• toplumsal değişmenin maddesel temele dayandığını savunan görüş.(bkz: marxizm)
  • marks ve engels "maddeci diyalektik" yöntemi tarihin ve toplumun çözümlemesinde kullanır bundan yola çıkarak bir takım saoyal ve toplumsal sonuçlara ulaşırlar işte tarihsel maddecilik bunların tümüne verilen addır.
    (bkz: üretim ilişkileri)
    (bkz: üretici güç)
    (bkz: sınıf çelişmeleri)
    (bkz: altyapı)
    (bkz: üstyapı)
  • marks'ı döneminin en "cool" felsefecisi yapan pozitivist saplantısı. marksizmi zamanında son derece güçlü kılmış sonsuz mutluluk vaadini mümkün kılan yanılsama. bir yere kadar tutmuştur ancak kuantum evresiyle birlikte, gözleyenin de deneyin bir parçası olduğunun bilimsel keşfinden başlayarak sarsılmıştır. buradaki deneyci birey olarak marks bizi inandıramaz artık. çünkü diğer insanı nesne haline getiren ve yasalarını araştıran, daha sonra bu yasalar yardımıyla ona yardım edecek olan kendisi de alt tarafı bir insandır çünkü... insanların bunu anladıktan beri onun yardımına ya da teorisine ihtiyacı yok, -ancak tavrına ihtiyaçları olduğu kesin.

    bütün doğanın sırrını çözdük demek ne derece mümkünse, insanın sırrını çözdük demek de o derece mümkündür. ve henüz çözülmesini istemediğimiz şeyler de vardır, -yoksa da olmalıdır.
  • althusser'e atıfla açıklanması pek yerinde olmayan materyalizm... zira althusser marksizm içerisinde tarihselcilikten ziyade yapısalcılığı temsiliyeti ile tanınmaktadır. bu anlamda lenin ya da gramsci atfıları ile açıklanabilecek materyalist dünya görüşü

    (bkz: dostum tarihselci demişsin ama bu adam yapısalcı)
  • solcu, sosyalist, komünist, marksist dünya görüşünün başlıca temelidir ki, bu da tarihin, maddesel ihtiyaçları üretme süreci içinde oluşup geliştiği fikrini içerir; toplumlar bulundukları yere, yaratabildikleri üretim araçlarının niteliğine göre birbirlerinden ayrılırlar, kimi zaman birbirine hiç benzemeyen gelişim yolları izlerler; ama bir solcu, sosyalist, komünist, marksist, yalnızca bu kuramı bilmekle kalmaz, onun kendisine verdiği yöntemi kullanarak, içinde bulunduğu toplumu tanımaya çalışır, bunun için de toplumun geçmişine uzanır ister istemez. eskiden padişahlar, paşalar, beyler keyif sürmüşler gibisinden ilkel değerlendirmeler ile tarihi gülünç etmeye kalkmaz. daha da ileri gideyim, geçmişi tümden kötülemez o hiçbir zaman; tam tersine olarak, geçmişte bugünü yaratan güçleri araştırır bulur, dünün bugünü yarattığına, bugünün ise yarını yaratacağına inanarak, sürüp giden zaman içinde olaylara bir nedensellik ilişkisi biçer. kısacası, bir solcu, sosyalist, komünist, marksist, zamana ve tarihe inanır, zamana ve tarihe değer biçer, ama bunu yaparken duygusallığa kaptırmaz kendini.

    peki, muhafazakarların [ya da en geniş anlamda sağcıların diyelim], sol kesime yönelttikleri "sizi bizim şanlı tarihimizi yadsıyorsunuz" sözünün kaynağı nedir? onlar neden bu sözü ikide bir yinelemeyi gerekli görüyorlar? solcular uluslarını sevmezler mi? solcuların, sosyalistlerin geçmişi olmayan bir toplum yaratmak düşü ardında olduklarını mı sanıyorlar?

    düşünelim... öncelikle "siz bizim şanlı tarihimizi yadsıyorsunuz" sözünden o "şanlı" sözcüğünü çıkaralım. neden diye sorulacak olursa, tarih bir bilimdir de ondan; geçmişteki olayları "şanlı olan", "şanlı olmayan" diye ikiye ayırıp yalnızca "şanlı olan" üzerinde durmaz. diyelim ki, şanlı olan tarih, geçmişteki zaferlerimizdir; iyi ama, geçmişteki yenilgilerimizi tarih bize anlatmayacak mı? bütün bunlardan daha önemli olarak, geçmişteki zaferlerin de, yenilgilerin de nedenlerini öğrenmemiz gerekmez mi? tarihi zaferlerle, yenilgilerin toplamı saymak yanlıştır. bir başka deyişle, tarih sadece övünmek için değildir, günümüzü anlamamıza yaradığı ölçüde değer kazanır o, yarınımızı kurmamıza elverdiği ölçüde önemlidir.

    eğer biz tarihe bakarak kendimizi başka uluslardan üstün görürsek, düş kırıklığımız korkunç olur. nitekim öyle oluyor. ilkokulda en büyük ulus olduğumuzu öğrenen bir küçük öğrenci, lise, üniversite sıralarında bir türk bilim adamına, bir türk filozofuna rastlamayınca kendine güvenci kalmıyor. nedeni besbelli,; bizim sağcılar geçmişin canlandırılamayacak, ölmüş olayları üzerinde duruyorlar, gençlere bunları öğretmekle ilerleyeceğimizi sanıyorlar da ondan. tarihten alınacak şeyi bilmek çok önemlidir. sosyalist jean jaures, sağcılara şöyle demişti : "geçmişin ateşini biz aldık, siz ise külünü saklıyorsunuz."

    gerçekten de, sağcılarla solcular, tarihi benimsemek ya da yadsımak bakımından değil, tarihe bakış açılarında birbirlerinden ayrılırlar. sözgelişi bir sağcı, osmanlı imparatorluğu'nun ilerleme dönemini türk'ün kahramanlığı ile açıklamak yolunu tutar da, yenilgilere sıra gelince, diyelim geleneklere saygının ortadan kalktığını söylemekle bunlara bir neden gösterdiğini sanır. yahut suçu gavurlara yükler (böyle düşünen solcularımız da var). savaşlarda savaşanların kahramanlığı elbette sonucu etkileyen bir ögedir, ama yalnızca bir ögedir; ekonomik, siyasal durumlardır savaşların alınyazısını yazan. zaferden zafere koşan bir toplumun sonradan yenilgiler altında ezilip yok olmaya yüz tutmasının nedenlerini irdelerken, bir solcu, hiç de ulusunu töresel bakımdan yolunu şaşırmakla suçlamaya kalkmaz, namussuz düşmana, gavura kızmakla bu sorunun anlaşılacağını düşünmez, bizi bugüne getiren olaylar dizisinin yasalarını anlamaya çalışır o. bunu anlayınca da, biz artık geçmişin ağırlığı altında kalmaktan kurtuluruz. başka bir deyişle, bugünün ışığı altında bakarız geçmişe. bütün iş, belli bir dönemde çalışma düzeninin nasıl olduğunu ortaya çıkarmakta toplanır. nitekim karl marx ve friedrich engels, "bildiri"de şöyle derler: "burjuva toplumunda çalışma, kapitaldeki birikmiş emeği arttırma aracından başka bir şey değildir. sosyalist toplumda ise biriken emek, çalışanların yaşamasını genişleten, zenginleştiren bir araç olacaktır. burjuva toplumunda geçmiş şimdiye egemendir, sosyalist toplumda ise şimdi, geçmişe gemen olacaktır."

    her şeyden önce yapılacak iş, tarihi savaşların, padişahların tarihi olmaktan çıkarmaktır. tarih geçmişe de, geleceğe de uzanan bir halkın tarihinden başka bir şey olamaz. bir solcuyu, geçmişini bilmemekle ya da yadsımakla suçlamak yanlıştır. bir solcu ulusu tarihin akışı içinde gerçek bir varlık olarak kabul eder. uluslararası birlik düş-ü ise, özgür, bağımsız insanların gönüllü birleşmesinden doğacağına inanılan bir düş-üncedir.

    bizim tarih kitaplarımızda anlatıldığı gibi, rönesans denilen olay, fatih sultan mehmet'in istanbul'u alması ile istanbul'dan kaçan bilginlerin italya'da yarattıkları bir uygarlık atılımı ise, bize bundan bir övünç payı çıkarmak olanaksızdır. çinlileri sınıra büyük bir duvar örmek zorunda bırakmak hiç de övünülecek bir olay sayılamaz.

    bunun gibi, geri kalmadığımız, fakat geri bırakıldığımız üzerine sözler de, ulusumuzu, halkımızı zavallı, umarsız durumda betimlemekten başka bir anlama gelmez. bütün sorun osmanlı düzeninin nasıl bir ekonomik düzen olduğunu bilmekte toplanmaktadır. başka bir deyişle, batı'dakine benzer bir 'kapitalist birikim' osmanlı imaparatorluğu'nda niçin gerçekleşmedi? orada olan niçin burada olmadı?

    sağcının tarihe bakış açısı ile, solcunun tarihe bakışı arasındaki ayrıma değinmek istedim, ama kimi gün benim de duraladığım oluyor, "yoksa hiçbir ayrım kalmadı mı?" diye kendime soruyorum. sözgelişi "yurtsever cephe", "ulusal sol" vb. beşbenzemez kavramlarda olduğu gibi.
  • dialektik materyalizm tezlerinin cemiyet hayatının incelenmesi meselelerine uygulanması ve bu tezlerden istifade ederek cemiyet hayatının gelişmesi ile ilgili umumî kanunlar vazetmeye çalışan bir görüştür.
  • tarihî determinizm şemsiyesi altında ıslanıp hasta olmaktan, böhğür böhğür öksürmekten, o tatlı bademciklerin şişmesinden, ateşlenmekten, geceleyin bedenin alt tarafı üşümekten titrerken yastığın soğuk yanını arayarak bedenin cayır cayır yanan boyun kısmını söndürme arzusundan kurtarmak için uydurulmuş bir materyalci temayül (materialis inclinatio), materyalin eğilimini temel alıp, o eğilimi "eğilim" kılan özneyi de evvelki başka bir eğilimin neticesi olarak görüp tüm tarihi eğilimler tarihi olarak değerlendiren bir üst-yapı, paris'in kararı (iudicium paridis) nasıl ki, troia'nın yıkımına sebep olduysa [*], tarihteki her iudicium da başka yıkım ve kuru(lu)mların (strüktür, structio) "materyal"idir. doğaldır ki, böyle bir düşüncede özne yani insan, materyale endeksli okumanın temel aracı olur. nasıl ki, bademciklerin şiştiğinde, güzel boğazını baş ve işaret parmağıyla tutup "hımm bademciklerin şişmiş" derse biri, tarihsel materyalizmle gönül bağı olan da, tarihin bademciklerine yani tarih kitaplarına bakıp "bademcikleri şişmiş" dercesine "materyal iteklemiş, neticede materyal ortaya çıkmış" der. tarihsel materyalist, her kendini iyi hissetmeyene default olarak "ilaç aldın mı?" diye soran günün insanına benzer, önemli olan onun için, çağların ortak mirası olan varyatif bilinci tek bir yere yani soyut anlamda materyalin kendisine indirgemedir.

    bunu yapabildiği ölçüde kendisini vicdanen "rahat" hisseder, aslında hiç umursamadığı halde "ilaç aldın mı?" diye sorup gidenlerden de olsa özünde, hiç fark etmez, neticede ortega y gasset'nin dediği gibi, ne kadar yakınımız olursa olsun, sanki ağzında kuş varmış da, kaçmasın diye yanağını bastırıyormuş gibi duran bir başkasının diş ağrısını, onun hissettiği gibi hissedemeyiz.

    plekhanov'un da bildirdiği gibi, hegel, her felsefî dizgenin aslında "kendi devrinin ideolojik bir ifadesi" olduğunu düşünmüştü.[**] daha sonra bu fikir tarihçi elefteropulos tarafından geliştirilmiş ve her devri karakterlendiren şeyin, her şeyden önce, ona uygun düşen ekonomik durum olduğu öne sürülmüştür. başka deyişle, toplumun ekonomik temeli değiştikçe, toplum üzerindeki etkinliğini hissettiren ideolojik üst-yapı da değişmektedir. oysa hegel'in kast ettiği şey, mevcut felsefî fikrin, "kendisinden ötürü" dönemin şartlarına göre değişim göstermesi ve varyatif kimliğine binaen bir ideolojik ifadeye dönüşmesidir. hegel'e göre, "yaşadığımız çağın tüm fenomenleri uygunluğun / olması gereken tatminkârlığın eski yaşam stilinde bulunamayacağını gösterir... içsel/ruhsal yaşamında kalan insanlar doğayı fikre taşır... yaşamı ve onun somut düzenini değiştirmek ister.[***] o halde, ona göre, "yaşamı değiştirme güdüsü" insandan (insan fikrinden) hareketlendiği için, insan temellidir, oysa tarihsel materyalizmin bir üst perdeden bize seslenen eleğine bakarsak, bu güdüyü belirleyen de aslında bir materyaldir.

    o materyal, başka deyişle "(bir şeyleri) düzenleme ve değiştirme arzusu" ekonomik açıdan yeknesak olmayan toplumun bu yapısından ötürü -tarihin hiçbir devrinde- "yeknesak" olamamıştır. bu yüzden dünyayı düzene koyacak felsefî ekoller hep birbiriyle çatışmıştır. cengiz çakmak üstadımızın dediği gibi, "felsefede de dogma vardır yerin dibine sokulur", dogmanın yerin dibine sokulabilirliği, o halde, elefteropulos gibi tarihsel materyalistler için ekonomik şartların doğasından kaynaklanan antinomiden gelir. bu, aynı zamanda neden diyalektiğin felsefî düşünce dünyasında büyük yer kapladığını da açıklar, islam filozoflarına kadar (geçenlerde zıpçıktının biri "diyalektik" teriminin türkçeye fransızcadan geçtiğini savunmuştu, ibni sina'nın haberdar olduğu bir terimi fransız kaynaklı görecek kadar, batılı renaissance felsefe tarihçilerinin "türklerde felsefe terminolojisini rumlarla olan temaslarıyla" ilişkilendirdiği bilgisinden uzakta, konuyu yeniyetme bilgilerini gösterme sevdalısı çocuk edasıyla ön plana atılarak sergilediği tarzan fransızcasıyla ele almaya çalıştığı için, aksi bir yere varması şaşırtıcı olurdu), her felsefî zihnin dialectica'daki çift / zıt okumaya biçtiği anlamı ziyadesiyle ölçüp biçmemiz gerekir. dialectica her şey, bir yaşam okuması! materyalin varyatif niteliği tarihin de varyatif olmasını sağlar, çünkü bir insan bir insandır, iki insan iki insan, o halde tarihsel antinominin nedeni insansa da, aslında tarihsel antinomi de insanın nedenidir, yani burada da diyalektik ön planda, o öbürünün, öbürü de onun nedeni. gel de çık işin içinden.

    plekhanov, elefteropulos'un yukarıda kısaca bahsettiğim tarihsel materyalist açıklamasını "aşırı derecede basitleştirilmiş" bulmaktadır. verdiği örnekler, aynı zamanda bir tarihsel materyalistin ne gibi "örnekler" verebileceğine ilişkin doyurucu olacaktır, diye düşünüyorum. örneğin, ksenophanes felsefede eski yunan proletaryasının hasretlerine tercüman olmuştur, yani ksenophanes, devrinin rousseau'sudur.[****] o bütün vatandaşların eşitliğini sağlayacak bir sosyal reform taraflısı idi ve onun âlemin birliği teorisi kendi reform tasarılarının teorik temelinden başka bir şey değildi. heraclitus'a bakalım. onun felsefesi, ki plekhanov "karanlık heraclitus" diye anıyor onu, aristokratların devrimci yunan proletaryasının hasretlerine karşı reaksiyonu doğurmuştur. buna göre, evrensel eşitlik imkânsızdır, örnek mi istiyorsun? doğaya bak, doğa bile hiçbir şeyi "eşit" yaratmamıştır. peki, düzen nasıl sağlanacak? elefteropulos'un yorumunda geçtiği üzere, "karanlık" heraclitusçu fikir, insanı itaate ve kaderine teslim olmaya iter. bu düşünce devamında, devletin değil, devlet içindeki "keyfî yapılanma"nın kaldırılması gerektiği düşüncesini doğurur. stoacıların (ve tabi ki seneca'nın) lex naturae dediği, "doğa yasası" evrensel / kutsal olarak kabul edilmeli ve herkes ona boyun eğmelidir.[*****] tüm zıtlar, antagonist yapılar, modern deyişle nefreti öne alan "nefret söylemi"ne güdümlüler hep bu birlik'in bir parçasıdır, tıpkı heraclitus'un bir fragmanda dediği gibi:

    "inen ve çıkan yol bir ve aynıdır."

    ya da

    "karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar. her şey çatışma sonucunda meydana gelir."[******]

    plekhanov, tarihsel materyalizmin okuması gereğince, "ideolojilerin evrim sürecinin bu kadar basit olamayacağını, aksine kompleks yapıda olduğunu" söyler.[*******] ona göre, elefteropulos marx'ın tarihsel materyalizmini biliyor ama "kötü bir şekilde" yorumluyor. doğrusu, materyalizmin ana tezinin kabulüdür, nedir o tez? şudur: tarih insanlar tarafından yapılır, başka deyişle, insanlar salt "katılımcı" değildir, "yapıcı"dır da.

    peki, plekhanov'un da kabul ettiği bu marksist tarihsel materyalizm anlayışına göre, insanın faaliyetleri bizzatihi insanın önemini ortadan kaldırmaz mı? dilerseniz engels'in heinz starkenburg'a mektubundan okuyalım:

    "böyle bir insanın ve özellikle filâncanın belli bir devirde ve belli bir ülkede ortaya çıkması, sırf bir tesadüf eseridir elbet. ama, bu insanı ortadan kaldıracak olursak, yerini bir başkasının doldurması gerekir ki, bu başkası da eninde sonunda, iyi kötü bulunur. yaptığı savaşlar yüzünden bitap düşen fransız cumhuriyetinin, gelişini zorunlu kıldığı asker diktatörün napoleon adında bir korsikalı olması ancak tesadüfe hamledilebilir. ama, napoleon olmasaydı onun yerini başka birisi alacaktı. nitekim, lüzumlu insanın: caesar, augustus, cromwell veya başkası - gerektikçe her defasında bulunmuş olması, bunun böyle olduğunu ispat eder. materyalist tarih anlayışını marx keşfetmiş olmakla birlikte, thierry, mignet, guizot ve 1850'ye kadar bütün tarihçilerin misali, bu sonuca doğru çaba harcanmakta olduğunu gösterdiği gibi, aynı anlayışın morgan tarafından da keşfedilmesi ispat ediyor ki, bu artık yapılma vakti gelmiş bir keşif, bir zorunluluk idi. bütün tesadüfler veya tarihte tesadüf gibi görünen bütün şeyler için de bu böyledir."[********]

    buradan anlaşılıyor ki, tarihsel materyalizm bize, entelektüel, sosyal, kültürel, siyasî, dinî, sportif vs. hangi alanda olursa olsun, sivrilen herkes aslında insanlığın mevcut varyatif mirasının ortalama çizgisinin bir ürünüdür. kahraman dediğimiz insanlar gibi, kötünün de kötüsü olarak bellediğimiz düşmanlar da aslında bu ortalama çizginin etrafında "mecburiyetten" meydana gelmiş kimselerdir. peygamberden, putperest rakiplerine, atatürk'ten said-i nursi'ye, menderes'ten inönü'ye, demirel'den ecevit'e, fethullah gülen'e, abdullah öcalan'a ve recep tayyip erdoğan'a kadar, bu topraklar üzerinde yaşayıp da hâlâ günün kitlesel eğilimlerini temsil eden "kahraman"ların ve tabi ki "düşman"ların, ne denli "ortalama çizgi" etrafında sivrilmiş kimseler olduğunu anlayabilmek için, çizginin dışında yer almak gerekiyor. bir kısmınıza alâkasız gelebilir ama bana öyle gelmiyor, nilüfer göle "aydınlığımı değil akademisyenliğimi öne çıkarıyorum" minvalinde bir şeyler derken, biraz bunu kast ediyordu sanki. belki de "aydın" olmamıza gerek yok, belki de "bilgin" olmamız ayaklarımızın birbirine dolanması için yeterli bir niteliktir.

    plekhanov karşı çıksa da, marx değil miydi, tarih teorisinin hiçbir zaman bilginler âleminde geniş çerçevede destek bulamayacağını düşünen? önemli olan "açıklık", zora düşmüş olanı ayağa kaldırmaya çalışmaktansa yıkıp yeniden inşa etmeye çalışmak, sosyal evrim düşüncesini benimseyip, sinema perdesinden korsan .avi'ye uzanan kahramanların, son sahnede esas kızı öperek kazandığı prestijin devamında ne denli pörsüyebildiğini hayal etmektir, neymiş yarasa adam kedi kadını yatağa atmış, tamam da gece uyanmayacaklar mı hiç? bir an olsun çişleri gelmeyecek mi? çiş ne? materyal. demek ki neymiş, can sıkan unsur olarak çiş, prestijin yitiminde rol oynayabiliyormuş. "kedi kadın ne kadar seksi yalıyor yarasa adamın burnunu" tamam da, yarasa adam boyner'den 600 liralık deodorant almaya mecbur bırakıldığında sor yalanmanın hazzı nasılmış, deodorant ne? materyal.

    hegel'le varalım sona: "kısıtlı, dar bir yaşama, ancak daha iyi bir tanesi güç kazanıp da kudretini onun üzerinde kullanabilecek kadar tehdit edici olunca, başarıyla saldırılabilir." o halde düşünceyi açmak, toplumu açmak, kapıları zorlamak ve önden köstek olanları horlamak, kahraman kültünü devirmek, asla kıstaslar konusunda uzlaşamayacağımız "daha iyi"nin peşine düşüp, seneca'nın tabiriyle "keşif beklentisi olmaksızın, karanlıkta el yordamıyla ama umudu tümüyle de yitirmeden yürümek" durumundayız, neticede karanlıkta yazılacak tarihin materyali de, sağa sola çarpmaktan morarmış insan eti, şişen bademcikler, bademciklere dokunan iki parmak "şişmiş" diyen başka birine ait ses. bazen sesin bile materyal olduğunu kabul etmek zorundayız.

    "tantae molis erat" "ne büyük yüktü öyle!" diyor vergilius, aeneis 1.33'te "romanam condere gentem" "roma ulusunu inşa etmek!"

    stellae

    * bkz. homeros, ilias 24.25; vergilius, aeneis 1.27.
    ** g. v. plehanov, marksizmin temel sorunları, sosyal yayınlar, çev. e. buri - s. hilav - c. karakaya - o. suda, ikinci basım, istanbul, 1994, s.71.
    *** h. barth, truth and ideology, university of california press, 1976, s.46.
    **** wirtschaft und philosophie, c.i, s.98.
    ***** plekhanov, a.g.e., s.73.
    ****** herakleitos, fragmanlar, çev. c. çakmak, kabalcı yay.
    ******* plekhanov, a.g.e., s.73.
    ******** plekhanov, a.e., s.75.
  • bize üstyapının altyapıya bağımlı olduğunu anlatır. yani belli sosyo-ekonomik sistemler belli kavramları doğurur. efendi-köle sistemi tanrı-kul ideolojini yaratır mesela. peki köleliğe dayalı bir ilkçağ toplumunda hoşgörü olabilir mi? eğer olabilseydi köle "beni hoş gör, ben artık köle olmak istemiyorum", sahibi de "ayıp ediyorsun hadi buyur git" derdi. yani sistem yürümezdi. işte üstyapıyı altyapıdan bağımsız düşünmek eski çağların sınıfsal gerçekliklerine göre yaşayan gericilerin yeteneğidir bu yüzden.
hesabın var mı? giriş yap