• 2 haziran 2011 günü restore edilmiş versiyonuyla istanbul modern'de sinefillerin karşısına çıkacak 205 dakikalık fassbinder şaheseri.
  • tek filmle fassbinderci yapma filimi.
  • reiner werner fassbinder'in kaliteli bir filmi. şu ana kadar izlediğim sağlam bilim kurgu filmlerinden biridir. wachowski biraderler matrix'i yazarken bu filmden etkilenmiş olmalılar. film günümüz dünyasının ve geleceğin enerji,konut,su gibi insan ihtiyaçlarının belirlenmesi için yazılmış bir bilgisayar simulacronu konu almakta uyarı 212 dklık filmi sakın tek seferde izlemeyin derim ciddi manada yaşadığınız dünyayı sorgulamaya başlayabilirsiniz benden söylemesi.
  • önce şu arkadaşa: max frisch ve yazdığı şu kitaba bir bakın: stiller. sonra da bu filmi izleyin. daha iyi gelir. onun dışında televizyon filmi olmasından ötürü çeşitli kalitesizlikler, savrukluklar var tabii ama çok iyi.
  • rainer werner fassbinder'in yalan dünya'sı (1973) iki bölümlük bir televizyon filmi. peter green'in parçası albatross filmin sonunda. daha doğrusu her iki bölümün de sonunda. caz hissettiriyor ama soft rock galiba. fleetwood mac söylüyor, 1968 kaydı. film 1973 yapımı olduğu halde fassbinder bu parçayı kaçırmak istememiş ve filmin her iki bölümünün sonuna monte etmiş. aynı malzemeden iki film çekmişler veya filmin sahnesi ve süresi fazla kaçınca birkaç sahne daha çekip yeniden kurgulamışlar gibi. fütürist, bilimkurgu [(bkz: ütopya/@ibisile)] olarak çok güçlü değil, ama fassbinder bir şekil yapmış. tabii daha güçlü bazı bilimkurgulara fikir de vermiş. avatar çok esinlenmiş örneğin. matrix'te de izleri var. ama o esasen 2001 a space odyssey ile solaris ve stalker karşılığı gibi. sıcak renklerin bolluğu ve yolunu şaşırmış, arayışta tekil kahraman ile fahrenheit 451 de akrabası olduğu filmlerden. fassbinder'de bilim kurgu çekerken bile insan ilişkileri, şüphe, insani gösterişçilik ön planda. bazı anlarında kamerayı çağı için tipik olmayan bir biçimde, adeta delice koşturuyor. başka filmlerinde duvar veya sütunlara gördürdüğü perde doldurma, büyük boşluklar üretme efektini burada dedektif paltosuyla sekreter saçına bile gördürmüş.

    filmin sonundaki silahla öldürülme sahnesi ilginç şekilde bir ölüm ölüm müdür paranoyası sayılabilir. iç mekan çekimlerinde yerleri süpüren perdelerle, sıkı sıkıya kapalı panjurlar insanın bedeninin içinde hapis gibi kalakalmasıyla beden içinden ölümün yaşantısı/algısı/tasarımı gibi. hatta bir süre sonra panjurların neredeyse yardımsız kendi kendine kalkmaları bir an ölümün tersinemez hale geçişi ve ölüm sonrası aydınlık gibi algılatabiliyor. bu sahneleri fassbinder'e çektiren alman felsefi derinliklerine aidiyeti olduğu kadar aynı zamanda tanıdığı uyuşturucu maddelerin gerçeklik algısını sonuna kadar sorgulatışı da olabilir.

    fassbinder orta boy kabilesinin hemen hepsini bu filmde oynatmış. örneğin kısa menzilli eşi ingrid caven, annesi lilo pempeit, bir tanelerinden el hedi ben salem, kalın sesli karizmatik gottfried john, deli bakışlı kurt raab. bütün bunlar ana değil yan rollerdekiler örneğin. bir sürpriz; filmin müziğini peer raben değil gottfried hüngsberg yapmış. ayıptır, başrolü bari yazalım: klaus löwitsch/klaus loewitsch.
  • gerçeklik ve simülasyon (baudrillard bu filmi görmüş olmalı) arasındaki sınırları ortadan kaldırıp insan doğasının belirsizliğini inceleyen filmde sıklıkla gözden kaçırılan bir postmodern estetik kaygı göze çarpar. fassbinder'in filmleri genellikle douglas sirk gibi melodramda uzmanlaşmış yönetmenlerin filmleriyle ya da fritz lang gibi ekspresyonist üslupta çalışan alman sinemacıların yapıtlarıyla ilişkilendirilegelmiştir. artık ona postmodern bağlamda bakmanın vakti gelmiştir. gerçi bunu yapanlar var, yok değil ama yeterince değil.

    film, gerçeklik (reality) ile kurmacayı (fiction) yan yana getirirken bir borges ya da calvino'nun düz yazıda amaçladığından farklı bir estetik kaygı içerisinde değildir. bu, filmde parlak finale giden süreçte genellikle aynalar vasıtasıyla sağlanır. onun filmlerinde ayna sembolik bir dildir ve çoğu kez yanılsamanın genel bir parçasıdır ya da onu ima eder. welt am draht'ın mizanseninde ise hipergerçekliği ima eden görsel (visual) bir vasıtaya dönüşür.

    aşk ilişkileri ve cinsellik de söz konusu simüle edilmiş gerçekliğin trajik bir parçasını teşkil eder. film boyunca insanlar üzerinde yaşadıkları evrenin sahteliğinin altını çizercesine bir android gibi robotvari hareket ederler ve duygusallıktan paylarını almamış gibidirler. bütün bu manevralar izlediklerimizin bir film olduğu gerçeğinin üzerini kalın harflerle çizmektedir. bu da postmodern anlatılar için bir başka karakteristik özelliktir.
  • gerceklik ve simulasyon ile ilgili benzeri filmler icin
    (bkz: #73026827)
  • herhalde dizi için önce literatürde işlenen simülasyon temasının babası dense kimse itiraz etmez. çünkü 1973'de neuromancer yoktu, simülakrlar ve simülasyon yoktu, matrix yoktu. (bkz: herkesten önce ben vardım) bir de şu iki kare birebir matrix olmuş. ilginçtir, filmle ilgili tonlarca şey okudum, hiçbirinde bu dizinin esamesi geçmiyordu.

    olay simülasyon, benlik, gerçeklik, özgünlük, özgür irade ve gerçekliğe müdahale gibi kavramlar çerçevesinde geçiyor. ilk yarıda gizemle hakimken ikinci yarıda daha çok gerilime dönüyor.

    benim açımdan dizinin sıkıcı yanı net eski olması. oyunculuklar, replikler, tepkiler, seslendirmeler bildiğin günümüz çağından eski, abartı. mantık hataları göze çarpıyor. halile hikayenin etkileyiciliği biraz törpüleniyor.
  • filmin adı türkçe'ye "yalan dünya" diye çevrilmiş. pek güzel de isabetli olmuş. google translate bey kıt aklıyla "kablo dünyası" teklif eder. aman ne yaratıcı bir teklif. dediğim gibi benim favorim, bugünkü yerleşik hali "sanal alem" olan terimin ağababası. isabetine binaen ilkini benimseyince, arabeskin peygamlerlerinin eski zaman nidalarına ayet muamelesi farz oluyor. amin ve eyvallah.

    film, adına "simulcorn" dedikleri proje kapsamında gelecekteki yaşamı tecrübe etmeleri için üretilen 9 bin küsur insan simülasyonundan müteşekkil "neredeyse bir kasaba büyüklüğünde"ki toplum simülasyonunu sorunsallaştırıyor. bu lafı kullanmaktan muradım, sorundan birazcık daha fazlasını demiş olmak. henüz tanımlanmamış, kapsamı ve sınırları belirsiz bir konunun sorun adayı olarak teklifi bir nevi.

    iki yeni tespitim oldu:

    kaurismaki'nin karakterlere muamelesinin kökenlerinde (evette robert bresson'dan gayrı) fassbinder'e rastlama ihtimalimiz varmış, bir.

    fassbinder, benim film izlerken (özellikle altyazıya da yetişmeye çalışırken) düçar olduğum sınırlılıkların farkına, film çekerken varmış, iki. mümkün mertebeden biraz daha aşırı şekilde hatta, birden fazla oyuncunun yüz ifadesini ayna yardımıyla aynı çerçeveye sığdırmaya çalışmasından bunu anlıyorum. mezuniyetim söz konusu olamaz tabi ama rağmen bana sorulacak olursa bu, sinematografyanın bir başka sorunsal adayıdır. bir film çerçevesine bakarken, fotoğraf görmüyoruz neticede. ya da aynı zamanda bir fotoğrafa bakıyoruz. ama öte yandan, çerçevenin bir kaç farklı kesitine yerleştirilmiş gelişen, değişen, görüntüleri aynı anda, takip etmek zorunda kalışımız, aksiyon başına düşen dikkat zahmetinde ekonomiye gitmemizi gerektiriyor. ya da performanslar tenis maçında topun öncelik tayinine benzer bir nizam içinde servis edilmiş olmak zorunda.

    welt am draht'tan döllendiğini düşündüğüm piçlerin şahının predestination olduğunu düşünürüm. söylemeden geçemiyorum.
hesabın var mı? giriş yap