• yirmi ikinci istanbul film festivali'nin anisina bolumunde bir toplu gosterisi yapilacak olan hollywood'un en buyuk yonetmenlerinden biri. big country, ben hur, the collector ve the best years of our lives gibi klasik filmleri ile taninir kendisi, diger yandan bir oscar fabrikasidir.
  • 1942, 1946 ve 1959'da ben hur ile en iyi yonetmen oscar larini alan film yonetmeni.
  • funny girl ve mrs miniver filmlerinin de yonetmenidir.
  • holivud'un altin caglarinda calismis yönetmenler icinde, kanimca en avrupai filmleri yapmis kisidir william wyler, belki ernst lubitsch ile birlikte.. fazla kültürlü, mürekkep yalamis bir insan olmayip, sasirtici bir icgüdüyle ulasmistir filmlerinde mükemmeliyete. filmlerinin hikayelerinde genel olarak hep bir yerden sonra bir yanlislik, olmamislik sezilir sanki. basyapit olacak filmlerin kaza eseri güme giden olasiliksal versiyonu gibidir (ne lan bu laflar?)

    ve fakat hikayeler genel acidan kimi firsatlari kacirsa da, william wyler sahneleri, bastan asagi en sahane, en derinlikli bir bicimde tasarlanmis türden sahnelerdir. defalarca yazip bozup ideal hale getirtir sahneyi wyler. sonra olabilecek en sade bir bicimde, hani nerdeyse robert bresson'u filan andiracak kadar, sade bir bicimde filme alir. kamera fazla hareket etmez, zaruri olmadikca kesme yapilmaz, yakin planlardan kacinilir, müzik fazla abartmaz, tadinda girer, illaha girecekse.

    wyler'in zirveye ciktigi anlar, sessiz ama duygusal yogunluklu anlardir. misal the desperate hours'da, humphrey bogart'in evden ciktigi sahne gibi. son derece sade anlatim o kadar fazla nüansi ayni anda yakalar ki, bir anda bogart'in kafasinin icine girer, her düsündügünü gözlerinden anlariz, hicbir hareketi anlamsiz gelmez insana. veya yine ayni filmde, bogart'in agabeylik ettigi cocugun telefon kulübesinde vuruldugu sahne, ki o kadar dahiyane bir sahneye az rastlanir, iki üc cut ile, basit bir polise yakalanma sahnesinin nasil da coenvari, trajikomik bir derinlige bürünebilecegi konusunda ders gibidir.

    holivud usülü senaryolardan ders cikarmak isteyen insan, senaryolarin bütünlügü konusunda billy wilder'in ilk dönem eserlerine (double indemnity, sunset boulevard, the lost weekend...) bakmaliysa; bir sahneye senaryo asamasinda katilabilecek ve nihai sonucta alelade bir sahneye hayat katabilecek psikolojik ayrintilar konusunda da wyler'i dikkatlice incelemelidir nacizane görüsümce.
  • kariyeri boyunca 12 kez en iyi yönetmen oscarına aday olarak bir rekora imza atmıştır. ayrıca 35 adaylıkla oyuncuları en fazla oscar adaylığı alan yönetmendir. sayılarla konuşalım.
  • 1920'lerde kariyerine kısa filmler çekerek başlamış usta yönetmen wyler. ilk filmini 1926 yılında çekmiş. bu yıllarda çektiği filmleriyle sinemaya ısınmaya başlamış. sanıyorum 1937 yılındaki dead end ile ilk çıkışını gerçekleştirmiş. bu filmden sonra filmografisinin en önemli filmlerini çekmeye başlamış. özellikle 40'lar ve 50'lerde çektiği filmleri ile bilinir.

    1937-dead end
    38-jezebel
    39-wuthering heights
    40-the letter
    41-little foxes
    42-mrs. miniver
    46-the best years of our lives
    51-detective story
    52-carrie
    53-roman holiday
    55-desperate hours
    59-ben-hur
    61-children's hour
    65-the collector
    68-funny girl
    70-the liberation of l.b. jones (son filmi)

    en bilinen filmi şüphesiz 11 oscar ödülünü kazanan, en büyük bütçeli filmi ben-hur'dur. yönetmen kariyeri boyunca hem küçük bütçelerle, hem de büyük bütçelerle filmler çekmiş. bazen tek mekanda geçen filmler çekerken, bazen de bir şehrin tümünü kullanan filmlere de imzasını attı. sonuçta filminin bütçesi ne olursa olsun kalitesi hep yüksektir. hollywood sinemasının en önemli örneklerinden bazılarına imzasını atarak kalıcılığını korumuş. özellikle ben-hur'u aşan film çekilemedi.

    izlediğim bazı filmlerine değinmek isterim. 1939 yılında gösterilen ve emily bronte'un romanından uyarlanan wuthering heights bana göre şimdiye dek çekilen en iyi bronte uyarlamasıdır. ünlü yazarın bu romanının hakkını sonuna kadar veriyordu wyler. wuthering heights başlığında da belirttiğim gibi kitabın yarısını filmine dahil etmemiş olsa da ortaya etkileyici bir uyarlama çıkarmayı başarıyordu. filmin beni en çok etkileyen anları özellikle başları ve finaliydi. özellikle filmin başı bir gerilim filmi izleyeceğimizi düşündürtür. kasvetli bir başlangıca sahiptir. yönetmen mekanın ve karlı havanın soğukluğunu film siyah-beyaz da olsa iliğimize kadar işler. yaklaşık dört dakika sonra flashback tekniği kullanacak olan wyler bu başlangıç sahnesinde izleyene bu evde kötü şeylerin yaşandığını da muştulamış oluyor. ardından flashbackle çok geçmişe döneriz. flashback bitince şimdiye döner ve bu kez o eve daha farklı bir gözle bakarız. ama bu sahnelerin germeye devam ederler. mükemmeliyetçi yönetmenlerden wyler bu filmdeki her sahnenin hakkını verir. her sahnedeki duyguyu izleyene geçirir.

    bu filmden bir kaç yıl sonra yönetmen ilk savaş dramasını çeker. mrs. miniver adını verdiği filminde orta-üst sınıf arasında yaşamlarını idame ettiren, mutlu mesut yaşayan, ingiliz bir ailenin ikinci dünya savaşı ile acılar çekmeye ve mutluluklarının yıkılmaya başlamasını anlatır. 1942 yılında yani savaş döneminde filmini çeken yönetmen savaş karşıtı bir film ortaya koymaz. zaten kendisi de savaş karşıtı değildir. almanlara günlerini göstermek lazım diye düşünür. savaş karşıtı olmadığından olsa gerek önce ailenin tek erkek evladını, ardından babayı askere yollar, baba döndükten sonra ağzından "ben kahramanım sanırım" repliği dökülür. savaşmak kahramanlıktır wyler'a göre. ama savaşın acımasız yüzüne filminde değinmeyi başarır. savaş sekanslarına yer vermeden (örneğin bombaların patladığını falan görmeyiz) savaşın acımasızlığını gösterir. savaş başladıktan sonraki sahnelerde sadece sesleri kullanır (bomba sesi, uçakların sesleri vs) wyler. denilenlere göre yönetmen filmin sonuna "savaş için amerikan hissesi satın alır" diye yazmış. bu da kendisinin savaş karşıtı olmadığının kanıtıdır.

    bu filmden dört sene sonra the best years of our lives'ı çeker yönetmen. bu filminde bu kez savaş sonrasını anlatır. ikinci dünya savaşı zamanında amerika'yı temsilen iwo jima'da çarpışan üç gazinin savaş sonrası bozulan psikolojilerine değinir bu filminde. askerlerden birisi iki kolunu da yitirmiş birisi. özellikle bu karakter üzerinden psikolojik analizler yapar wyler. tabi gazilerin, amerika'nın bu kahramanlarının dışarıda iş bulamamalarına da kızar filminde. buna da değinir. her şey iyi, güzeldir. savaşın acımasızlığını mrs. miniver'da olduğu gibi başarıyla aktarır izleyene. bir yere kadar. sağcı olduğundan olsa gerek bütün filmini mahvedecek küçük bir sahneyi senaryosuna ve filmine dahil eder. bar sahnesinde bir adam gazete okurken "boşu boşuna savaştık" minvalinde bir şeyler söyler. bunu duyan fred adamı iteklemeye, ardından da yumruklamaya başlar. wyler'a göre amerikan askeri japonya'ya boşu boşuna gitmemiştir. bu sahne anlattığı ve anlatmak istediği her şeyi yıkar ne yazık ki. mrs. miniver'da adam öldürmeyi kahramanlıkla eş tutan wyler'dan başka bir hareket beklenebilir miydi? keşke dahil etmeseydi bu sahneyi. gene de önemli bir filmdir.

    detective story ile yönetmen tek mekanda ve bir kaç oyuncuyla geçen bir film çeker. kirk douglas'ın başrolünü üstlendiği detective story çok başarılı bir filmdir. muhafazakarlığı anlatan bir dedektiflik filmidir bu. gerçekler ayan beyan ortadayken bunların farkına varmayan bir adamın bunların farkına vardıktan sonraki hezeyanları wyler'ca başarıyla perdeye/ekrana taşınmış. douglas'ın canlandırdığı karakter bir süre sonra eşinin çocuğunun olmamasının nedeninin evli bir adamdan çocuğunun olması ve bu çocuğun düşmesi yüzünden olduğunu öğrenince çıldırır. babasından nefret eden bu adam eşine ve arkadaşına anlattığı babasına tam da bu sahnelerde benzemeye başlar. gene de yönetmen muhafazakar jim'i yargılamaz. onu anlamamız için doğru cümleleri jim'e kurdurtur, kameranın açılarını ve hareketlerini bu şekilde yaratır. özellikle jim'in eşine fahişe dedikten sonraki dam sahnesinde yönetmenin kullandığı kamera hareketleri karakterin içinde bulunduğu ruh durumunu kavramamıza katkıda bulunur. jim muhafazakar olmaktan memnun değildir. ama n'apsın? babasında bunları görmüş ve bunları benimsemiştir. gene de karısının kendisiyle evlenmeden önce sıfır olmadığını, ikinci el olduğunu kabul etmeye çalışır, ama başaramaz. neticede finalde yaptığı hareket için bu dam sahnesi gereklidir. yönetmen de bu sahnede yaratıcılığının doruğuna ulaşır.

    roman holiday ise tüm bu savaş ve duygusal filmlerden sonra wyler'ın dinlenmek için çektiği izlenimini yaratan güzel bir filmdir. audrey hepburn ve gregory peck'in başrollerini üstlendikleri roman holiday bir romantik komedi. o kadar sağlam bir film ki defalarca izlenir. şimdiki romantik komedilerin yapamadığı her şeyi yapar. bir prensesin prenses olmaktan sıkılıp halkın arasına karıştığı ve bir gazeteciye aşık olduğu roman holiday adından da anlaşılacağı üzere italya'da geçer ve film boyunca bizlere italya'nın turistik yüzünü gösterir. özellikle hepburn sayesinde filmin tadına doyum olmaz.

    the desperate hours ise yönetmenin yönetmenliğinin zirveye ulaştığı filmlerden bir tanesidir. gene filmin çoğunun tek mekanda ve bir kaç oyuncuyla geçtiği bir filme imzasını atar wyler. sürekli takım elbiseler içinde izlediğimiz humphrey bogart'ı karşımıza bir kaybeden olarak çıkarır. bogart filmin kötüsüne imzasını atar. ama yönetmenin başarılı hamleleri sayesinde finalde kendisine acımaktan, hatta üzülmekten kurtulamayız. yukarıda caponsever'in belirttiği gibi bogart'ın evden çıkacağı sahnedeki kamera ve ışık ve müzik ve ses kullanımı o kadar iyidir ki film boyunca karakterden nefret etmemize rağmen bu sahnede kendisini anlamaya ve ona üzülmeye başlarız. karakterlerinin psikolojileri tıpkı yukarıdaki filmlerde olduğu gibi başarıyla işlenmişlerdir burada da.
    ayrıca hem mrş.miniver, hem wuthering heights, hem de bu filmdeki çocuklar kesinlikle sadece çocuk değildirler. yönetmenin bu üç filmdeki çocuk karakterlerine ısınmamak, bu çocukları sevmemek elde değil doğrusu. yaşlarından büyük konuşmaları ile bu karakterlere de sempatiyle yaklaşmamız sağlanıyor. bu filmdeki küçük çocuğun evden kaçmaya çalışırken yakalandıktan sonra "en azından denedim baba" deyişi hem şaşırtır, hem hayran bıraktırır. demem o ki wyler çocuk karakterlere de önem verir sinemasında.

    the collector sanıyorum wyler'ın kariyeri boyunca çektiği en minimalist film. yanılıyor da olabilirim. çünkü ustanın tüm filmlerini izlemedim. filmin neredeyse yüzde doksanı sadece iki karakterle ve tek mekanda geçer. büyükçe bir evde kaçıran ile kaçırılanın arasında yaşanan dramatik olaylara odaklanır yönetmen. yönetmenin en sağlam filmi olmayabilir (olabilir de) ama benim en sevdiğim filmi. hayatı boyunca aşağılanan, hor görülen, kelebek koleksiyonu takıntısı olan, psikolojisi bozuk bir adamın gözüne kestirdiği ve kendisine hiç bakmayacak bir kadını kaçırması anlatılır. kadının dört hafta sonra kurtulacağına inanması bizleri üzerken (çünkü adamın gözlerine bakınca kurtulamayacağını anlıyoruz), adamın bu kadını sonuna kadar alıkoyması sinirleri bozar. tıpkı diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de bir kaç sahnede karakterini çok sağlam bir şekilde derinleştirebiliyor wyler. detective story'nin dam sahnesinde nasıl ki jim birden daha fazla derinlik kazanmışsa bu filmde erkeğin kadına koleksiyonunu gösterdiği sahnede ve/ya kadınla picasso ve j. d. salinger üzerine konuştuğu sahnede bu erkek karakter daha fazla derinlik kazanıyor. yönetmen bunu çok iyi başarıyor. ve neticede ortaya çok sağlam bir film koymuş oluyor. filmde beni en çok etkileyen sahnelerin başında da zaten bu sahneler gelir. özellikle freddie'nin salinger ve picasso için söyledikleri şeyler etkiler. belli ki yönetmen de öyle düşünmekte. gerçi bundan emin olamayız.

    william wyler 40 ve 50'lerin en büyük yönetmenlerinden bir tanesi idi. defalarca izlenecek filmlere imzasını attı. özellikle the collector ve the best years of our lives kesinlikle izlenmelidir. ben-hur'dan söz etmeye gerek var mı? bu film de muhakkak izlenmelidir.
  • 1981 yılında hayata veda eden oscar ödüllü efsane yönetmen.
  • 18 yaşında sinema dünyasına adım atan,23 yaşında universal stüdyolarınn o güne dek gördüğü en genç yönetmen olarak tarihe geçen wyler,destansıbir macera olan ''ben hur''dan sinema tarihinin en çarpıcı savaş filmi dramı ''hayatamızın en güzel yılları''na , barbarastraisend'li ''komik kız''dan gerilim klasiği ''korkunç koleksiyoncu''ya kadar pek çok unutulmaz filmin yaratıcısıdır.
  • kamera açısı ve kompozisyonları konusunda efsane yönetmen. öyle bir yerde kurardı ki kamerasını hikayenin daha iyi anlatılması olanaksızlaşırdı.
hesabın var mı? giriş yap