiniz? şu anda soruyorum kendime erol hoca nasıl birisi diye? nasıl biri, nasıl biri, hmm... sanırım olması gereken üniversite hocası tanımını tam dolduruyor, ama çok da ötesine geçmiyor. hani, oturup düşününce insanın kafasında cana yakınlığı, sigara içimi kadar ara verişi, fötr şapkasıyla ve kibar konuşmasıyla aldığı istanbul beyefendisi edası dışında pek birşey canlanmıyor. hani, her yazdığınız mailde dönüp dönüp acaba imla hatası yaptım mı, aman rezil olmayayım erol hocama dediğiniz türden bir insan. hani, hayır bu adama daha güzel bir entry girmeliyim dedirten. ama gelmiyor, belki benim basitliğim belki de sadece ders yoluyla bize ulaşan erol köroğlunun olabileceği en derin hal bu.

    ama şu da var ki: insana "saçma sapan birşey yapmaz bu adam" dedirtiyor, güven veriyor ve sanırım onla ilgili içimde en öne çıkan his de bu.(bak heyecanlandım, içimdeki en sağlam hissi yakaladım çunku aferim bana) (bu arada, bu parantez kullanımı kurallara uyuyor mu? sanıyorum hayır ama olsun, asıl önemli olan kurallara uyup uymamasının üstüne gitmem)

    kaldı ki, ben hangi hocama bunca şey yazma ihtiyacı hissettim ki?

    saygılar, sevgiler hocam. (gülcem hayır bırakın beni :))) )

    not: bu entry içmeden sarhoş olunmuş bir haldeyken girilmiştir.
    edit: bu entry 3 * kere editlenmiştir, haliyle... yarın gelip, "lan 3 kere editlediğin hali buysa?" demesin? allahumme ecirni, amin.

    2. edit: kaldı ki bu adam lise edebiyat öğretmeni değil ki... bendeki de şartlı refleks sanırım. adam cumhuriyet tarihiyle, osmanlının yıkılış dönemindeki edebiyatla uğraşsın, sen git imla kuralı falan de. ayıp...
  • cenesinin dusuk oldugunu iddia eden ya da kabul eden edebiyat tarihcisi.
  • artık boğaziçi üniversitesi'nde türk romanında modernleşme ve tanzimat romanı dersi verecek olandır.
  • tanzimat romanının yanı sıra sosyoloji ve tarih de anlatan böylece hem konuyu bir bütünlük içinde tutarken hem de anlatım tarzıyla dersi muazzam eğlenceli hale sokan süper hoca. hiçbir kelimesi kaçırılmak istenmeyenlerden.
  • uzunyayla çerkeslerinden olup uzaktan akrabam olması münasebeti ve dolayısıyle çerkes kültürü hakkında engin bilgi birikiminden ötürü ailecek sevdiğimiz nev-i şahsına münhasır eğitim insanı.

    marje
  • malum akademisyenlerimizden sadece birisi. konuya ilişkin haber
  • sınıflandırmada zorluk çekeceğimiz bir sima. her şeyden önce iyi bir insan, iyi bir akademisyen, iyi bir edebiyat tarihçisi.

    kimlikler ve algılar üzerinde söylenecek sözleri güzel söyler erol hoca. yazdıklarını okuduğunuzda da sık sık aynada görürsünüz kendinizi.

    tevazu sahibi bir insandır ayrıca. son zamanlarda az kişide gördüğümüz bir şey bu. hele türk akademi camiasında büyüteçle arayıp bulmak gerekebiliyor.

    severek takip ediyoruz.
  • bugün sosyal medya hesabından "kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz" derken şu hatırasını bizlerle paylaşmış, hüzünlendirmiştir sevgili dostum:

    "zeynep gambetti bugün, boğaziçi'nde hocalar olarak ne halde olduğumuzu anlatmış. anlattıklarının fazlası var, azı yok. onun anlattıkları bana bir anımı hatırlattı. (eskiden sadece sulu espriler yapardım ama yaş 51 olunca buna hatıralar da eklendi, allah cemi cümleye sabırlar ihsan eyleye.)

    galiba 1991 ya da 1992 idi. boğaziçi'nden üç arkadaş bir bayram öncesi, iki hafta süreyle yeni cami'nin önünde kartpostal satmaya karar verdik. arkadaşlardan biri çok kârlı olduğunu duymuş. rahmetli ihsan köroğlu amcamın matbaasına gidip akıl danıştık, o da bizi babıali'de bir kartpostalcıya yolladı. oradan veresiye kartlarımızı seçtik ama önemli bir sorun var: kartpostal standımız yok ve bunları temin etmek zor. bu işi yıllardır yapanlar, her bayram öncesinde kendilerine ait standları depodan çıkartıp kartları yerleştirip satışa geçiyorlardı.

    kartpostalcı bize kırık dökük, kenarda görünen bazı telleri gösterdi. bunları birbirlerine çatıp bağlayarak ve ıslanmasınlar diye gerekirse altlarına sandıklar koyarak işi götürebileceğimize karar verdik ve ilk sabah malzemeyi alıp yeni cami önüne erkenden geçtik. diğer esnaf da gelmeye başlamıştı. biz onlardan bir saat önce geldik ama biz tezgahı kurmayı tamamladığımızda, onlar geleli bir saat geçmişti bile. yani işe bir sıfır yenik başlamış oluyorduk. her sabah da öyle oldu.

    iyi kötü bir iş yapıyorduk. akşamki hasılatla da, sermayeyi kediye yüklememeye çalışarak yanan köprünün altındaki kemancı'da bira içiyorduk. yoruluyorduk ama çok da eğleniyorduk. fakat en büyük sorun siyasal ortamdı. polis islamcılarla çatışıp duruyordu o zaman. bir cuma hava da bozacak gibiyken, bir anda islamcıların cuma'dan çıkışta gösteri yapacağı haberi geldi. bunun üzerine polis meydandaki bütün tezgâhları toplatmaya başladı. ama öyle toplayınız filan değil, meyve sandıklarını postallarla kırarak filan. o hengâmede bizim kartpostallar heba olmasın diye acele acele toplamaya çalışırken, diğer arkadaşım cevdet serbest geldi, dedi "erol, ben eve gidiyorum." "manyak mısın yav, şimdi eve mi gidilir?" diye hışımla döndüm ki, garibanın ayağına parmak kadar paslı çivi batmış polisin parçaladığı kasalardan. neyse o gitti acile ve sonra eve, ben tezgâhı topladım.

    o zamanlar sokak müzisyenliği filan da pek yoktu ama okul arkadaşımız ferhat gökçek'in bir gün gitarıyla gelip bizim tezgahın önünde küçük bir konser verdiğini hatırlıyorum mesela. sonra meydanda niyetçi ve torbacı dolandırıcı timleri vardı. bir gün bunların neler yaptığını ne ayıp edasıyla kemancı'da yeni tanıştığımız bir adama anlattım bira içerken. sonra da sen ne iş yapıyorsun abi, deyince, niyetçiyim dedi. bozuntuya vermeden helal olsun abi çektim, o da beni dövmedi, güzelce biraları içmeye devam ettik.

    bir keresinde tezgâhın bir ucunda, her gelen geçene tutunmaya çalışır gibi bakan ve neredeyse düşmek üzere çok yaşlı bir adam gördüm. yanına gitmemle koluma yapıştı ve biz 25 metrelik tezgâhı mısır çarşısı'na doğru 15 dakikada filan geçip bir yere oturduk. yahudi bir amcaymış, kimsesiz, tahtakale'de yahudi bir tüccar ona aylık yardımda bulunurmuş ama bu iyiliksever trafik kazası geçirmiş. bizimki hem geçmiş olsun demek hem de birkaç aydır alamadığı üç beş kuruşu almak derdinde. bir de, mısır çarşısı girişindeki dükkanda lahmacun yermiş her defa. dedi, gel sana da ısmarlayacağım. hadi, oraya da bir yarım saatte yürüdük. ama amca lahmacunun fiyatını 10 sene geriden izliyor. üstünü benden tezgâha uğrayıp alırsınız deyip oradan ayrılmıştım. hayatta bana en çok hüzün veren anılarımdan biri budur. inşallah iyi yaşamış, öbür âleme güzel yürümüştür bu amca.

    15 günün sonunda bir baktık, kötü zarardayız. fakat hesap kesmek üzere gittiğimiz kartpostalcı yanlış hesap yaptı, bizden az para aldı. sustuk valla, ses edemedik. kartpostalcının yanlış hesabından kaynaklanan cüzi parayla eve gidip kendimize bir yemek yaptık, biraz eğlendik, güldük.

    bir buçuk aydır o zamanki gibi kalkıyorum sabahları. yine bir sürü uğraş olacak, biraz umut... bir sürü risk, az ve belirsiz umutlar... o zamanki ekmek kavgası denemesiydi. sonuçta ekmeğimi oralardan kazanmadım. ama ekmeğimi kazanmayı, insan olarak ve insanlık onurumu koruyarak, kimsenin insalık onuruna leke düşmesin diye de uğraşarak böyle vesilelerle öğrendim. şimdi hem ekmek hem onur kavgası veriyoruz. gençlerin geleceği olsun. ülkeye ve dünyaya katkımız olsun. o nedenle bir buçuk aydır uğraşıyoruz. ne kadar gerekirse o kadar uğraşmaya devam edeceğiz. kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz...
hesabın var mı? giriş yap