*

  • gustave flaubertin küçük dünyasında acılarını kendi başına yaşayıp, bağlandığı insanları sadakatle sevip koruyan kollayan felicite'nin hikayesini anlattığı güzel öykü.
    can cep yayınları'ndan samih rifat çevirisi ile okunabilir.
  • (bkz: un coeur simple)

    eşsiz güzellikte bir flaubert öyküsü. iyi yürekli felicite'nin inceliklerle örülü çileli yaşamı anlatılır. samih rifat'ın usta çevirisi "konuksever aziz julien söylencesi" ve "herodias" öyküleriyle birlikte "üç öykü" adıyla basılmakta.
  • gustave flaubert’in 1877 yılında yayımlanan trois contes yani üç öykü kitabında geçen üç öyküden biridir “saf bir yürek”.

    can yayınları aslında “üç öykü” kitabını basmış yıllar öncesinden, ancak bir de “saf bir yürek” öyküsünü tek kitap olarak basmışlar yakın dönemde ki benim okuduğum da bu kitap. bilseydim “üç öykü”yü alırdım elbette.

    kitabın tanıtım yazısından alıntı ile başlayalım: “biricik aşkı théodore askere alınmamak için hali vakti yerinde bir kadınla evlenince, çalıştığı çiftlikten ayrılıp, başka bir kentte yaşayan dul bir kadının hizmetçisi olan félicité’nin öyküsü” .
    bundan sonrası spoiler olabilir.

    --- spoiler ---

    tanıtım yazısını okuyunca romantizm ve dram içerikli bir öykü okuyacağımı düşünmüştüm. ancak öykünün bununla pek alakası yok. ilgi çekmesi adına, sevgilisi tarafından terk edilmiş zavallı bir kızcağızın yaşamını okumak daha ilginç geleceği için yanıltıcı bir tanıtım yazısı olmuş.
    gerçekte olan ise küçük yaşta anne babasını kaybedip çalışmaya başlayan, pek de zeki olmayan bir kızın başına gelen üç beş olayı anlatıyor hikaye. zaman atlanarak, özetlenerek geçiyor yaşam hikayesi. örneğin bir yerde çalışmaya başlıyor. birden evin kızı manastıra gidiyor. birden yeğeninin ölüm haberini alıyor. bunların ayrıntıları ise 5-6 cümle anca. sonrasında başka şeylere kayıyor konu.

    --- spoiler ---

    mesaj içeren bir kitap değil bence ancak hikayenin gözde canlanması yönünden elbette etkileyici. 50-55 sayfa olduğu için tek oturuşta okunabilecek, zihni yormayan bir hikaye.

    eklemeden edemeyeceğim bir delinin anıları’nı okuduktan sonra daha büyük beklentilerim vardı bu kitap için. olsun, diğer eserlerini de okuyacağım yine de.

    2008 yılında öykünün bir de filmi çekilmiş aynı isimle. yakın zamanda izlemeyi umuyorum.
  • flaubert'in üç öyküsündeki öykülerden biri. félicité'nin papağan loulou'ya olan sevgisi öykünün başlığını betimlemeye yetiyor.
  • fransız edebiyat tarihinin (elbette dünya edebiyatının da) en önemli klasiklerinden madame bovary (1856) adlı eseri ile realizm (gerçeklik) akımının öncüsü kabul edilen gustave flaubertin, 1877 yılında yayımlanan - fr. un coeur simple- orijinal adlı üç hikâyesinden biridir. aynı adlı 1977 ve 2008 tarihli iki uyarlama filme de konu edilmiştir.

    hikâye, on dokuzuncu yüzyılda fransa, normandiya'da geçer. normandiya aynı zamanda flaubert'in memleketidir. flaubert, başkarakter félicité'yi vaktiyle ailesinin evinde çalışmış ve çok sevdikleri hizmetkâr kadını temel alarak modellemiş ve kurgulamıştır.

    --- spoiler ---
    félicité karakteri son derece alçakgönüllü ve koşulsuz sevebilme yetkinliğine sahip olması bakımından çok çarpıcı bir figür. öyle ki uzun yıllar hizmetçliğini yaptığı madame aubin'in çocuklarını, güney amerika'ya giden kendi yeğeni victor'u, snob burjuva théodore'u ve en sonunda da papağan loulou'yu karşılıksız sever. flaubert kahramanına félicité adını vermiştir, çünkü félicité, manevi dünyaya özgü, sonsuz mutluluk anlamına gelmektedir ve hikâye, özellikle final sekansında mistik bir havaya bürünür. félicité yalan dünyada elde edemediği mutluluğu öte dünyada yakalayacaktır.

    félicité'nin babası iskeleden düşüp öldükten kısa bir süre sonra annesi de hayatını kaybeder. kardeşleri başka şehirlere giderler ve aile dağılır.

    félicité hayatına bir şekilde giren kişileri karşılıksız sever, ama karşılıksız sevilme duygusunu loulou ile tanır. zaman içinde değer verdiği ve sevdiği herkes uzaklaşır. loulou'nun zamansız ölümüyle sarsılır. bu çok büyük bir yıkımdır. madame aubin loulou'nun doldurulmasını önerir. félicité bu öneriyi kabul eder. bir noktada loulou'nun tahnitlenmiş bedenini paganist bir yaklaşımla putlaştırır. aslında loulou'nun sureti tanrı'yı temsil etmektedir. tanrı sevgidir, sevgiye dair her şey tanrıdır. tanrı'dan bir parça herkeste gizlidir. fakat sadece koşulsuz sevgide tüm varlıklarda gizli tanrısal nitelikler kendini ifade edebilir.
    félicité'nin loulou ile güçlü bağı da saf/kirlenmemiş karşılıksız sevgiye dayalıdır. karakter ölüm döşeğinde de loulou'yu kastederek "çok sevdim" ifadesini dile getirir.

    pek çok eleştirmen, félicité ölürken beliren loulou suretindeki kuşu hristiyanlığın teslisinde yer alan kutsal ruh'la bağdaştırmış. ama şahsi görüşüm loulou'nun öte dünyaya giderken onu karşıladığı şeklinde.

    --- spoiler ---
  • feliciteciğimizin sevgi dolu dünyasını okuduğumuz hikaye.
  • --- spoiler ---

    adının anlamı "mutluluk" olan felicite'nin hüzün silsilesini anlatır. biz okurken bir hüzün silsilesi bir kaybediş silsilesi görüyoruz ama felicite tam adının anlamını taşıyan bir kadın. o karşılaştığı insanları "bulma" hikayesi olarak görür, mutlu olur, hatta bulduğuna bağlanıp çok fazla mutlu olur.

    çoğunlukla bir yerine koyma /ikame etme hikayesidir. theodore'un yokluğunu virgine ile, virginie'nin yokluğunu victor ile, victor'un yokluğunu da loulou ile ikame etmeye çalışır. çünkü sevmek tam olarak böyle bir şeydir; sevilenin ne/kim olduğundan bağımsız olarak sizde olan sevgiyi birilerine vermek istediğiniz bir duygudur. theodore gibi bir hırboyu sevmenin başka bir açıklaması olamaz.

    --- spoiler ---
  • sonat kaya çevirisiyle:

    ı

    pont-l’evêque’in burjuva kadınları, yarım yüzyıl boyunca madam aubain’e, félicité gibi bir hizmetçisi olduğu için gıpta ettiler. félicité, yılda yüz franka evin bütün mutfak ve temizlik işlerini görür, dikiş diker, çamaşırları yıkayıp ütülerdi. bunların yanı sıra félicité’nin elinden atlara gem vurmak, kümes hayvanlarını besleyip semirtmek ve tereyağı yapmak da gelirdi. üstelik, hanımı pek sevimli biri olmadığı halde ona saygıda da kusur etmezdi.

    hanımı, fazla parası olmayan yakışıklı bir gençle evlenmişti. bu genç, 1809 yılı başlarında ölmüş ve geride ona iki küçük çocuk ve yığınla borç bırakmıştı.

    kocası ölünce o da, yılda beş bin franka varan bir gelir sağlayan toucques ile geffosses çiftlikleri dışındaki bütün gayrimenkullerini satmış ve çarşının arkasında bulunan dedelerine ait daha masrafsız bir eve taşınmak için saint-melaine’deki evinden ayrılmıştı.

    duvarları arduaz taşlarla kaplı bu ev nehre inen dar bir sokakla bir geçidin arasındaydı. evin döşemesi, üzerinde yürüyenlerin sendelemesine yol açacak kadar eğri büğrüydü. dar bir hol, mutfak ile zemin katın salonunu birbirinden ayırıyordu. madam aubain, bu salonda bütün gün pencerenin kenarındaki hasır koltukta otururdu. beyaz lambriyle kaplı duvara maun ağacından sekiz sandalye dayanmıştı. bir basınçölçerin altında duran eski piyanonun üstünde piramit gibi yığılmış bir sürü mukavva kutu vardı. iki büyük koltuk ise beyaz mermerden xv. louis stili şöminenin her iki yanına yerleştirilmişti. ortadaki duvar saatinin üzerinde bir vesta tapınağının[1] resmi vardı. ayrıca dairenin zemini bahçeden daha aşağı seviyede olduğu için evin her yanı küf kokardı.

    birinci katta, en önde “madam”ın odası vardı. soluk renkli, çiçek desenli bir kâğıtla kaplı, bir duvarında da muscadin[2] kıyafetiyle “mösyö”nün portresi asılı olan bu oda epeyce büyüktü. bu odanın bir kapısı, içinde şiltesiz iki yatağın görüldüğü daha küçük bir odaya açılır, oradan da kapısı her zaman kapalı duran salona geçilirdi. salon, üstü çuha ile örtülü mobilyalarla doluydu. bu odanın ardından da, en dipte çalışma odası olan hole girilirdi. siyah tahtadan çalışma masasını üç kenarından çevreleyen kitaplığın raflarını bir sürü kâğıt ve kitap süslüyordu. karşılıklı asılmış iki pano, tüylü mürekkep kalemle çizilmiş resimler, guaj boyadan peyzajlar, güzel bir dönemin ve göz kamaştırıcı bir lüksün hatırası olan audran gravürlerinin altında kaybolmuştu. ikinci katta bir tavanarası penceresi félicité’nin odasını aydınlatıyordu; bu pencereden çayırlar görünürdü.

    félicité, sabah ayinini kaçırmamak için, şafak söker sökmez yatağından kalkar akşama kadar aralıksız çalışır; sonra, akşam yemeği bitince kap kacağı dizip kapıyı iyice kapattıktan sonra odunları küllerin altına gömer ve elinde haçlı tespihi, ocağın önünde uykuya dalardı. félicité’nin bir özelliği de sıkı bir pazarlıkçı olmasıydı. pazarlık ederken hiç kimse onun kadar inatçı olamazdı. temizliğe gelince, tencerelerin pırıl pırıl ve cilalanmış gibi parlak olması diğer hizmetçileri kahrederdi. tutumlu bir insan olarak, yemeğini yavaş yavaş yer, ekmeğinin kırıntılarının bile ziyan olmasını istemez, masadan parmağıyla toplardı. üstelik bu ekmek kendisi için özel pişirilmiş, yirmi gün bayatlamadan dayanabilen on iki livre[3] değerinde ucuz bir ekmekti.

    félicité, mevsim gözetmeksizin hep aynı şekilde giyinirdi. sırtına, iğneyle göğsünde tutturulmuş bir şal atar, saçlarını tamamen örten bir başlık giyer, ayaklarında gri çoraplar, kırmızı bir eteklik ve gömleğinin üstünde hastane hemşirelerininki gibi göğüslüklü bir önlükle dolaşırdı.

    yüzü zayıf, sesi inceydi. daha yirmi beş yaşındayken bile kırkında gösterirdi. ellisine bastığında ise artık yaşını kestirmek imkânsızdı. hep sessiz oluşu, dimdik vücudu ve ölçülü hareketleriyle, kazara çalışan tahtadan bir kadına benziyordu.

    ıı

    bu arada, birçok kadın gibi, onun da başından bir aşk hikâyesi geçmişti.

    bir duvarcı ustası olan babası, bir iskeleden düşerek can vermiş, daha sonra da annesi ölmüş, kız kardeşleri dört bir yana dağılmıştı. bunun üzerine bir çiftlik sahibi onu yanına almış ve daha küçükken tarlada ineklere bakmakla görevlendirmişti. o yıllarda paçavraların altında tir tir titrer, yüzükoyun yatıp su birikintilerini içer, olur olmaz sebeplerden dayak yerdi. sonunda, suçsuz olduğu halde otuz sous[4] çaldığı öne sürülerek kapı önüne kondu. başka bir çiftliğe kapılandı, orada da kümese bakmakla görevlendirildi. patronlarının gözüne girdiğinden, diğer hizmetçiler onu kıskanırdı.

    bir ağustos akşamı, (o sıralar on sekiz yaşındaydı) onu colleville’deki bir panayıra götürdüler. köy çalgıcılarının gürültü patırtıları, ağaçlardaki ışıklar, kostümlerin çeşitliliği, danteller, altın haçlar, aynı anda hoplayıp zıplayan yığınla insan onu hayrete düşürmüş, serseme çevirmişti. kalabalığa karışmadan süklüm püklüm bir kenarda duruyordu. o sırada varlıklı görünen, dirsekleriyle bir kömür arabasının okuna dayanmış pipo içen bir delikanlı gelip onu dansa davet etti. ona elma şarabı, kahve, galeta ısmarladı, bir eşarp hediye etti ve genç kızın ondan hoşlandığını düşünerek ona evine kadar eşlik etmeyi teklif etti. delikanlı bir yulaf tarlasının kenarında onu zorla yere yatırdı, ama kız korkup bağırmaya başlayınca hızla oradan uzaklaştı.

    bir akşamüstü, beaumont yolu üzerinde, kızın karşısına saman yüklü bir araba çıktı; kız arabayı geçerken, théodore’u fark etti. delikanlı onu sakince selamladı ve “bütün kabahat içkide” diyerek aralarında geçenleri unutmasını rica etti.

    kız ne cevap vereceğini bilemedi, kaçıp uzaklaşmak istedi, ama delikanlı hemen hasattan ve kasabanın hatırı sayılır kişilerinden söz etmeye başladı. dediğine göre, babası ecots çiftliğini satın almış, oraya yerleşmek için colleville’i terk etmişti. bu nedenle de, artık komşu olacaklardı. “öyle mi?” dedi kız. delikanlı, ardından, ailesinin kendisini baş göz etmek istediğini, etrafta bir kadın aradıklarını, ama kendisinin pek de o kadar meraklı olmadığını, kendisine uygun bir kız bulana kadar beklemeyi tercih edeceğini söyledi.

    genç kız, başını öne eğdi. o zaman, delikanlı ona, evliliği düşünüp düşünmediğini sordu. genç kız gülümseyerek insanlarla alay etmenin kötü bir şey olduğunu söyledi. “yoo, hayır, yemin ederim ki alay etmiyorum!” dedi delikanlı ve sol kolunu genç kızın beline doladı. genç kız, delikanlının koluna dayanarak yürüyordu. rüzgâr hafif hafif esiyor, yıldızlar parlıyor, arabadaki devasa ot yığını önlerinde dalgalanıyor ve dört at, ayaklarını sürerek yerdeki tozları havalandırıyordu. sonra sağa döndüler. delikanlı, kıza bir daha sarıldı. genç kız, karanlıkta gözden kayboldu.

    théodore, ertesi hafta genç kızdan bir randevu koparmayı başardı. avluda duvarların arkasında, ıssız bir ağacın altında buluştular. félicité, aslında kibar yetişmiş genç kızlar gibi bilgisiz ve saf biri değildi –onu hayvanlar eğitmişti– ama mantığı ve namusuna düşkünlüğü delikanlıya teslim olmasını engelliyordu. bu direniş, théodore’un aşkını şiddetlendirdi ve onu dindirmek için (belki de içtenlikle), kıza evlenme teklif etti. genç kız, ona inanıp inanmamakta kararsızdı. delikanlı büyük yeminler etti.

    ancak kısa süre sonra, üzücü bir itirafta bulundu. geçen yıl, askere gitmemesi için ailesi parayla yerine bir adam bulup göndermişti, ama bugün yarın delikanlıyı yeniden çağırabilirlerdi. orduda görev alma fikri onu korkutuyordu. korkaklığı félicité’ye, onun kendisine olan sevgisinin bir ispatı olarak göründü; genç kız onu daha da çok seviyordu artık. geceleri kaçarak randevularına geliyor, ne var ki théodore kızla buluştuğunda korkuları ve yalvarıp yakarmalarıyla ona eziyet ediyordu. sonunda bilgi almak için valiliğe bizzat gideceğini ve ertesi pazar, saat on bir ile geceyarısı arasında ona sonucu bildireceğini söyledi.

    vakit geldiğinde, genç kız sevgilisine koştu.

    onun yerine, arkadaşlarından birini buldu.

    arkadaşı, kıza, théodore’u bir daha görmemesi gerektiğini söyledi. askere gitmemek için toucques çiftliğinden çok zengin ve yaşlı bir kadınla, madam lehoussais ile evlenmişti.

    bu, genç kız için korkunç bir üzüntü kaynağı oldu. kendisini yere attı, çığlıklar kopardı, yüce tanrı’yı yardıma çağırdı, güneş doğana kadar kırlarda tek başına ağlayıp inledi.

    sonra çiftliğe geri dönüp, oradan ayrılmak istediğini bildirdi ve ay sonunda tazminatını aldıktan sonra, sahip olduğu azıcık şeyi bir çıkının içine doldurdu ve pont-l’evêque’e gitti.

    bir hanın önünde, dul kadınlara has omuzluklu başlık giyen bir kadınla görüştü. o sırada kadın da bir aşçı arıyordu. genç kız, bu işten pek anlamıyordu, ama kadına o kadar iyi niyetli ve kanaatkâr göründü ki, sonunda madam aubain, ona, “oldu, işe alındınız!” dedi.

    bir çeyrek saat sonra félicité, kadının evine yerleşmişti.

    önceleri oradaki yaşamını hem evin konumu hem de mösyönün her şeye sinen anısından ötürü adeta korkudan titreyerek sürdürmüştü. biri yedi yaşında, biri de daha yeni dört yaşına basmış olan paul ve virginie,[5] ona değerli bir maddeden yapılmış varlıklar gibi geliyor; bir at gibi onları sırtında taşıyordu. madam aubain onları dakika başı öpmesini yasaklamış, bu da onun kalbini kırmıştı. ama gene de mutluydu. bulunduğu ortamın güzelliği, üzüntüsünü dindirmişti.

    her perşembe madam aubain’in tanıdıkları gelip bir el boston[6] oynarlardı. masayı, kartları ve şoferetleri[7] hazırlamak félicité’nin göreviydi. konuklar saat tam sekizde gelirler ve saat on biri vurmadan giderlerdi.

    her pazartesi sabahı, iki yanı ağaçlı yolun aşağısında yaşayan bir eskici, yere kullanılmış mallar yayar ve kısa bir süre sonra da at kişnemeleri, kuzu melemeleri, domuz homurtularının sokaktaki arabaların kuru gürültüsüne karışmasıyla meydana gelen bir uğultu bütün şehri kaplardı. çarşının en kalabalık zamanı olan öğlene doğru, çarşı girişine uzun boylu, kasketi arkaya düşmüş, eğri burunlu yaşlı bir köylü gelirdi. bu, geffosses çiftliğinin kiracısı robelin’di. kısa bir süre sonra, onun yerini toucques çiftliğinin kiracısı liébard alırdı. kısa boylu, kızıl saçlı, şişman bir adamdı, gri bir ceket ve mahmuzlu çizmeler giyerdi.

    her ikisi de evin hanımına tavuk ya da peynir getirirlerdi. bir hile yaptıklarında, félicité bunu hemen ortaya çıkarır, adamlar da félicité’ye büyük saygı duyarak oradan ayrılırlardı.

    madam aubain’in bir de, ne zaman geleceği belli olmayan marki de gremanville adında bir ziyaretçisi vardı. bu kişi, onun amcalarından biriydi, sefahat düşkünlüğü adamın hayatını mahvetmişti, falaise’de, arazisinin kendisine kalan son parçasında yaşıyordu. hep öğle yemeği saatinde, ayaklarıyla bütün mobilyaları kirleten iğrenç bir fino köpeği ile birlikte gelirdi. kibar görünmek için çabalamasına ve her defasında şapkasını “merhum babam” diye çıkarmasına rağmen, sonunda alışkanlıklarına yenik düşüp art arda birkaç kadehi yuvarlayınca ağzından açık saçık sözler dökülmeye başlardı. o zaman félicité onu nazikçe dışarı çıkarırdı. “yeterince kaldınız mösyö de gremanville! sizi tekrar görme umuduyla!” der ve kapıyı kapatırdı.

    ancak eski avukat mösyö bourais geldiğinde kapıyı seve seve açardı. adamın beyaz kravatı ve kel kafası, gömleğinin işlemeleri, kahverengi geniş redingotu, enfiye çekişi, kısacası bütün benliği, genç kızda, olağandışı insanları gördüğümüzde hissettiğimiz türden bir şaşkınlık yaratırdı. madam’ın malvarlığını idare ettiği için, kadınla “mösyö”nün çalışma odasına kapanıp saatlerce görüşürdü. bu mösyö en çok saygınlığını yitirmekten korkar, yargıçlara büyük hürmet besler ve latince’yi iyi bildiğini iddia ederdi.

    félicité, çocukları mükemmel bir şekilde eğitmek amacıyla, onlara resimli bir coğrafya kitabı hediye etti. kitapta, başında tüyler olan yamyamlar, bir genç kızı kaçıran bir maymun, çöldeki bedeviler, zıpkınlanan bir balina gibi, dünyadan birbirinden farklı resimler vardı.

    paul, bir gün bu resimlerin ne olduğunu félicité’ye anlattı. genç kızın aldığı bütün edebiyat eğitimi de bu oldu.

    çocukların edebiyat eğitimini ise guyot veriyordu; kendisi, belediyede çalışan zavallı bir adamdı, yazısının güzelliği ile ünlüydü, çakısını botlarının üzerinde bilerdi.

    hava açık olduğu zaman, erkenden geffosses çiftliğine gidilirdi.

    ev, eğimli bir arazinin ortasındaydı ve oradan uzaktaki deniz, gri bir leke gibi görünürdü.

    félicité, sepetinden söğüş et dilimleri çıkarır ve mandıranın arka tarafındaki bir yerde yemek yerlerdi. orası, artık var olmayan bir eğlence yerinin geriye kalan tek parçasıydı. rüzgâr estiğinde yer yer yırtılmış duvar kâğıtları sallanırdı. madam aubain, anılarla hüzünlenerek başını eğerdi. böyle anlarda çocuklar konuşmaya cesaret edemezler, kadın, “e, hadi oynasanıza,” deyince hemen dışarı fırlarlardı.

    paul, tahıl ambarına çıkar, kuş yakalar, su birikintileri üstünde seker ya da sopayla davul gibi ses çıkaran fıçılara vururdu. virginie, tavşanlara yemek verir, peygamberçiçeği toplamak için koşuşturur, hızla koşarken de kenarları nakışlı pantolonunun paçaları sıyrılırdı.

    bir sonbahar akşamı, otlaklardan geçerek eve dönüyorlardı.

    hilal şeklinde bir ay, gökyüzünün ancak bir kısmını aydınlatıyor ve bir sis bulutu toucques’un engebeli arazisi üzerinde bir tül gibi süzülüyordu. bu arada çimenlerin ortasına serilmiş öküzler, bu dört kişinin geçişini sakin sakin seyrediyorlardı. üçüncü otlaktan geçtiklerinde ise bu öküzlerin bazıları ayağa kalkıp önlerinde halka oldular. “korkmayın,” dedi félicité. bir ezgi mırıldanarak, en yakınındakinin sırtını okşamaya başladı; hayvan gerisin geri döndü, ötekiler de onun gibi yaptı. ne var ki, sonraki otlağı geçerlerken müthiş bir böğürtü koptu. sis nedeniyle fark edemedikleri bir boğaydı bu. hayvan, iki kadına doğru ilerledi. madam aubain, koşmaya başladı.

    “hayır! hayır, o kadar hızlı değil!” diye uyardı félicité.

    gene de telaşla kaçmayı sürdürdüler. arkalarında, gitgide yaklaşan homurtulu bir biçimde nefes alıp veren boğanın çıkardığı sesleri duyuyorlardı. hayvanın toynakları çayırın otlarını çekiç gibi dövüyordu. derken, boğa dörtnala koşmaya başladı! félicité arkasını döndü ve boğanın gözlerine ot demetleri fırlattı. boğa, başını eğip boynuzlarını salladı; aynı zamanda da öfkeden kudurmuş bir halde, korkunç bir şekilde böğürüyordu. iki küçüğüyle otlağın kenarında olan madam aubain ise, ümitsizce tepeyi aşmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu. félicité boğanın önünde geriye dönüp duruyor, görüşünü engellemek için suratına ot atıyor, bir yandan da “acele edin! acele edin!” diye bağırıyordu.

    madam aubain, hendeği geçti, önce virginie’yi, sonra paul’ü çekip aldı, bayırı tırmanmaya çalışırken birkaç kez düştü ve en sonunda da cesaretini toplayıp tepeyi aşmayı başardı.

    boğa, félicité’yi bir parmaklığın önünde sıkıştırdı, salyası kızın yüzüne fışkırıyordu, kızın karnını deşmesi an meselesiydi. genç kız, parmaklığın iki tahtası arasından geçmeyi başardı, şaşkınlıktan donakalan iri hayvan ise olduğu yerde kalakaldı.

    pont-l’evêque’te bu olay uzun yıllar konuşuldu. félicité bundan hiç gururlanmadı, hatta belki kahramanca bir şey yaptığının bile farkında değildi.

    artık yalnızca virginie ile meşgul oluyordu, çünkü kızcağız yaşadığı bu korkudan sonra sinir hastası olmuş ve doktor mösyö poupart, ona trouville deniz banyolarını[8] tavsiye etmişti.

    o zamanlar, deniz banyolarına gitme alışkanlığı yoktu. madam aubain bu konuda bilgi topladı, bourais’ye danıştı ve uzun bir yolculuğa çıkacakmışçasına hazırlıklar yaptı.

    sandıkları bir gün önceden liébard’ın yük arabasıyla gönderilmişti. ertesi gün liébard iki at getirdi; bu atlardan birinin üzerinde, kadife arkalıklı, kadınlar için özel bir eyer vardı, ikincisinin sağrısına, üzerine oturabilmek için kıvrılmış bir pelerin serilmişti. madan aubain çıkıp buraya, liébard’ın arkasına oturdu. félicité, virginie’yi kucağına aldı. paul ise, mösyö lechaptois’nin çok iyi bakılması şartıyla ödünç verdiği eşeğe binmişti.

    yol o kadar kötüydü ki sekiz kilometrelik mesafeyi ancak iki saatte katettiler. atlar, dizlerine kadar çamura batıyor, koca gövdelerinin arka kısımlarını ani hareketlerle sallayarak kurtulmaya çabalıyor, araba tekerleklerinin açtığı çukurlara gömülüyor, bazen de çukurların üzerinden atlamak zorunda kalıyorlardı. liébard’ın kısrağı, bazı yerlerde ansızın duruveriyordu. liébard, sabırla kısrağının tekrar yola koyulmasını bekliyor, bu arada yolun kenarında sıralanmış evlerin sahiplerinden söz ediyordu. bunların öykülerini anlatırken bazı ahlaki yargılarını da öykülere eklemeyi ihmal etmiyordu. böylece, toucques’u geçip, latinçiçeklerinin altında ilerlerken, omuzlarını silkerek, “işte bunlardan biri daha,” dedi, “madam lehoussais, bir erkek alacağına...” félicité, adamın sözlerinin gerisini duyamadı; atlar tırısa kalkmıştı, eşek dörtnala koşuyordu; hepsi bir sıra olup bir patikada ilerlemeye başladılar. bir parmaklığı döndükleri sırada, iki çocuk göründü. çiftliğe vardıklarında yerdeki gübre yığınlarına basmamak için atlardan tam kapının eşiğinde indiler.

    liébard’ın annesi, hanımını görünce sevincinden uçacaktı. ona, sığır filetosu, işkembe, tavuk yahnisi, köpüklü elma şarabı, kompostolu turta ve kuru erik reçelinden oluşan bir öğle yemeği sundu. yemekle birlikte bütün nezaketini de sunarak, madam’ın ne kadar sağlıklı göründüğünden, matmazel’in ne kadar “harikulade” olduğundan, mösyö paul’ün ne kadar tombullaşıp “toparladığından” söz etmiş, bu arada sözü, rahmetli büyükanne ve büyük babalarına getirmeyi de unutmamıştı; liébard’lar ne de olsa kuşaklar boyu bu ailenin hizmetinde olduklarından aile büyüklerini de tanımışlardı.

    çiftlik de, liébardlar gibi yıllanmış, tavanın kirişleri paslanıp çürümüş, duvarlar isten simsiyah olmuş, döşeme taşları tozdan grileşmişti. meşe ağacından bir dolaba her çeşit kap kacak, güğümler, tabaklar, kalaylı kaplar, kurt kapanları ve koyunları kırpmak için makaslar yerleştirilmişti. kocaman bir şırınga ise çocukların gülüşmesine neden oldu. evin üç avlusunda da, kökünde mantar ya da dallarında tutam tutam ökseotu bulunmayan bir tek ağaç bile yoktu. rüzgâr, bu ağaçların birçoğunu yere devirmiş ama bunlar yerde yeniden filizlenip büyüyerek, meyvelerinin ağırlığı altında ezilmeye başlamışlardı.

    kahverengi kadifeye benzeyen ve farklı kalınlıklarda sazdan damlar, en şiddetli fırtınalara bile karşı koyabiliyorlardı. ne var ki araba sundurmalığı harabeye dönmek üzereydi. madam aubain, durumu gözden geçireceğini söyledi ve atların koşulmasını emretti.

    trouville’e kadar yarım saat daha yol aldılar. küçük kervan, les ecores’u[9] geçebilmek için hayvanlardan indi (çünkü burası denizin yukarısında yer alan sarp bir kayalıktı). üç dakika sonra da rıhtımın sonunda david anne’nin evindeki “altın kuzu” avlusuna girilmişti.

    virginie, daha ilk günlerde bile hava değişikliğinin ve banyoların etkisiyle, kendisini daha güçlü hissetmeye başlamıştı. üzerinde yalnızca bir gömlekle denizde yıkanır ve dadısı onu banyodan çıkanların kullandığı med-cezir gözetleme kulübesinde giydirirdi.

    öğleden sonra, eşekle roches-noires’ın ötesine, hennequeville tarafına giderlerdi. izledikleri yol, önce inişli çıkışlı bir zeminden geçerek otlaklar ile sürülmüş tarlaların art arda sıralandığı düzlüğe ulaşırdı. yolun kenarındaki böğürtlen yığınları arasında çobanpüskülleri göze çarpıyordu; şurada burada, kurumuş bir ağaç, dallarıyla mavi gökte zikzaklar çiziyordu.

    neredeyse bütün zamanlarını, sol tarafında deauville, sağ tarafında le havre ve karşısında deniz bulunan bir çayırda dinlenerek geçirirlerdi. deniz, güneşin altında pırıl pırıl parlar ve bir ayna gibi dümdüz görünürdü, o kadar sakindi ki, dalgaların çırpıntısı bile zar zor duyuluyordu. orada burada saklanmış serçeler cıvıldaşıp durur ve gökyüzünün engin kubbesi bütün bunları sarıp sarmalardı.

    madam aubain, oturduğu yerde el işiyle uğraşır, virginie onun yanında saz örer, félicité lavanta çiçeklerini ayıklar, canı sıkılan paul ise gitmek için tuttururdu.

    kimileyin, toucques’u bir tekneyle geçer ve istiridye, midye aramaya koyulurlardı. gel gitin ardından deniz çekildiğinde, deniz kestaneleri, godefiches,[10] denizanaları görünür ve çocuklar rüzgârın alıp götürdüğü köpükleri yakalamak için koşuştururlardı. önlerinde, sakin dalgaların kıyıya vurduğu göz alabildiğince uzanan kumsal, bu kumsalla hipodrom biçimindeki geniş çayır arasında da kum tepeleri vardı. denizden dönerken, tepenin yamacındaki trouville, sanki attıkları her adımda daha da büyür ve hepsi birbirinden farklı büyüklü küçüklü evleriyle, düzensiz, şen bir çiçek bahçesi gibi görünürdü.

    havanın çok sıcak olduğu günlerde, odalarından çıkmazlardı. dışarısının göz kamaştıran aydınlığı, ışıktan çizgiler halinde panjurların arasından sızardı. köyde çıt çıkmaz, aşağıdaki kaldırımda kimseler olmazdı. her yanı saran bu sessizlikte her şey daha da dinginleşirdi. uzakta, kalafatçıların çekiçleri gemilerin karinalarını döver, ağır bir meltem, beraberinde katran kokusu getirirdi.

    en büyük eğlenceleri, balıkçı teknelerinin dönüşüydü. bunlar, işaret şamandıralarını geçer geçmez, bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başlarlardı. yelkenleri, direklerin üçte ikisine kadar indirilmiş ve mizanaları bir balon gibi şişmiş bir halde, adeta dalgaların üstünden kayarak limanın ortasına kadar ilerler ve oraya geldiklerinde de çapalarını aniden denize bırakıp rıhtıma yanaşırlardı. tayfalar, çırpınan balıkları bordadan dışarı atar, bir dizi yük arabası onları bekler; pamuklu kumaştan başlıklarıyla kadınlar sepetleri almak ve sevgililerine sarılmak için ileri atılırlardı.

    bir gün bu kadınlardan biri félicité’nin yanına geldi. kısa bir süre sonra da félicité eve büyük bir sevinçle döndü. kız kardeşlerinden birisini bulmuştu. nastasie barette, leroux’nun karısı, kucağında bir bebek, sağ elinde bir çocuk, solunda ise elleri kalçasında, beresi kulaklarına kadar inmiş küçük bir miçoyla eve geldi.

    bir çeyrek saat sonra madam aubain, kadını dışarı attı.

    kadınla çocukları boyuna mutfağın çevresinde dolanıyor ya da félicité’nin çocuklarla yaptığı yürüyüşlerde onun karşısına çıkıyorlardı. kadının kocası ise ortalıkta hiç görünmüyordu.

    félicité, onlara büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi; onlara bir yorgan, birkaç gömlek ve bir ocak satın aldı. aslında onu istismar ettikleri apaçık belliydi. félicité’nin bu zaafı ve saflığı madam aubain’i çileden çıkarıyordu. madam aubain ayrıca laubaliliğinden de hiç hoşlanmıyordu; çünkü oğluyla senli benli konuşuyordu. sonunda virginie öksürmeye başladığı ve mevsim geçtiği için, pont-l’evêque’e geri dönüldü.

    mösyö bourais, okul seçimi konusunda onu aydınlatmıştı. ona göre, caën’deki okul en iyisiydi. paul, oraya gönderildi; çocuk, birçok arkadaş bulacağı için pek memnun, herkese bir erkek gibi veda etti.

    madam aubain, oğlunun, yanından uzaklaşmasına sonunda razı olmuştu, çünkü bu kaçınılmaz bir şeydi. virginie, kardeşini gitgide daha az düşünür oldu, félicité ise onun gürültü patırtısını çok özlüyordu, ama sonunda kendisine oyalanacağı bir iş çıktı: noel’den sonra her gün virginie’yi din dersine götürmeye başlamıştı.

    ııı

    félicité kilisenin eşiğinde diz çöktükten sonra, orta sahında, iki sıra halinde dizilmiş sandalyelerin arasından ilerleyerek, madam aubain’in sırasına geçer ve onun yanına oturup gözlerini çevresinde gezdirmeye başlardı.

    kızlar kilisenin sağında, oğlanlar sol tarafında olmak üzere koronun sıralarını doldururlar, papaz ise kitap okuma rahlesinin yanında ayakta dururdu. apsidin vitraylarından birinde kutsal ruh, meryem ana tasvirinin üstünde salınıyordu; başka bir vitray ise meryem ana’yı, çocuk isa’nın önünde diz çökmüş olarak gösteriyordu. kutsal kâsenin saklandığı dolabın arkasında ise tahtadan bir sürü bölmenin üzerinde, ejderhayı alt eden aziz mikayel’in bir tasviri vardı.

    rahip, önce kutsal tarih’in bir özetini sundu. félicité, cenneti, tufanı, babil kulesini, alevler içindeki kentleri, yok olan kavimleri, yerle bir edilen putları görür gibi oluyor; duyduğu şeylerden büyülenerek yüce tanrı’ya sonsuz bir saygı duyuyor, onun gazabından korkuyordu. isa’nın çilesini dinlerken ağlamaya başladı. çocukların üzerine titreyen, kalabalıkları doyuran, körleri iyileştiren ve bir ahırın gübreleri üzerinde, fakirlerin arasında doğmuş olmayı isteyecek kadar iyi kalpli olan bu insanı neden çarmıha germişlerdi? ekim zamanlarının, hasatların, cenderelerin, incil’in anlattığı bütün bu tanıdık şeylerin, onun da hayatında bir yeri vardı. tanrı bunları kutsamıştı. bu nedenle de félicité, kuzu’nun[11] aşkıyla kuzuları, kutsal ruh sayesinde güvercinleri,[12] artık eskisinden daha büyük bir aşkla seviyordu.

    gelgelelim kutsal ruh’un kişiliğini hayal etmekte güçlük çekiyordu, nitekim o sadece bir kuş değil, aynı zamanda bir alev, bazen de bir nefesti. belki de, geceleri bataklıkların kenarında dolaşan onun ışığı, bulutları iten onun nefesi, çanların sesine ahenk veren onun sesiydi. hayranlık içinde kalmıştı, duvarların serinliği ve kilisenin sakin, huzurlu havası ona büyük keyif veriyordu.

    dinin temel inanışlarına gelince; bunlardan hiçbir şey anlamıyordu, anlamaya da çalışmıyordu. rahip vaaz veriyor, çocuklar da ezbere okuyorlardı. félicité ise sonunda uykuya dalıyor ve çocuklar kunduralarını döşeme taşları üstünde takırdatarak kiliseden ayrılırken birdenbire uyanıveriyordu.

    gençliğinde din eğitimi ihmal edildiğinden, hıristiyanlığın temel bilgilerini işte böyle kulaktan öğrenmişti. o zamandan beri virginie’nin bütün ibadet yöntemlerini taklit etmeye başladı; onun gibi oruç tutuyor, onunla birlikte günah çıkarıyordu. şaraplı ekmek yortusunda, adak yerini birlikte hazırlamışlardı.

    félicité, ilk kudas ayininden önce çok telaşlıydı. gördüğü ayakkabılar, tespih, kitap ve eldivenler onu çok heyecanlandırmıştı. annenin giyinmesine yardım ederken tir tir titriyordu.

    ayin boyunca içi sıkılmıştı. önündeki mösyö bourais, koronun bir tarafını görmesini engelliyordu, ama tam karşısında, yüzlerini örten tüllerin üstünde beyaz taçlar bulunan bir yığın rahibe, karlarla örtülü bir tarla gibi görünüyor ve o, ta uzaktan, sevgili küçüğü, narin boynu ve dalgın halinden seçebiliyordu. çan çaldı, başlar eğildi, etrafa sessizlik çöktü. kilise şarkıcıları ve cemaat, orgun gürültüsü eşliğinde agnus dei’yi[13] okumaya başladı. çocukların arkasından kızlar geldi; ellerini kavuşturarak, adım adım, ışıklar içindeki mihraba doğru ilerledikten sonra, ilk basamağın üzerinde diz çökerek, sırayla mayasız ekmeği aldılar ve sırayı bozmadan iskemlelerine geri döndüler. sıra virginie’ye gelince, félicité, onu izlemek için öne eğildi ve gerçek sevginin kendisine verdiği hayal gücüyle, bu çocuğu kendisine benzetti. sanki onun yüzü kendi yüzüydü, sanki onun elbisesi kendisinin üzerindeydi, sanki onun kalbi kendi göğsünde çarpıyordu ve virginie gözlerini yumup ağzını açtığı sırada, bayılacak gibi oldu.

    ertesi gün, rahibin kendisine kutsal ekmekle kutsal şarabı vermesi için erkenden kiliseye koştu. ekmekle şarabı dindarlığa uygun bir duyguyla almış, fakat önceki günkü tadı duymamıştı.

    madam aubain, kızının kusursuz bir insan olmasını istiyordu, ama guyot, ona ne ingilizce ne de müzik dersi verebildiğinden, onu honfleur’deki ursulines tarikatının pansiyonuna yerleştirmeye karar verdi.

    çocuk hiç itiraz etmedi. madam’ı duygusuz biri olarak gören félicité, içini çekip duruyordu. sonradan, hanımının haklı olabileceğini düşündü. bunlar onun kavrama yetisini aşıyordu.

    nihayet bir gün, kapının önünde eski bir araba durdu ve içinden matmazeli almaya gelen bir rahibe indi. félicité, bavulları arabanın üstüne koydu, arabacıya birtakım öğütlerde bulundu ve sandığa bir buket menekşeyle altı kavanoz reçel ve bir düzine armut yerleştirdi.

    son anda virginie hıçkırıklara boğuldu ve kendisini alnından öpen ve “haydi, cesaret! cesaret!” diye tekrarlayıp duran annesine sarıldı. arabanın basamağı kalktı ve hareket ettiler.

    araba uzaklaşırken madam aubain, baygınlık geçirdi. akşam olunca, bütün dostları, kâhya lormeau, madam lechaptois, rochefeuille kız kardeşler, mösyö de houppeville ve bourais, onu teselli etmek için bir araya geldiler.

    kızından ayrılmak onu önceleri fazlasıyla üzmüştü. bu dönemde haftada üç kez ondan mektup alıyor, diğer günlerde ise ona yazıyordu. bahçesinde dolanıyor, biraz kitap okuyor, böylece boş saatlerini dolduruyordu.

    sabahları félicité, her zaman yaptığı gibi virginie’nin odasına giriyor, duvarlara bakıyordu. artık saçlarını tarayamayacağı, potinlerini bağlayamayacağı, yatağındayken boylu boyunca yanına uzanamayacağı ve küçük kızın güzel, zarif yüzünü doya doya seyredemeyeceği, birlikte dışarı çıktıkları zaman onun elini tutamayacağı için çok üzülüyor, içi sıkılıyordu. işsiz güçsüz geçen boş zamanlarında, dantel örmeyi denedi. kalın parmakları ipleri koparıyordu, bütün becerilerini kaybetmişti, uykusuzluk çekiyordu, kendi deyişiyle, “içi içini yiyordu.”

    üzüntüsünü dağıtmak amacıyla, yeğeni victor’la görüşmek için izin istedi.

    yeğeni pazar günleri yüzü pespembe, göğsü çıplak ve geçtiği kırların kokusunu taşıyarak gelirdi. félicité hemen sofrayı kurar, karşı karşıya oturarak yemek yerler, félicité israftan kaçınmak için mümkün olduğunca az yediği halde yeğeninin karnını o kadar iyi doyururdu ki, çocuk sonunda uykuya dalardı. akşam duası çanı çalar çalmaz félicité onu uyandırır, pantolonunu fırçalar, kravatını bağlar ve bir annelik gururuyla, çocuğun koluna yaslanarak onunla kiliseye giderdi.

    anne ve babası, çocuğu teyzesinden bir paket esmer şeker, sabun, likör, hatta bazen de para koparması için görevlendirmişlerdi. o da giysilerini yamaması için teyzesine getirir, teyzesi ise yeğeninin tekrar gelmesini sağlayan böyle bir fırsattan mutlu olur, bunu yapmayı seve seve kabul ederdi.

    ağustos ayında, babası çocuğu ülke içinde sefer yapan gemilerde çalışmaya götürdü.

    tatil zamanıydı. çocukların gelişi félicité’yi rahatlatmıştı, ama paul, kaprisli biri olup çıkmış, virginie ise artık senli benli konuşulmayacak bir yaşa gelmiş ve böylece félicité ile aralarına bir soğukluk, bir mesafe girmişti.

    victor, sırasıyla morlaix’e, dunkirk’e ve brighton’a gitti; her seyahat dönüşü, teyzesine bir armağan getiriyordu. ilk seferinde deniz kabuğundan bir kutu, ikincisinde bir kahve fincanı, üçüncüsünde ise büyük bir baharatlı ekmek hediye etmişti. giderek daha yakışıklı oluyordu, biçimli bir vücudu, seyrek bıyıkları, açık renk güzel gözleri ve gemi kılavuzlarınınki gibi arkaya itilmiş küçük bir deri şapkası vardı. denizcilere özgü deyimlerle hikâyeler anlatarak teyzesini eğlendiriyordu.

    bir pazartesi günü, 14 temmuz 1819’da (félicité, bu tarihi hiç unutmadı), victor uzun bir sefere çıkacağını, çok yakında havre’dan kalkacak gemisine binmek için ertesi gün gece vakti, honfleur’den posta vapuruyla hareket edeceğini haber verdi. seferi belki de iki yıl sürecekti.

    böyle bir ayrılık düşüncesi félicité’yi çok üzmüştü. çarşamba akşamı, yeğenine bir kez daha veda etmek için, madam’ın akşam yemeğini verdikten sonra tahta ayakkabılarını giyerek pont-l’evêque’i honfleur’den ayıran altı kilometrelik yolu uçarcasına yürüdü.

    calvaire’e geldiğinde, sağa sapacak yerde, sola saptı; tersanelerin arasında kayboldu ve geldiği yere geri döndü. konuştuğu birkaç kişi ona acele etmesini tembihlediler. palamarlara çarpa çarpa, gemilerle dolu havuzu baştan başa dolaştı. sonra zemin, ışıklar, her şey birbirine karıştı ve bulunduğu yer aniden alçaldı, félicité gökyüzünde birkaç at gördüğünde delirdiğini sandı.

    oysa bir palanga, bunları kaldırıp, içindeki yolcuların elma şarabı fıçıları, peynir sepetleri ve tohum çuvalları arasında itişip kakıştıkları bir gemiye indiriyordu. denizden korkan diğer atlar ise rıhtımda kişneyip duruyorlardı. gemide, tavukların gıdaklamaları duyuluyor, kaptan küfürler savuruyor ve bütün bunlara kayıtsız görünen bir miço, dirseklerini garivaya[14] dayamış bir halde duruyordu. onu fark edemeyen félicité, “victor!” diye bağırıyordu; miço, başını kaldırdı; ne var ki félicité tam ileri atıldığı sırada, iskele birden yukarı çekildi.

    kadınlar şarkı söyleyerek halatı çekerlerken, gemi limandan ayrıldı. geminin iskarmozları çatırdıyor, ağır dalgalar pruvasını bir kırbaç gibi dövüyordu. yelkenler açıldı, artık kimse görünmüyordu. gemi, ay ışığının gümüş gibi parlattığı denizde, giderek soluklaşan siyah bir leke gibi uzaklaşıp sonunda karanlıklara gömülerek gözden kayboldu.

    félicité, tekrar calvaire’in yakınından geçerken, en sevdiği kişiyi tanrı’ya emanet etmişti. uzun süre ayakta, yüzü gözyaşlarıyla sırılsıklam, gözleri bulutlara çevrili bir halde dua etti. şehir uykudaydı, gümrükçüler dolaşıyor; sular, tesviye havuzunun deliklerinden bir çağlayan gibi gürüldeyerek, hiç durmadan akıyordu. saat ikiyi vurdu.

    hanın kapısı gün doğmadan açılmazdı. geciktiği takdirde, bu elbette hanımı çileden çıkarırdı; bu yüzden üzülerek geri döndü. pont-l’evêque’e girdiğinde, handaki kızlar daha yeni uyanıyorlardı.

    zavallı çocuk, aylarca dalgaların üstünde çalkalanıp duracaktı. bundan önceki yolculukları félicité’yi hiç korkutmamıştı. ingiltere’ye, britanya’ya gidenler sağ salim geri dönerlerdi, ama amerika, sömürgeler, pasifik adaları... buralara gitmek, dünyanın öbür ucunda belirsiz bir bölgede kaybolmak demekti.

    o günden sonra félicité sadece yeğenini düşünür oldu. güneşli günlerde yeğeni susuzluktan yanıyor diye, fırtınalı günlerde onu şimşek çarpacak diye korkuyordu. şöminede gürleyen ve çatının arduvazlarını alıp götüren rüzgârı dinlerken, victor’un da aynı fırtınanın pençesine düştüğünü hayal ediyordu. yeğenini kırık bir gemi direğinin tepesinde, bütün vücudu arkaya devrilmiş ya da köpükten bir örtünün altında görür gibi oluyor ya da –resimli coğrafya kitabını anımsayarak– onu yamyamların yediğini, maymunların ormanda esir aldığını ya da onun ıssız bir kumsalda can verdiğini düşünüyor, ama bu endişelerinden kimseye söz etmiyordu. bu arada madam ise kızı için endişeleniyordu.

    çünkü rahibeler, kızı şefkatli, duygulu, ama fazla narin bulmuşlardı. en ufak bir heyecan, onu bitkin düşürüyordu. öyle ki, piyano çalmayı bırakması gerekmişti. annesi manastırla düzenli mektuplaşmakta ısrar ediyordu. postacının gelmediği bir sabah iyice sabırsızlandı; koltuğu ile pencere arasında mekik dokumaya başladı. bu gerçekten de olağandışı bir durumdu! dört günden beri kızından haber yoktu!

    kendisini örnek göstererek, hanımını teselli etmek için félicité, ona, “hanımım, altı aydır ben de haber alamadım!” dedi.

    “kimden?”

    hizmetçi, tatlı bir sesle, “kimden olacak, yeğenimden!” dedi.

    “haa, sahi, yeğeninizden!”

    ve madam aubain, omuzlarını silkerek, “onu mu düşüneceğim! umurumda bile değil! oturup da bir miçoyu, bir dilenciyi dert edineceğim, iyi doğrusu! oysa, benim kızım... bir düşünsene!” dermişçesine odada gezinmeye devam etti.

    félicité, kırıcı, sert davranışlar görmeye alışık olmasına rağmen çok gücenmişti, ama zamanla bunu unuttu.

    virginie yüzünden aklını yitirmek, ona doğal bir şey gibi görünüyordu. iki çocuk da kadının gözünde aynı öneme sahipti; kalbindeki bir bağ onları birleştiriyordu, kaderleri bir olsa gerekti.

    eczacı, félicité’ye victor’un gemisinin havana’ya vardığını haber verdi, kendisi bu haberi bir gazetede okumuştu.

    puro yüzünden, félicité havana’yı sabah akşam sigara içmekten başka bir iş yapılmayan bir ülke olarak, victor’u da bir tütün bulutu içinde zenciler arasında dolanırken hayal ediyordu. acaba “ihtiyaç anında” karadan geri dönmek mümkün müydü? orası ile pont-l’evêque arasındaki mesafe ne kadardı? bunu öğrenmek için, mösyö bourais’yi sorguya çekti.

    adam atlasını aldı, sonra boylamlar üzerinde kimi açıklamalar yapmaya başladı; félicité’in şaşkınlığına bilgiççe bir gülümsemeyle karşılık verdi. sonunda, eline bir kurşunkalem alıp, oval bir lekenin içinde kolayca fark edilemeyen siyah bir noktayı göstererek, “işte burası,” dedi. félicité, haritaya eğildi, renkli çizgilerden oluşan ağ, ona bir şey anlatmak şöyle dursun, gözlerini yormuştu. bourais, hizmetçiden onu üzen, canını sıkan şeyi söylemesini isteyince, félicité, victor’un kaldığı evi göstermesini rica etti. bourais kollarını kaldırdı, hapşırdı ve kahkahalarla gülmeye başladı; kızın böylesine cahil oluşu onu neşelendirmişti. félicité ise adamın neden güldüğünü anlayamıyordu. zekâsı gerçekten de yeğeninin resmini de görmeyi umacağı kadar kıttı.

    on beş gün sonra, liébard, her zaman olduğu gibi alışveriş saatinde mutfağa girdi ve eniştesinin yolladığı mektubu ona verdi. her ikisi de okuma yazma bilmediğinden, félicité, hanımından yardım istedi.

    o sırada bir örgünün ilmiklerini saymakta olan madam aubain, elindeki işi yanına koyarak, mektubu aldı, mührünü açtı, alçak bir sesle ve derin bir bakışla, titreyerek:

    “size bir felaketi bildirmek için yazmışlar... yeğeniniz...”

    ölmüştü. mektupta daha fazla bir şey yazmıyordu.

    félicité, başını tahta perdeye dayayarak bir sandalyeye yığıldı ve bir anda kıpkırmızı kesilen gözlerini kapadı. sonra başı öne eğik, elleri yana sarkmış, gözleri donuk bir halde, belli aralıklarla, “zavallı çocuk! zavallı çocuk!” diye tekrarlamaya başladı.

    liébard içini çekerek onu dikkatle süzüyor, madam aubain ise hafifçe titriyordu.

    ona trouville’deki kız kardeşini ziyaret etmesini önerdi, ama félicité bir işaretle buna ihtiyacı olmadığını belirtti.

    bir sessizlik oldu. babacan bir insan olan liébard, gitmesinin yerinde olacağını düşünüyordu.

    félicité, “onların umurunda bile değil elbette,” diye düşündü.

    başı yeniden öne düştü. elişi yaptığı masasının üstündeki uzun iğneleri zaman zaman ne yaptığını fark etmeksizin eline alıyordu.

    avludan, içlerindeki ıslak çamaşırlardan sular damlayan leğenler taşıyan kadınlar geçiyordu.

    camların arkasından onları görünce, félicité’nin aklına kendi çamaşırları geldi. onları önceki gün suya koyduğundan, bugün çitileyip durulaması gerekiyordu. evden çıktı.

    yassı çamaşır tokmağı ve fıçısı toucques’in kıyısında duruyordu. gömlekleri yamacın üzerine yığdı, kollarını sıvadı, tokmağını aldı. çamaşırlara indirdiği şiddetli darbelerin sesi, civardaki bahçelerden duyuluyordu. çayırlar bomboştu, rüzgâr nehri hareketlendiriyor, uzaklardaki büyük otlar, suda yüzen cesetlerin saçları gibi nehre sarkıyorlardı.

    félicité acısını içine atmıştı, akşama kadar cesurca kendisini tuttu, ama odasına gelince, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. yüzükoyun şiltesine uzanarak, başı yastığa gömülü, yumrukları şakaklarına dayalı, kendisini acıların kucağına bıraktı.

    çok sonraları, victor’un kaptanından, yeğeninin nasıl öldüğünü öğrendi.

    sarı hummaya yakalandığından kanını biraz fazla almışlardı. kendisine dört doktor birden baktığı halde çok geçmeden can vermişti. başhekim, “işte bir tane daha,” demişti.

    ebeveynleri çocuğa hep barbarca davranmışlardı. félicité onlarla hiç görüşmemeyi tercih etti; onlar da, ya unuttuklarından ya da sefalet içinde yaşamaktan kalpleri katılaştığından gelip félicité’yi görmeyi akıl edememişlerdi.

    bu arada virginie, gitgide güçten düşüyordu.

    nefes darlığı, öksürük, sürekli ateş ve yanaklarındaki mermer damarını andırır lekeler, kızın ağır ve ciddi bir hastalığa yakalandığının işaretleriydi. mösyö poupart, provence’ta bir süre kalmalarını tavsiye etti. madam aubain, bu fikri uygun bulup gitmeye karar verdi ve pont-l’evêque ikliminden kurtulması için kızını derhal evine getirtti.

    her salı kendisini manastıra götüren araba kiralayıcısı ile bir anlaşma yaptı. bahçede, seine nehri’ne bakan bir teras vardı. virginie, orada annesinin koluna girerek yerlere dökülen asma yapraklarının üzerinde dolaştı. tancarville şatosundan havre’daki deniz fenerine kadar bütün ufku ve uzaktaki yelkenlileri seyrederken, bazen bulutların arasından sızan güneş ışınları, gözlerini kapamasına neden oluyordu. sonra, çardağın altında dinleniyorlardı. annesi, küçük bir fıçıda nefis malaga şarabından getiriyordu. virginie, çakırkeyf olacağını düşünerek gülüyor, şaraptan sadece birkaç yudum içiyordu.

    sonbahar geldiğinde virginie eski gücüne kavuşmuştu. félicité, madam aubain’i rahatlatmaya çalışıyordu. ne var ki bir akşam, alışverişten dönerken, kapının önünde mösyö poupart’ın arabasıyla karşılaştı; adam giriş salonundaydı. madam aubain şapkasının bağcıklarını bağlıyordu.

    “şoferetimi, çantamı, eldivenlerimi ver bana. haydi çabuk!”

    virginie’nin ciğerlerinde kan toplanmıştı, belki de kızın durumu ümitsizdi.

    “henüz değil!” diye bağırdı doktor ve ikisi de lapa lapa döne döne yağan kar taneleri altında arabaya bindiler. gece olmak üzereydi. hava çok soğuktu.

    félicité bir mum yakmak için kiliseye koştu. sonra arabanın ardından gitti ve bir saat sonra ona yetişti; arkasına atlayıp kaytanlara tutundu. sonra aklına avlunun kapısını kapamamış olduğu geldi. hırsızlar girerse ne yapardı? arabadan indi.

    ertesi gün, şafak söker sökmez, doktora uğradı. doktor önce eve gelmiş, sonra da köye gitmişti. félicité, kendisine mektup getirenler olabileceğini düşünerek bir süre handa kaldı; sonunda gün doğarken, lisieux arabasına bindi.

    manastır sarp bir sokağın sonunda bulunuyordu. sokağı yarıladığında, tuhaf sesler duydu, ölüm çanları çalıyordu. “başkaları içindir,” diye düşünerek, sertçe kapının tokmağını çekti.

    dakikalar geçtikten sonra, yerde sürüyen ayakkabıların sesi duyulmaya başlandı, kapı aralandı ve bir rahibe göründü.

    rahibe, ciddi bir tavırla kızın az önce vefat ettiğini söyledi. tam o sırada, saint léonard kilisesi’nin çanları daha şiddetli çalmaya başladı.

    félicité, ikinci kata çıktı.

    odanın eşiğine varır varmaz, virginie’yi yatağa sırtüstü uzanmış, elleri göğsünde kavuşmuş, ağzı açık bir halde gördü. kendisine doğru eğilen siyah bir haçın altındaki başı arkaya, hareketsiz duran perdelerin arasına düşmüştü. yüzü perdelerden de soluktu.

    madam aubain, yatağın bir ucunda yavrusunu kolları arasında tutuyor, üzüntüsünden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. başrahibe, sağda, ayakta duruyordu. konsolun üstündeki üç şamdan kırmızı benekler halinde parlıyor, dışarıdaki sis nedeniyle pencereler bembeyaz görünüyordu.

    rahibeler, madam aubain’i alıp götürdüler. félicité, iki gece boyunca ölünün yanından ayrılmadı. sürekli olarak aynı duaları tekrarlayıp duruyor, çarşaflara kutsal su serpiyor, sonra yerine oturup kızı seyre dalıyordu. birinci gecenin sonunda, kızın yüzünün sarardığını, dudaklarının morardığını, burun deliklerinin daraldığını ve gözlerinin çukurlarına gömüldüğünü fark etti. virginie defalarca öptüğü bu gözleri yeniden açsaydı, hiç şaşırmayacaktı. çünkü onunki gibi bir ruhu olanlar için, olağandışı olaylar oldukça sıradandır.

    félicité, kızı yıkadı, kefenine sardı, tabutuna koydu ve saçlarını çözüp başına bir taç taktı. kızın saçları sarıydı ve yaşına göre olağandışı bir uzunluktaydı.

    félicité bu saçlardan büyük bir tutam kesti, yarısını koynuna sokup ölene dek orada saklamaya karar verdi.

    ayinden sonra, mezarlığa varmak için kırk beş dakika yol almak gerekmişti. paul en önde yürüyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

    onun ardından mösyö bourais ve sonra kasabanın belli başlı sakinleri, siyah tüller takmış kadınlar ve félicité geliyordu. félicité, yeğenini düşünüyordu, ona karşı son görevini bu şekilde yerine getiremediği için üzüntüsü katbekat artmıştı. küçük kızla beraber yeğenini de gömüyorlardı sanki.

    madam aubain’in acısı sonsuzdu. önce tanrı’ya isyan etti; hiç kimseye bir kötülüğü dokunmamış tertemiz bir vicdanı olan kızını elinden aldığı için onu adaletsiz buluyordu, ama hayır! onu güneye götürmeliydi! başka doktorlar onu kurtarabilirlerdi!

    devamlı kendini suçlayarak, kızının yanına gitmek istiyor, uykularında acıyla haykırıyordu. özellikle her gece devamlı gördüğü, hiç kurtulamadığı bir rüya vardı:

    gemici kıyafeti giymiş kocası, uzun bir seferden dönüyor, ağlayarak virginie’yi götürmek için emir aldığını söylüyor ve sonra birlikte saklanacak bir yer aramaya koyuluyorlardı.

    bir gün allak bullak bir halde bahçeden döndü. biraz önce baba ile kız ardı ardına bahçede görünmüş ve hiçbir şey yapmadan kendisine bakıp durmuşlardı (bunları söylerken parmağıyla olayın geçtiği yeri gösteriyordu).

    bu olaydan sonra aylarca hiç kıpırdamadan odasında kalakalmıştı. félicité tatlı bir sesle ona uzun uzun tavsiyelerde bulunuyordu, hiç olmazsa oğlu ve “onun” hatırası için ayakta kalması gerektiğini söylüyordu. madam aubain, uykudan uyanmışçasına, “onun hatırası, değil mi?” diyordu.

    “ah, evet! evet! onu unutamıyorsunuz!”

    madam aubain’e mezarlığı ima etmek dahi yasaklanmıştı.

    félicité ise, her gün oraya gidiyordu.

    saat tam dörtte, evlerin yanından geçiyor, yokuşu çıkıyor, parmaklığı açıyor ve virginie’nin mezarının başına geliyordu. mezar, altında düz bir kapak taşı bulunan pembe mermerden bir sütun ile çevresinde zincirler olan küçük bir bahçeden oluşuyordu. tarhlar, çiçekten bir örtünün altında kaybolmuşlardı. félicité, çiçekleri suluyor, çakıllarını tazeliyor ve toprağı daha iyi havalandırmak için yere diz çöküyordu. madam aubain sonunda mezarı ziyaret edebilecek duruma gelip de oraya uğrayınca, biraz rahatlamış, teselli bulmuştu.

    sonra paskalya, assomption, toussaint gibi büyük bayramlar dışında önemli hiçbir olay yaşanmayan, birbirinin aynı yıllar art arda akıp gitti, ama arada uzun süre unutulmayacak olaylar da olmuyor değildi.

    örneğin, 1825’te iki işçi, giriş salonunu badanalamışlardı; 1827’de çatının bir kısmı avluya düşmüştü, bu durum az kalsın bir adamın ölümüne neden olacaktı. 1828 yazında, kutsal ekmek dağıtma görevi madam’a düşmüştü;[15] tam o günlerde bourais esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolmuş ve guyot, liébard, madam lechaptois, robelin ve uzun süredir felçli olan gremanville amca gibi eski tanıdıklar bir bir göçüp gitmişlerdi.

    bir gece, posta arabasının sürücüsü gelip temmuz devrimi’ni bütün pont-l’evêque’e haber verdi. birkaç gün sonra kasabaya yeni bir kaymakam atandı: yanında karısından başka, baldızı ve gelinlik çağa gelmiş üç kızı olan eski amerika konsolosu larsonnière baronu. rüzgârda dalgalanan bluzlar giyen kızları kırlarda gezinirken görüyorlardı; yanlarında bir zenci ve bir de papağan vardı. madam aubain’i ziyarete gelmişler, o da iade-i ziyarette bulunmakta gecikmemişti. kızlar uzaktan görünür görünmez, félicité hemen koşup hanımına haber verirdi. ne var ki, madam aubain’i heyecanlandırabilecek yalnız bir tek şey vardı: oğlundan gelen mektuplar.

    oğlu bir baltaya sap olamamıştı, kendini içkiye kaptırmış; kafelerde sürünüyordu. annesi borçlarını ödüyor, fakat o yeniden borçlanıyordu. pencerenin kenarında örgü ören madam aubain’in iç çekişleri, mutfakta çıkrık çeviren félicité’nin kulağına kadar geliyordu.

    iki kadın, bir sıra halinde dizilmiş meyve ağaçlarının yanında dolaşıyorlar, hep virginie’den söz ediyorlardı; yaşasaydı kardeşinin durumunun hoşuna gidip gitmeyeceğini, bu konuda neler söyleyebileceğini birbirlerine sorup duruyorlardı.

    kızın bütün öteberisi, iki yataklı odadaki bir dolaba doldurulmuştu. madam aubain, dolabı mümkün olduğunca açmamaya, içindeki eşyalara bakmamaya çalışıyordu. en sonunda bir yaz günü dolabı açmaya karar verdi; dolabın içinden kelebekler çıkarak uçuşmaya başladı.

    çocuğun elbiseleri bir etajerin altına sırayla asılmıştı; tahtanın üzerinde üç oyuncak bebek, çemberler, bir oyuncak ev ve bir leğen duruyordu. félicité ve hanımı, eteklikleri, çorapları ve mendilleri dolaptan alıp, katlamadan iki yatağın üzerine yaydılar. güneş, bu eski püskü eşyaları aydınlatıyor, üzerindeki lekelerle giyilmekten ötürü oluşmuş kıvrımlarla kırışıklıkların iyice ortaya çıkmasına neden oluyordu.

    hava sıcak, gökyüzü masmaviydi, bir karatavuk cıvıl cıvıl ötüyordu; her şey büyük bir mutluluk içinde gibiydi. iki kadın, kestane renginde uzun tüylü küçük bir şapka bulmuşlardı; ne var ki şapka, güveler yediği için delik deşikti. félicité, onun kendisine verilmesini rica etti. iki kadın göz göze geldiler; her ikisinin de gözleri yaşlarla doldu. sonunda hanımı kollarını açtı, hizmetçisi kendini bu kolların arasına attı. ikisini birbirlerine bir an için eşit kılan bir öpücükle acılarını dindirerek, birbirlerine sarıldılar.

    madam aubain, herhangi birisine içini kolaylıkla açabilecek yaradılışta biri olmadığından, bu, hayatlarındaki ilk yakınlaşmaları olmuştu. félicité, sanki hanımı kendisine bir iyilikte bulunmuş gibi, ona karşı minnettarlık duydu. bundan sonra onu, hayvanların sahiplerine olan sadakati gibi büyük bir sadakatle, adeta taparcasına sevmeye başladı.

    iyilikseverliği daha da artmıştı.

    sokaktan geçen bir alayın trampet seslerini duyunca, bir şarap testisiyle kapının önüne çıkıyor ve içmeleri için askerlere şarap sunuyordu. kolera[16] kurbanlarına bakmıştı. polonyalıları[17] koruyup kollamıştı, hatta içlerinden biri kendisiyle evlenmek istediğini bile söylemişti. ne var ki félicité bir sabah, kiliseden döndüğünde, onu mutfakta gördü; adam oraya gizlice girmiş, sakin sakin kendine hazırladığı yemeği yiyordu; herkes bu duruma çok sinirlenmişti.

    polonyalılardan sonra félicité, 93’te devrimcilerinden yana olup korkunç işler yapmış[18] biri olan colmiche baba ile ilgilenmeye başladı. adam, nehir kıyısında, bir domuz ahırının yıkıntıları içinde yaşıyordu. haylaz çocuklar adamcağızı duvarın yarıklarından gözetliyor ve onun upuzun saçları, kızarmış gözleri ve kolundaki başından daha büyük olan apseyle, geçmek bilmeyen bir nezleden çırpınarak yattığı pis yatağını taşlıyorlardı. félicité, ona çamaşır getirdi, yıkık dökük evini temizlemeye çalıştı, adamı, hanımını rahatsız etmeden, ekmek fırınına yerleştirmeyi planlıyordu. apsesi patladığı zaman, félicité gelip her gün koluna pansuman yaptı, bazen ona çörek getiriyor ve adamı güneş görmesi için bir hasır parçasının üzerine yatırıyordu.

    zavallı ihtiyar, salyaları akarak ve titreyerek kısık bir sesle ona teşekkür ederdi; onu kaybetmekten korkar, uzaklaştığını görünce ellerini uzatırdı. çok geçmeden de öldü. félicité, ruhunun huzura kavuşması için bir ayin yaptırdı.

    o gün onu çok mutlu eden bir şey oldu. akşam yemeği sırasında madam de larsonnière’in zencisi, içinde bir papağan olan bir kafes ve papağının değneği, zinciri ve kilidiyle çıkageldi. barones’in madam aubain’e gönderdiği pusulada, kocasının valiliğe terfi edilmesi sebebiyle, akşam oradan ayrılacakları yazılıydı. barones, saygılarının bir ispatı ve bir anı olarak, kadından bu kuşu kabul etmesini rica ediyordu.

    bu kuş, uzun süredir félicité’in hayallerini süslüyordu, çünkü –zencinin söylediğine bakılırsa– amerika’dan gelmişti. “amerika” sözü, ona victor’u hatırlatıyordu. hatta bir gün, “böyle bir kuşa sahip olsaydı, madam pek mutlu olur,” demişti.

    zenci, bu sözü hanımına iletmişti. o da kuşu yanında götüremediğinden, ondan bu yolla kurtulmaya karar vermişti.

    ıv

    kuşun adı loulou’ydu. gövdesi yeşil, kanatlarının ucu pembe, alnı mavi ve boynu altın rengindeydi, ama devamlı tüneğini kemirmek, tüylerini yolmak, pisliklerini ortalığa saçmak ve banyoluğundaki suları sıçratmak gibi tuhaf huyları vardı.

    kuştan sıkılan madam aubain, bir daha geri almamak üzere onu félicité’ye verdi.

    kadın derhal onu eğitmeye koyuldu ve kuş, kısa bir süre sonra, “yakışıklı çocuk! hizmetinizdeyim, bayan! selam marie,” diye tekrarlamaya başladı. kuşun tüneği kapının yanına yerleştirilmişti. eve gelenler, “jacquot” diye seslendiklerinde kuşun cevap vermemesine şaşıyorlardı; çünkü bütün papağanlar “jacquot” diye çağrılırdı. bu yüzden onun bir hindi, hatta odun olduğunu söylüyorlardı. onların bu sözleri, félicité’nin kalbine bir hançer gibi saplanıyordu. loulou’nun garip bir huyu vardı: kendisine bakıldığı zaman hiç konuşmazdı.

    aslında kuş kendisine bir arkadaş arıyordu, çünkü pazar günleri, rochefeuille kız kardeşler, mösyö de houppeville ve evin yeni müdavimleri eczacı onfroy, mösyö varin ve kaptan mathieu iskambil oynarken, büyük bir öfke içinde o kadar şiddetle çırpınarak kanatlarını cama vuruyordu ki, konuşmak imkânsızlaşıyordu.

    kuşkusuz, bourais’nin yüzü ona çok komik geliyor olmalıydı. kuş adamı görür görmez adeta yüksek sesle gülmeye başlıyor, sesi avluda çınlıyor, her yerde yankılanıyor ve bunun üzerine pencerelere koşuşan komşular da gülmeye başlıyordu. kuşun kendisini görmemesi için mösyö bourais, yüzünü şapkasıyla gizleyerek duvarın dibinden geçiyor, sonra bahçenin kapısından içeri, eve giriyor ve sevgiden yoksun, soğuk gözlerle kuşa bakıyordu.

    loulou, başını sepetine daldırdığı için kasap çocuktan bir fiske yemişti ve o zamandan beri, çocuğu gömleğinin üstünden ısırmaya çalışıyordu. fabu, kuşu boynunu kırmakla tehdit ediyordu, ama uzun favorileri ve döğmeli kollarıyla haşin görünüşüne rağmen ona karşı şiddet kullanmıyordu. tam tersine, neşeli bir tavırla küfretmesini öğretecek kadar yakından ilgileniyordu. onun kuşa bu tür davranmasından iğrenen félicité, onu mutfağa yerleştirdi. papağanı tüneğe bağlayan zinciri de çözdüler, böylece kuş evin içinde dolaşmaya başladı.

    merdivenlerden inerken eğri gagasını basamaklara dayıyor, önce sol sonra da sağ ayağını kaldırıyordu. félicité ise, böyle bir jimnastiğin onu serseme çevirmesinden korkuyordu. derken, kuş hastalandı; ne konuşabiliyor ne de yemek yiyebiliyordu. kimi zaman tavuklarda görüldüğü gibi, dilinin altında bir sertlik oluşmuştu. félicité bunu tırnaklarıyla çekip alarak kuşu iyileştirdi. mösyö paul, bir gün purosunun dumanını kuşun burun deliklerine üfleme tedbirsizliğinde bulunmuş, başka bir sefer madam lormeau şemsiyesinin ucuyla iterek onu rahatsız etmiş, kuş da şemsiyenin halkasını kaptığı gibi ortadan kaybolmuştu.

    félicité, onu serinlemesi için otların üzerine koyup bir anlığına yanından ayrılmıştı. döndüğünde papağanın yerinde yeller esiyordu! kuşu önce koruluklarda, nehir kenarında ve çatıların üstünde aradı. bu sırada, “dikkatli ol! delirdin mi sen!” diye bağıran hanımını duymuyordu bile.

    sonra, pont-l’evêque’teki bütün bahçelere göz attı, yoldan geçenleri durdurup, “buralarda papağanımı gördünüz mü?” diye soruyor, papağanı tanımayanlara, onu tarif ediyordu.

    birden yeldeğirmenlerinin arkasında, yamacın altında, uçan yeşilli bir şey gördüğünü sandı, ama oraya gelince hiçbir şey bulamadı. bir seyyar satıcı, onu az önce, saint-melaine’deki simon anne’nin dükkânında gördüğünü söyledi. félicité, hemen oraya koştu. dükkândakiler kızın ne demek istediğini anlamadılar. sonunda kunduraları parça parça, yorgunluktan bitkin, yüreği kan ağlayarak eve döndü; kanepenin ortasına hanımının yanına oturmuş, neler yaptığını anlatırken omzuna hafif bir ağırlık çöktü. loulou’ydu bu! neler çevirmişti kim bilir! belki de sadece çevrede biraz dolanmıştı!

    félicité, yaşadığı korkuyu kolay kolay unutamadı; daha doğrusu, bir daha asla unutmadı.

    bir soğuk algınlığından sonra, anjine yakalandı, kısa bir süre sonra, kulaklarında bir rahatsızlık oldu. üç yıl sonra büsbütün sağırlaştı. kilisede bile çok yüksek sesle konuşuyordu. bu yüzden, günahları kendisi için utanç verici ve başkaları için sakıncalı olmadığı halde papaz efendi, onu, günah çıkarması için, sadece kendi soyunma odasında kabul etmeyi daha uygun bulmuştu.

    hayali uğultular duyarak altüst oluyor, aklı karışıyordu.

    hanımı, sık sık ona, “tanrım, ne kadar da aptalsın!” diyor, o da etrafında bir şey arayarak, “evet, madam!” diye cevap veriyordu.

    düşüncelerinin küçük çemberi daha da daralmıştı. çanların ezgisi, öküzlerin böğürtüsü onun için artık yoktu. bütün varlıklar gözlerinin önünde bir hayalet sessizliğiyle hareket ediyorlardı. artık kulağına sadece tek bir ses geliyordu: papağanın sesi. papağan, adeta félicité’yi eğlendirmek istiyormuşçasına, çevrilen şişlerin takırtılarını, balık satıcısının keskin bağırışını, karşıda oturan marangozun testere sesini taklit ediyor, her kapı çalınışında, madam aubain gibi, “félicité! kapı! kapıya bak!” diye bağırıyordu. birbirleriyle konuşurken, kuş, dağarcığındaki üç beş kelimeyi bıktırıncaya kadar söylerken, kadın ona, bütün içindekileri dile getirdiği başı sonu belirsiz cümlelerle cevap veriyordu. şu yalnız hayatında, loulou onun oğlu, sevgilisi sayılırdı. gelip parmaklarına konuyor, dudaklarını gagalıyor, şalına tutunuyor ve kadın, sütnineler gibi başını sallayarak öne eğdiğinde, başlığının uçları kuşun kanatlarıyla birlikte dalgalanıyordu. bulutlar toplanıp gök gürlediği zaman, kuş, belki de doğduğu ormana yağan sağanakları hatırladığı için çığlıklar koparıyordu. suyun akışıyla coşuyor, çılgınca kanat çırpıyor, tavana kadar çıkıyor, her şeyi deviriyor ve pencereden çıkıp bahçedeki su birikintilerinde çırpınmaya başlıyordu. sonra hemen dönüp ocaktaki ızgara demirlerinden birine konuyor, tüylerini kurutmak için zıplayıp duruyor, kâh kuyruğunu, kâh gagasını gösteriyordu.

    1837’deki korkunç kışın bir sabahı félicité, kuşu soğuk almasın diye şöminenin önüne koymuş, sonra onu kafesinde baş aşağı, tırnakları demir tellere takılı olduğu halde ölü bulmuştu. şüphesiz iç kanamadan ölmüştü. lakin félicité, onun maydanozdan zehirlendiğini düşündü ve elinde hiç kanıt olmamasına rağmen, şüpheleri fabu’nun üzerinde toplandı. o kadar ağladı ki sonunda hanımı, ona, “peki o zaman, içine saman doldurt!” dedi. kuşuna daima iyi davranmış olan eczacıya akıl danışmaya gitti. sonra, havre’a mektup yazdı. fellacher adlı biri bu işi üzerine aldı. félicité, bazı paketlerin posta arabasında taşınırken zarar gördüğünü göz önüne alarak, onu honfleur’e kendi elleriyle götürmeye karar verdi.

    yolun kenarında, yapraksız elma ağaçları birbiri ardına sıralanmış, hendekleri buz kaplamıştı. çiftliklerin etrafında köpekler havlıyordu ve félicité, elleri mantosunun altında, ayağında küçük siyah kunduraları, kolunda sepetiyle hızlı adımlarla yolun ortasından yürüyordu. ormanı geçip haut-chêne’i arkasında bırakarak, saint-gatien’e gelmişti. arkasından yokuş aşağı, tozu dumana katarak dörtnala bir posta arabası geliyordu.

    kadının hiç umursamadan sakin sakin yoluna devam ettiğini görünce, sürücü oturduğu yerden doğrulup bağırmaya başladı. bu sırada zaptedemediği dört atı, iyice hızlanmışlardı. öndeki iki at, félicité’ye sürünerek geçmişti. sürücü dizginleri çekerek atları kenara çekti ve öfkeyle kolunu kaldırıp büyük kamçısıyla kadını ensesinden sırtına doğru öyle şiddetle kırbaçladı ki, kadıncağız sırtüstü yere yıkıldı.

    bilinci yerine geldiğinde, félicité’nin ilk yaptığı şey, sepetini açıp bakmak oldu. ne mutlu ki loulou’ya bir şey olmamıştı. sağ yanağında bir sıcaklık hissetti. eliyle yoklayınca, parmakları kıpkırmızı oldu. yanağından kan akıyordu.

    bir metre yüksekliğinde bir taş yığınına oturdu, mendiliyle yüzünü temizledi, sonra acıktığında yemek üzere sepetine koyduğu ekmek kabuğundan biraz ısırdı. yaradan duyduğu üzüntüyü, kuşuna bakarak dindiriyordu.

    ecquemauville’in tepesine varınca, gece karanlığında yıldızlar gibi parlayan honfleur’ün ışıklarını gördü. uzaktaki deniz hayal meyal seçilebiliyordu. derken kendisini güçsüz, bitkin hissederek durdu. çocukluğunda yaşadığı sefalet, ilk aşkında uğradığı hayal kırıklığı, yeğeninin bu dünyadan göçüp gitmesi ve sonra virginie’nin ölümü, denizdeki gelgitler gibi aklına gelip gidiyor, bütün bu hatıralar adeta boğazına kadar yükselip onu boğuyorlardı.

    geminin kaptanıyla görüşmek istedi ve ne yolladığını söylemeden ona kimi tembihlerde bulundu.

    papağan, uzun süre fellacher’de kaldı. adam sürekli olarak kuşu gelecek hafta göndereceğini söylüyordu; nihayet altı ay sonra félicité’ye bir sandığın gönderildiğini bildirdi. bir daha da kuştan söz açılmadı. gerçekten de loulou bir daha asla eve döneceğe benzemiyordu. “onu benden çaldılar!” diye düşünüyordu félicité.

    sonunda kuş, maun ağacından bir kürsüye vidalanmış bir ağaç dalı üzerinde dimdik, bir ayağı havada, başı eğik, fellacher’in şatafat düşkünlüğüyle yaldızladığı bir cevizi ısırır durumda, göz kamaştırıcı bir güzellik içinde gelmişti. félicité, kuşu kendi odasına koydu.

    çok az kimsenin görmesine izin verdiği bu oda, içinde dini eşyalarla birtakım değişik garip şeyler bulunduğundan, hem kiliseye hem de pazara benziyordu.

    büyük bir dolap, oda kapısının açılmasını zorlaştırıyordu. bahçeye açılan pencerenin karşısındaki duvarda, yuvarlak pencere deliği de avluya bakıyordu; kayışlı yatağın yanındaki masanın üstünde su kabı, iki tarak ve her yanı çizilmiş tabağın içinde mavi bir sabun vardı.

    duvarlara tespihler, madalyonlar, bir sürü meryem ana tasviri ve hindistancevizinden kutsal su kabı asılıydı. bir mihrap gibi örtülmüş olan konsolun üstünde, victor’un hediye ettiği deniz kabuğundan kutu, bir süzgeçle bir balon, yazı defterleri, resimli coğrafya kitabı ve bir çift potin görülüyordu. tüylü, küçük şapka, kurdelelerinden aynanın çivisine asılmıştı. félicité bütün bu eşyaya olan saygısında o kadar ileri gitmişti ki, mösyö’nün redingotlarından birini bile saklıyordu. madam aubain’in artık istemediği bütün eski püskü şeyleri félicité kendi odasına koyardı. öyle ki, konsolun kenarında yapma çiçekler ve çatı penceresinin eşiğinde artois kontunun portresi bile vardı.

    loulou, bir tahtayla şömineye tutturulmuştu. félicité, her sabah uyanır uyanmaz, şafak aydınlığında onu görüyor ve o zaman geçip gitmiş günleri ve yaptığı ufak tefek önemsiz işleri en ince ayrıntılarına kadar, hiçbir acı ve üzüntü duymadan, içi huzur dolu anıyordu.

    hiç kimseyle görüşmeden, bir uyurgezerin uyuşukluğu içinde yaşıyor, sadece fête-dieu[19] için toplanan kalabalıklar onu canlandırabiliyor, sokağa kurulan mihrabı süsleyip güzelleştirmek için komşulardan şamdanlar ve hasır süslemeler toplamaya gidiyordu.

    kilisede devamlı kutsal ruh’u seyrediyor ve onda, papağandan bir şeyler buluyordu. epinal’in, hazreti isa’nın vaftiz törenini canlandıran tasvirinde, bu benzerlik ona daha da belirgin görünüyordu. lal rengi kanatları ve zümrüt gövdesiyle kutsal ruh, gerçekten de loulou’nun bir portresi gibiydi.

    bu tasviri satın alarak, onu artoi kontunun portresinin yerine astı, böylece bir bakışta papağanla ikisini birlikte görüyordu. zihninde her ikisi birleşmişti artık, gözlerine daha canlı ve anlaşılabilir görünen kutsal ruh ile olan ilişkisi nedeniyle, papağan da adeta kutsallaşmıştı.

    konuşmak için tanrı, sesi olmadığından bir güvercini değil, ama loulou’nun atalarından birini seçmişti. félicité, tasvire bakarak dua ederken, zaman zaman gözlerini kuşa çeviriyordu.

    meryem ana’nın kızları arasına girmeye heveslendi, ama madam aubain, onu bu isteğinden vazgeçirmeyi başardı.

    bu arada önemli bir olay olmuştu: paul’ün düğünü.

    önce bir süre noter yardımcılığı yaptıktan sonra, ticaret, gümrük vergi tahsilatı alanlarında çalışmış, hatta sular ve ormanlar idaresi’ne girmeye kalkmış ve otuz altısına geldiğinde, birdenbire adeta tanrı esinlemiş gibi, yolunu keşfetmişti: sicil dairesi. bu işte o kadar büyük bir kabiliyet göstermişti ki, bir müfettiş kendisini daima koruyup kollayacağını vaat ederek, ona kızını vermeyi teklif etmişti.

    paul, niyeti ciddi olduğundan, kızı annesine ziyarete getirdi.

    ne var ki kız, pont-l’evêque’in âdetlerini küçümseyerek prenseslik tasladı ve félicité’nin kalbini kırdı. gittiğinde madam aubain rahatlayarak derin bir nefes aldı.

    ertesi hafta, mösyö bourais’nin aşağı britanya’da bir handa öldüğünü öğrendiler.

    bir intihar söylentisi çıktı ve çok geçmeden bunun doğru olduğu anlaşıldı. son zamanlarda bourais’nin dürüstlüğüyle ilgili birtakım şüpheler ortaya çıkmıştı. madam aubain, adam hakkında araştırma yaptı ve onun zimmetine para geçirmek, kaçak odun satmak, sahte makbuz bastırmak gibi bir sürü karanlık işe bulaştığını öğrendi. bunun yanı sıra bir de gayrimeşru çocuğu ve “dozulé’den birisiyle ilişkisi olduğu” ortaya çıktı.

    bütün bu rezaletler madam aubain’i çok üzmüştü. 1853 martı’nda göğsünde bir acı duymaya başladı, dili isle kaplanmış gibi koyulaşmıştı; vücuduna yapıştırılan sülükler nefes darlığını gideremiyordu. hastalığının dokuzuncu günü, 72 yaşında son nefesini verdi.

    kahverengi saçlarının çevrelediği çiçekbozuğu solgun yüzüyle, olduğundan daha genç görünüyordu. etrafındakilere itici gelen kendini beğenmiş tavırlarından dolayı, dostlarından pek azı ölümüne üzülmüştü.

    félicité, onun için, hizmetçilerin hanımefendilerine gerçekte ağlayamayacağı kadar çok ağladı. hanımın kendisinden önce ölmesi onu altüst etmiş ve ona evrenin düzenine aykırı, kabul edilemez, canavarca bir olay gibi gelmişti.

    on gün sonra, (besançon’dan oraya varana kadar geçen süre içinde) kadının mirasçıları çıkageldi. gelin hanım, çekmeceleri karıştırdı, bazı mobilyaları kendine ayırdı, kalanları sattı, sonra paul ile sicil dairesi’ne döndü.

    madam’ın koltuğu, tek ayaklı yuvarlak masası ve şofereti, sekiz sandalyesi gitmişti. bir zamanlar gravürlerin olduğu yerler, duvarlarda boş sarı kareler halindeydi. iki küçük yatağı da şilteleriyle beraber alıp götürmüşlerdi ve dolapta artık virginie’nin eşyalarından hiçbiri görülmüyordu. félicité, üzüntüsünden kendinden geçmiş bir halde yukarı çıktı.

    ertesi gün, kapıda bir ilan vardı. eczacı, evin satılacağını kulağına bağırarak söyledi. félicité sendelemeye başladı ve oturmak zorunda kaldı. onu en çok üzen şey, odasından, zavallı loulou için pek kullanışlı olan odasından ayrılmaktı. içinin sıkıntısını belli eden bir bakışla onu paketlerken kutsal ruh’a yalvarıyor, putperestler gibi papağanın önünde diz çökerek dua ediyordu.

    ara sıra çatı penceresinden sızan güneş, kuşun camdan gözlerine yansıyor ve bu gözlerin félicité’yi vecde sokan parıltılar saçmasına neden oluyordu.

    hanımından félicité’ye 380 franklık bir gelir kalmıştı. ihtiyacı olan sebzeleri bahçeden temin ediyordu. son günlerine kadar giyebileceği yeterince kıyafeti vardı, akşam çöker çökmez erkenden yatarak ışıktan tasarruf ediyordu. eski mobilyalardan bazılarının yer aldığı eskici dükkânını görmemek için, artık hiç dışarı çıkmıyordu.

    geçirdiği büyük şoktan dolayı, felç geldiği için bir bacağını sürüyerek yürüyor ve gitgide güçten düştüğünden, bakkal dükkânı iflas eden simon anne her gün gelerek onun odunlarını yarıyor ve suyunu çekiyordu.

    gözleri daha az görmeye başladı. panjurlar artık açılmıyordu. uzun yıllar geçti. evi ne bir satın alan ne de bir kiralayan çıkıyordu.

    onu evden gönderirler korkusuyla félicité, eve hiçbir tamirat istemiyordu. çatının tahtaları çürümüş; bütün bir kış boyunca yağmur suyu damladığı için yastığı sırılsıklam olmuştu. paskalya’dan sonra kan tükürmeye başladı.

    o zaman, simon anne, bir doktor çağırdı. félicité, neyi olduğunu bilmek istiyordu, ama sağır olduğundan, kulağına sadece bir tek sözcük gelebilmişti: “zatürree”. bu hastalığı biliyordu. yavaşça, “ah! tıpkı madam gibi!” dedi; hanımının peşinden gidecek olmasını doğal buluyordu.

    adak günü yaklaşıyordu. adak yerlerinden ilki, daima tepenin aşağısında dururdu, ikincisi postanenin önünde, üçüncüsü ise sokağın ortasındaydı. bu sonuncu adak yerinin konulacağı yer konusunda büyük bir rekabet yaşandı ve sonunda kilisede çalışan kadınlar, onu madam aubain’in avlusuna yerleştirmeye karar verdiler.

    hizmetçinin nefes darlığı, gün geçtikçe artıyor, ateşi iyice yükseliyordu. félicité, adak yeri için bir şey yapamadığından üzüntüsünden kıvranıyordu. hiç olmazsa oraya bir şey koyabilseydi! derken, aklına papağan geldi. komşuları itiraz edip bunun uygun düşmeyeceğini söylediler, ama papaz ona izin verdi; félicité o kadar sevindi ki, öldüğü zaman, tek serveti olan loulou’yu kabul etmesi için papaza adeta yalvardı.

    salıdan fête-dieu’nün arifesi olan cumartesiye kadar geçen sürede, öksürükleri iyiden iyiye sıklaşmıştı. akşamleyin, yüzü kasılmış, dudakları dişetlerine yapışmış, kusmaya başlamıştı. ertesi gün, tan yeri ağarırken, kendisini çok fena hissettiği için papazı çağırttı.

    ölüm döşeğindekilere yapılan ayin boyunca, etrafında üç rahibe vardı. félicité, fabu ile konuşmak istediğini bildirdi.

    fabu, pazar günleri giydiği kıyafetiyle geldi, bu kasvetli ortamda kendisini huzursuz hissediyordu.

    félicité, kolunu uzatmak için çabalayarak, “özür dilerim,” dedi. “onu sizin öldürdüğünüzü sanıyordum.”

    bu saçma sözler de ne demek oluyordu? nasıl olur da kendisi gibi bir adamın cinayet işlediğinden şüphelenebilirdi! fabu iyice çileden çıkmıştı, az kalsın rezalet çıkaracaktı.

    rahibelere, “görüyorsunuz ya! aklı başında değil!” dedi.

    félicité ara sıra sayıklıyordu. rahibeler yanından uzaklaştılar. la simonne[20] yemek yiyordu. biraz sonra, loulou’yu alıp félicité’ye yaklaştırarak, “hadi, onunla vedalaş!” dedi.

    sanki yeni ölmüş gibi her tarafını kurtlar kemirmiş, kanatlarından biri kırılmış, karnından samanlar çıkmıştı. artık gözleri görmeyen félicité, onu alnından öpüp yanağına dayadı.

    la simonne, adak yerine koymak için onu tekrar aldı.

    v

    çayırlardan yaz kokuları geliyor, sinekler vızıldıyor, güneş nehri parlatıp, çatıların arduvazlarını ısıtıyordu. bir süre önce odasına dönen simon anne, mışıl mışıl uyuyordu.

    çan sesleri onu uyandırdı; ikindi ayininden çıkıyorlardı. félicité, biraz kendine gelmişti. ayin alayını düşünürken, onu gözleriyle görür gibi oluyordu. sanki kendisi de bu alaya katılmış, onlarla birlikte yürüyordu.

    bütün okullu çocuklar, kilise şarkıcıları ve itfaiyeciler kaldırımda yürüyorlar, bu sırada yolun ortasında en önde baltalı mızrağıyla kilise kavası, arkasından büyük bir haç tutan kilise hizmetlisi, çocuklara göz kulak olan öğretmen, küçük kızları için kaygılanan rahibe ilerliyorlar, çocukların en sevimlilerinden melekler gibi kıvır kıvır saçlı üçü, havaya gül yaprakları saçıyor, diyakoz kollarını açarak müziğin daha hafif çalınmasını işaret ediyor, buhurdanlık taşıyan iki kişi, attıkları her adımda “şarap ile ekmek”e doğru dönüyorlardı. şarap ile ekmeği, dört kilise mütevellisinin tuttuğu gelincik renginde kadife bir sayvanın altında ilerleyen ve en güzel kaftanını giymiş papaz tutuyordu.

    arkada, evlerin duvarlarını örten beyaz örtüler arasında, bir yığın insan itişip kakışarak ilerliyordu. sonunda yamacın eteğine geldiler.

    yatağında yatan félicité’yi soğuk bir ter basmış, şakakları sırılsıklam olmuştu. la simonne, aynı şeyin elbet bir gün kendi başına da geleceğini düşünerek, bir süngerle kadının terini siliyordu.

    kalabalığın uğultusu gitgide yükseldi, hatta bir ara çok şiddetlendi, sonra yavaş yavaş azaldı, uzaklaştı.

    bu arada camlar silah sesleriyle sarsıldı. bunlar, kutsal ekmek kabını selamlayan posta arabası sürücüleriydi. félicité, gözlerini çevirerek, elinden geldiği kadar yüksek bir sesle, “iyi mi?” diye sordu. papağan, aklından hiç çıkmıyordu.

    artık can çekişmeye başlamıştı. gitgide sıklaşan hırıltıları, karnının inip kalkmasına neden oluyordu. ağzının kenarlarından köpüklü salyalar akıyor, bütün vücudu titriyordu.

    çok geçmeden bas sesli boruların homurtusu, çocukların ince ve berrak, erkeklerin kalın sesleri duyulmaya başlandı. bütün bu sesler, ara ara kesiliyor, bu sırada çiçeklere basıldıkça hafifleyen ayak sesleri, bir hayvan sürüsünün çimlerin üstünde ilerlerken çıkardığı gürültüyü andırıyordu.

    kilisedeki bütün rahipler avluya girdiler. la simonne yuvarlak pencereden bakabilmek için bir sandalyeye çıktı, böylece adak yerini yukarıdan görüyordu.

    ingiliz tarzı örülmüş bir farbela ile süslenmiş mihrabın üstünde yeşil taçlar asılıydı. ortada, azizlerden kalan kutsal eşyaların saklandığı küçük bir camekân, köşelerde yapma iki portakal ağacı ve kenarlarda boydan boya gümüş şamdanlar ve içinden ayçiçekleri, zambaklar, şakayıklar, yüksükotları, tutam tutam ortancaların yükseldiği porselen vazolar vardı. bu parlak renk yığını, adak yerinin birinci katından kaldırımı kaplayan halıya kadar çapraz olarak iniyordu. arada ender bulunan bazı eşyalar da göze çarpıyordu. lal renkli bir şeker kabının üstünde menekşeden bir taç vardı. alençon taşından küpeler yosunların üstünde pırıl pırıl parlıyor, iki çin perdesi ülkelerinden manzaralar sergiliyordu. güller altında kaybolan loulou’nun, sadece lacivert taşına benzeyen mavi alnı görünüyordu.

    kilise mütevellileri, koroda ilahi söyleyenler, çocuklar, avlunun üç yanına dizildiler. papaz, ağır ağır basamakları tırmandı; parıltılar saçan büyük altın güneşini[21] dantel örtünün üzerine koydu. herkes diz çöktü. büyük bir sessizlik oldu. buhurdanlıklar zincirlerinde hızla, uçarcasına kayıyorlardı.

    gök renkli bir duman félicité’nin odasına kadar yükseldi; félicité, burun deliklerini açarak, mistik bir duyarlılıkla dumanı içine çekti ve gözlerini kapadı. dudaklarında bir gülümseme vardı. kalbinin atışları gitgide yavaşladı, her seferinde daha belirsiz, daha hafif atıyordu. tıpkı bir çeşmenin kuruması, bir yankının kaybolması gibiydi. son nefesini verirken, aralanan gökyüzünde başının üstünde uçan devasa bir papağanı görür gibi oldu.

    [1]eski romalıların, evlerdeki ocakları koruduğuna inandıkları tanrıça vesta’ya adadıkları silindir biçimindeki tapınak.
    [2]1793’te ihtilalcilere karşı faaliyetlerde bulunan kraliyetçi görüşlere sahip kibar beyefendilere verilen ad. bunlar ‘muscadin’ adını, misk kokusu sürdükleri için almışlardır.
    [3]eski bir fransız para birimi.
    [4]fransa’nın santimine eşit eski bir para birimi. 30 sous, 1 frank 50 santim değerindedir.
    [5]madam aubain’in çocukları bernardin ve saint-pierre’in 1787 yılında yayımlanan ve romantizm etkileri taşıdığı için 19. yüzyılda çok tutulan eserinin kahramanlarının adlarını taşımaktadır.
    [6]52 kartla oynanan dört kişilik bir iskambil oyunu.
    [7]ayakları sıcak tutmak için içine sıcak su konulan bir kap. o zamanlar ayakları sıcak tutmak için bazen de ‘ayak tandırı’ denilen küçük ocaklar kullanılırdı.
    [8]manş denizi kenarında, pont-l’evêque’e 12 km uzaklıkta bir yer. flaubert’in ailesi tatillerini geçirmek için sık sık oraya giderlerdi. flaubert, büyük aşkı elisa foucault-schlesinger’e 1836 yılında orada rastladı.
    [9]trouville’in girişinde bulunan falez.
    [10]ingilizce god fish, saint-jacques’taki deniz kabuklarına verilen ad. compostelle’deki saint-jacques kilisesi’ne giden hacılar oraya gittiklerinde, kanıt olarak sadece orada bulunan bu kabuklardan getirirlerdi.
    [11]isa, hıristiyan ikonagrafisinde bazen kuzu şeklinde resmedilmiştir.
    [12]hıristiyan ikonagrafisinde kutsal ruh çoğu zaman güvercinle sembolize edilirdi.
    [13]tanrı babamız.
    [14]metafora. geminin ön kısmında, çapanın asıldığı tahta kısım.
    [15]büyük ayinlerde kutsal ekmek dağıtma görevi, kilisenin bulunduğu yerleşim yerinin en zenginlerine verilir.
    [16]1832 yılında fransa’da birçok can alan büyük kolera salgını.
    [17]1830 yılında çarlık rusyası’nın polonya’yı işgalinden sonra avrupa’ya göç eden polonyalılar.
    [18]o zamanki tutucu pont l’evêque halkının 1793 devrimcileri hakkındaki görüşleri, onların korkunç işler yaptıkları yönündeydi.
    [19]katoliklerin şaraplı ekmek yortusu.
    [20]pont l’evêque halkının simon anne’ye taktıkları isim.
    [21]burada papazın kutsal ekmek kabından bahsediliyor.
  • annemin ilk görev yeri aynı ilçede, kendi köyümüze 40-50 kilometre uzaklıktaki bir başka köy. henüz on sekiz yaşında, öğretmen okulundan yeni mezun ürkek bir genç kızken atandığı bu köyde geçen günlerinin üzerinden kırk yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ oranın iyi, fakir ve temiz kalpli insanlarını anar, hatta aradan geçen uzun zamana rağmen köyümüze annemi ziyarete gelenler olur eski öğrencilerinden.

    geçtiğimiz gün de bu köyden bir öğrencisi annemi ziyarete geldi. annem başlarda kim olduğunu pek hatırlayamasa da bozuntuya vermedi, yarım saat kadar sonra da ortak simalar ve mekânlar bir bir yüzeye çıkınca adnan'ın kırmızı ve güleç yüzü sınıfın bir köşesine yerleşti.

    annem aklında kaldığınca öğrencilerinin, komşularının, koca nenemin tövbe istiğfarları eşliğinde dallas izlediği tek katlı kerpiç evin akıbetini sorup kırk yıllık açığı kapatmaya çalıştıkça, adnan amcanın da başlardaki tutukluğu kayboldu ve artık ziyaretin sonlarına gelindiğine işaret eden suskunlukların koyulaştığı bir anda da adnan amca derin bir nefes alıp kırk yıldır içinde fısıldayan küçük çocuğu serbest bıraktı: hocam ben size bir yalan söylemiştim öğrenciyken, kusura bakmayın.

    anlattığına göre babasının öyle evlatlarıyla ve "okuma işleriyle" pek ilgisi olmadığı için, adnan amca ne zaman okuldaki çeşitli kırtasiye vb. masrafları için babasından para istese en iyi ihtimalle alaycı bir gülüşle karşılaşırmış. yine bir gün, annem şehirden toptan alacağı bir ders kitabı için öğrencilerden belli bir miktarda para istemiş, adnan amca da ders çıkışında anneme gidip babasının bu tür masraflar için kendisine para vermediğini söylemiş. annemin cevabı ise şöyle olmuş: "tamam adnan, sen bir sor, vermezse kitabı sana ben alırım." ertesi gün adnan amca babasının parayı vermediğini söyleyince de annem kitabın parasını cebinden ödeyerek sorunu çözmüş.

    meğer işin aslı böyle değilmiş. o akşam "nasıl olsa babam parayı vermeyecek, en azından dayaktan kurtulayım" diye düşünen adnan amca, babasına hiçbir şey sormadan yatmış ve ertesi gün de anneme gelerek babasının parayı vermediğini söylemiş.

    adnan amca hikayesini bitirip de annemin gözlerine mahcup bir ifadeyle bakınca benim aklıma saf bir yürek'in felicite'si ve loulou'nun ölümü için şüphelendiği fabu'dan ölüm döşeğinde af dilemesi geldi ve eve dönünce ilk iş olarak saf bir yürek'i tekrar, yine aynı yerde gözlerim dolarak okudum. felicite'nin tertemiz gökyüzündeki tek yağmur bulutu bu küçük ve olağan şüpheydi muhtemelen. bizlerin debelendiği bataklıkları düşünürseniz, belki bulut bile değildi onunkisi. adnan amca'yı yıllar sonra annemin karşısına çıkaran da, felicite'ye sinek ısırığı kadar bir muhasebe için fabu'dan af dileten de aynı yüreklerin, beni öykülere bir kez daha inandıran muazzam saflığıydı.
hesabın var mı? giriş yap