• ingilizcesi baya ağır olan, mark twain'in almanca öğrenirken karşılaştığı acıları anlattığı makale. "there are more exceptions to the rule than instances of it" cümlesi aslında tüm makaleyi ve almancayı özetler. tabi bu anadili ingilizce olan birisi için geçerlidir, çünkü mesela bir fransız almancayı oldukça kurallı bulabilir.
  • mark twain'in 19. yuzyil almanca'si hakkindaki yazisi.
  • deli gibi eğlenceli bir yazı olmasına rağmen biraz almanca bilince aslında twain'in almanca'yı kavrayamadığını anlatıyor yazı. bazı bazı verdiği örneklerin bir kısmı yanlış yazılmış abartılmış vesayir, ama gülmediğim tek bir an yoktu okurken.
  • mark twain'in almanca üzerine yazdığı makale

    makaleyi 10 bölüm halinde çevirmeye çalışacağım.

    berbat dil almanca .....''ya da mark twain almanca'dan neden nefret etti''....

    bölüm 1

    sık sık nadide eşyaların sergilendiği müzeyi görmek için heidelberg sarayı'na gidiyordum. bir gün müthiş almancam ile müzenin müdürünü oldukça şaşırtmış, üstelik almanca konuşmaya devam etmiştim. beni büyük bir ilgiyle dinlemiş ve almancama hayran kalmıştı. '' bu nadide almancanızı müzemde sergilemek isterim.'' demişti. almanca öğrenmenin bana nelere mal olduğunu bilseydi, sanatımı satın almanın bir koleksiyoncuyu iflasa götüreceğini de bilirdi. harris ve ben haftalarca almancamız üzerinde çalışmış ve iyi de mesafe kat etmiş, inanılmaz zorluklar çekmiş ve de usanmıştık, çünkü öğretmenlerimizin üçü de bu süre zarfında dayanamayıp ölmüştü.

    almanca öğrenmeyen kişi bu dilin ne kadar afallatıcı, kafa sıyırtıcı olduğunu anlayamaz. şüphesiz başka hiç bir dil bu kadar kuralsız ve sistemsiz olarak ortaya çıkmamıştır. öyle ki, anlamaya yönelik her girişim elinde patlamaktadır. her girdikçe içine bu denizin, dalgalarla ordan oraya çaresizce savruluyor, nihayet bir kural, bir kara parçası, sağlam bir zemin buldum deyip soluklanmak istiyor ve heyecanla sayfaları çevirmeye başlıyor ama şu cümleyle karşılaşıyorsun; '' aşağıdaki istisnalara dikkat edin!'' listeyi inceleyince istisnaların kuralı anlatmak için verilen örneklerden daha fazla olduğunu görüyorsun. hevesin kırılıyor. sonra tekrar güverteye koşuyor, yeni bir ağrı dağı aramaya koyuluyorsun ve bulduğunu sandığın şey yine dağılıp giden kum tepecikleri oluyor.

    her defasında ismin korkunç 4 halini anladığımı düşündüğümde, iğrenç, umulmadık güçlerle donatılmış bir ilgeç (preposition) usul usul cümleye giriyor ve ayağımın altındaki zemini çekip alıyor.

    bölüm 2

    örneğin; kitabım bir kuş ile ilgili bir soru sormaktadır. kendisi sürekli hiç kimse için hiçbir anlam ifade etmeyen şeylerle ilgili soru sorar. 'kuş nerde?' ( wo ist der vogel? ). kitabıma göre bu sorunun cevabı, kuşun 'yağmurun nedeniyle' 'wegen des regens' demircide beklediği oluyor. elbette hiç bir kuş böyle bir şey yapmaz, ama kitabıma göre hareket etmek zorundayım. iyi, güzel! almancanın bu cevap için çok titiz davrandığını kabul ediyorum. yanlış neticeden başlıyorum. böyle olması gerekiyor, çünkü bu almanların fikri. kendime diyorum ki; yağmur ya 'eril', ya 'dişil', ya da 'nötr' olmalı. bunu sözlükte aramak çok meşakatli bir iş. kelimenin cinsiyetinin ne olduğuna baksam da ya 'der' ya 'die' ya da 'das' çıkacak. bilime duyduğum ilgiden dolayı bir hipotez ortaya atmak istiyor ve 'eril' olmalı diyorum. iyi, yağmurun artikeli yalın halde 'der', eğer münakaşa etmeksizin, sessiz sakin olduğu yerde duruyor, bir tamlama almıyorsa. fakat yağdıysa ve yerde duruyorsa, konum bildirmektedir. yani yerde yatıyordur ki, bu almanca dil bilgisi tezahürlerine göre bir faaliyettir, yağmur bir şey yapıyordur. o zaman 'yağmur' ismin 'e,a,de,da' halini almakta ve 'dem regen' olmaktadır. bu 'yağmur' yağmamış, hala yağıyor ise (muhtemelen kuşu sinir etmek için), aktif bir faaliyet içerisindedir. bu da bir hareket bildirmektedir ve 'dem regen' ismin 'i' haline (akkusativ) kaymakta ve 'den regen' a dönüşmektedir. böylelikle bu gramer falı nihayete eriyor ve ben kesin cevabımı verip kuşun ' yağmuru nedeniyle' 'wegen den regen' demircide beklediğini almanca olarak ifade ediyorum. bunu der demez, almanca öğretmenim derhal ensemde beliriyor ve 'wegen' ilgecinin cümlede kendisiyle beraber kullanılan nesneyi, sonuçlarına bakmaksızın, ismin 'nın, nin' halinde yani genitiv halde kullanmamızı gerektirdiğini belirtip, kuşun 'yağmurun nedeniyle' 'wegen des regens' demircide beklediği konusunda beni uyarıyor.

    daha sonra otorite olarak ‘wegen den regen’ ‘yağmuru nedeniyle’ demenin birisine, belirli nevi şahsına münhasır ve karmaşık durumlarda müsaade eden bir istisna olmuş olabileceğini tecrübe ediyorum. ama bu istisnanın yağmur hariç hiç kimse için bir değeri olmayacaktır. 10 tane sözcük türü vardır ve 10’u da sinir bozucudur. hele almanca bir gazetedeki ortalama bir cümle, ulu ve de müessir bir ucubedir; koca sütunun yarısını kaplar ve bu 10 sözcük türünün hepsini de içerir. üstelik belli bir düzenle de değil, karmakarışık. yazarın yer ve konuma bağlı olarak kendi kafasına göre bir araya getirdiği, sözlükte dahi bulunamayacak kelimelerden oluşur. 6 ya da 7 tane sözcük, birbirlerine nasıl geçtikleri, nasıl ve nerden kaynak yapıldıkları da tespit edilemeyen sözcük, arada tire bile olmadan, 14 ya da 15 farklı konuya temas eder şekilde bitişik yazılır. her biri kendi içinde ayrı parantezlere ayrılır, sonra bu parantezler 3 ya da 4 tane iç paranteze ve onlar da hepsini içine alan, saygı değer haşmetmeaplarının ilk satırından başlayan ve ortalarına doğru biten bir dış paranteze alınırlar. sonra fiil gelir. ancak o zaman bunca zamandır neden bahsedildiğini fark edersin. yazar fiilden sonra da bir de ‘ haben sind gewesen gehabt haben geworden sein’ ‘ olmuş olduğunu oldurdulardı oldu’ gibi ya da anladığım kadarıyla buna benzer bir tezyin iliştirir. abidemiz bitmiştir. bu nihai cümbüşün, yazının sonuna atılan lüzumsuz ama güzel bir tuğra olduğunu düşünüyorum.
    almanca kitapların okunması kolay oluyor, aynaya tutar ya da amuda kalkıp okursan tabi. ama almanca bir gazeteyi okumak ve anlamak bir yabancı için hep imkansız olarak kalacaktır.
  • kitap şu muhteşem ifadelerle bitmektedir:

    my philological studies have satisfied me that a gifted person ought to learn english (barring spelling and pronouncing) in 30 hours, french in 30 days, and german in 30 years. it seems manifest, then, that the latter tongue ought to be trimmed down and repaired. if it is to remain as it is, it ought to be gently and reverently set aside among the dead languages, for only the dead have time to learn it.

    ayrıca (bkz: a tramp abroad)
hesabın var mı? giriş yap