*

  • türkçesi tanner kardeşler olan robert walser romanı... toplumla çatışan birey, taşra-merkez, kardeşler arası ilişkiler, kadın-erkek, sınıflar gibi temalar etrafında, yer yer yusuf atılgan'ın aylak adam'ını yer yer dostoyevski'nin budala'sını andıran bir karakter -simon tanner- merkezinde dört kardeşi anlatan romanın otobiyografik özellikler taşıdığı söyleniyor.

    şu pasajı dikkate sunarım:

    "çocuğun gözünde bir damla yaş parlamış, ama ağladığını anlayacak kadar akıllı değilmiş daha. herhalde gece donmuş çocuk, ama hiçbir şey hissetmemiş, hiç hissetmemiş, bir şey hissetmek için çok küçükmüş. tanrı görmüş çocuğu, ama aldırış etmemiş, tanrı bir şey hissetmek için çok büyükmüş."
  • "simon yazmayı bıraktı... sonra rosa'nın yanına, banliyöye gitti ve ona şunları söyledi: "belki yakınlarda küçük bir taşra şehrinde işe girerim; benim için düşünülebilecek en güzel şey olurdu bu. küçük bir şehir harikulade bir şeydir gerçekten. orada acayip az bir paraya tuttuğum eski, rahat bir odam olurdu. işten odaya birkaç adımla kolayca varılırdı. sokakta tüm gençler insanı selamlar ve kendi kendilerine, bu genç beyefendinin kim olabileceğini düşünürlerdi. kız çocuk sahibi kadınlar, kızlarından birini zihinlerinde bu insana eş olarak bile verirlerdi. bukleli saçları ve küçük kulaklarından sarkan ağır küpeleriyle en küçük kızları olurdu bu. işyerinde zamanla vazgeçilmez kılardım kendimi ve şef benim gibi birini almış olduğu için mutlu olurdu. akşamları eve geldiğimde, ısıtılmış odada oturulur ve belki de içlerinden biri imparatoriçe eugenie'yi, bir diğeri de bir devrimi gösteren, duvarlardaki resimlere bakılırdı. evin kızı girerdi belki içeri ve belki bana çiçekler getirirdi, neden olmasın? insanların birbirlerine böylesine şefkatle yaklaştıkları küçük bir şehirde mümkün değil midir bunların hepsi? ama günün birinde, ılık, aydınlık öğle saatlerinde, aynı kız çekinerek kapıma, yeri gelmişken söyleyeyim, rokoko döneminden kalma bir kapıya vurur, kapıyı açar ve odama girerdi ve güzel başını, sonsuz bir incelikle yana eğerek şöyle derdi bana: 'nasıl da sessizsiniz daima, simon. öylesine alçakgönüllüsünüz ki ve hiçbir istekte bulunmuyorsunuz. şu ya da bu eksiğim var demiyorsunuz. her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsunuz. korkarım, memnun değilsiniz.' ben güler ve yatıştırırdım onu. sonra ansızın, sanki tuhaf duygulara kapılmışçasına, şunları söylemek gelirdi aklına: 'şu masanın üzerindekiler ne kadar sessiz ve güzel çiçekler. sanki gözleri varmış gibi görünüyorlar ve sanki gülümsüyorlarmış gibi geliyor bana.' bir küçük şehir kızının ağzından böyle bir şey duymak şaşırtırdı beni. sonra ansızın, orada duran ve tereddüt eden kıza doğru ağır adımlarla yürümeyi, kolumu onun beline dolamayı ve kızı öpmeyi doğal bulurdum. izin verirdi buna, ama insanın kötü düşüncelere kapılmasına yol açacak şekilde değil. gözlerini sımsıkı kapardı ve kalbinin çarptığını, güzel, yuvarlak göğüslerinin dalgalandığını duyardım. bana gözlerini göstermesini rica ederdim ondan; bunun üzerine gözlerini açardı ve ben, açılmış, soran gözlerinin göğüne bakardım. bu uzun bir yakarış ve bakış olurdu. önce onun yalvaran bir bakışı olurdu, ardından bu beni de ona aynı biçimde bakmaya iterdi, sonra tabii gülmekten alamazdım kendimi ve o buna rağmen güvenirdi bana. ne harika olurdu bu ve insanların bakışlarla çok şey söyledikleri küçük bir şehirde olabilir de. onu o tuhaf kıvrımlı ve kavisli ağzından yine öper ve pohpohlardım, öyle ki pohpohlamalarıma inanmaktan alamazdı kendini ve o zaman bunlar salt pohpohlama olmaktan çıkardı ve onu karı olarak gördüğümü söylerdim ona, bunun üzerine, başını yine öyle olağanüstü bir biçimde yana eğerek 'evet' derdi. çünkü ben onun ağzını, bir çocuğu susturur gibi örttüğümde onu öpücüklere boğduğumda bir coşku ve zafer tebessümünü bastıramayan bu muhteşem kadın, nasıl karşılık verebilirdi ki bana? tabii, o muzaffer olurdu, bense onun fethettiği; çok geçmeden anlaşılırdı bu zaten, çünkü onun kocası olur ve böylece tüm hayatımı, özgürlüğümü ve dünyayı görmek için duyduğum tüm arzuyu ona feda ve armağan ederdim. artık daima onu izlerdim ve hep daha güzel bulurdum. evleninceye kadar, onun peşi sıra saçtığı cazibelerinin ardından bir dalgacı gibi koştururdum. akşamları, sobanın ateşini yellemek üzere odada yere diz çöktüğünde ona bakardım. çok gülerdim, bir budala gibi, sırf şefkatin fazlasıyla ince kelimelerini durmadan kullanmamak için ve yüzünde acının hatlarını yakalamak için belki de ona sık sık kaba davranırdım. böyle bir davranış ardından, bakmadığı bir anda, yatağının önüne gizlice diz çöker ve ona yokluğunda tapınırdım hiç duraksamadan. belki de hatta boyalı kundurasını ağzıma bastıracak kadar çıkardım yoldan; çünkü küçük, beyaz ayaklarını içine soktuğu bu nesne, tapınmaya fazlasıyla yeterdi, tapmak için çok şeye gerek yoktur zaten. sık sık yakındaki yüksek kayalara tırmanırdım, uçurumların üzerinden, küçük ağaç dallarına tutunup kendimi kaygısızca yukarı çekerek ve tepede, kaymış bir kayanın üzerinden aşıp sarımsı bir çayırlığa uzanır, aslında nerede olduğumu hatırlardım ve elbette sevilen, ancak her şeyi isteyen bir kadınla birlikte böyle sıkıcı bir hayat yaşamanın yeterli olup olmadığını sorardım kendime. böyle sorular karşısında sadece kafamı sallardım ve sapasağlam duyularımla küçük şehrin uzandığı aşağıdaki ovaya karşı düşlere dalardım. belki yarım saat süreyle ağlardım özlemimi yatıştırmak için, neden olmasın ve sonra yine sükunet ve mutluluk içinde uzanırdım oraya, güneş batıncaya kadar, ardından aşağıya iner ve kadınıma elimi uzatırdım. her şey biter ve bir kapana girmiş olurdum, ama bu katı, buyurgan sona tüm kalbimle sevinirdim. geçmişte kalanlar güzel bir güneş gibi batardı ve göz ucuyla bile bakmazdım onun ardından; çünkü bunu tehlikeli bulur, bir zaaf gibi görürdüm. zaman geçerdi ve bu kez şefkatimizin yöneleceği sureti bulmak için artık çiçeklerin üzerine değil, çocukların üzerine eğilir ve onların gülüşleri ve sorularıyla büyülenirdik. çocuklarımıza duyduğumuz sevgi ve onların isteklerine bağlı binlerce sıkıntı, bizim kendi sevgimizi daha yumuşak ve daha da büyük kılar, ama sessizleştirirdi. karımı hala beğenip beğenmediğimi kendime sormayı asla düşünmezdim ve güdük, eksik bir hayat yaşadığımı kabullenmeyi asla aklımdan geçirmezdim. hayatın sağladığı tüm görgüyü edinir ve kaçırmış olduğum her türlü zari,f serüveni başıma kakan ve gözüme sokan düşüncelerden zevkle vazgeçerdim. 'bundan böyle ne var kaçırılmış olan?' diye, huzur içinde ve düşünüp tartarak sorardım kendime. daha sağlam bir insan olmuştum, hepsi buydu ve karımın ölümüne kadar da böyle kalacaktı; belki benden önce ölecekti karım. ama bundan ötesini düşünmek istemem; çünkü bu güzel geleceğin karanlığında, fazlasıyla uzaklarda kalıyor gerisi..."

    robert walser, sandro'yu deşifre ediyor.
  • kitabın sonlarına doğru şuna benzer bir cümle geçiyor;
    "talihsizliğe çok saygı duyuyorum."

    bu cümle beni o kadar keyfilendirdi ki, yazlıkta konuşmalarına iki dakika tahammül edemediğim kişilerin yanında gayet yersiz olarak konusunu açıp, siz ne diyorsunuz dedim. çaresizlik de bir nevi şanssızlık nihayetinde.

    ben de gerçek bir talihsizlikle karşılaştığımda, sonucu hayatı sürüklediği uçurumun büyüklüğü ile bir biçimde -henüz tam olarak karar veremedim- ilişkili olarak saygı duyuyorum. hayat senin planlarını ne kadar bozuyorsa, onu o kadar yaşamak sayıyorum. ve talih de aynı şekilde. iki çok başarılı kişi düşünelim, -başarı parayı sorunsuz edinmek, daha doğrusu istenilen şarabı fiyatını düşünmeden sipariş edebilmek biliyoruz ki- birisi gerçek bir hak edişin, planlamanın ve programın sonucu kazansın istediklerini, diğerinin ise talihi dönsün ansızın ve her şey onun üzerine inşa edilsin. ben ikinci tecrübenin sahibinden hayat dersi alırım, onun gözlerinde görülmesi gerekenleri görebilirim.

    başarı, talih bağımsız olarak bir noktada herkes tarafından saygıya dönüşüyor da, başarısızlık aynı şekilde talihsizlikle ilişkilendirilmeden saygı duyulmamaya.
    birilerini -bu birileri, sonsuzda herkes oluyor- boşverip de özsaygıya hizmet etmek pek zor bir iş haliyle;
    "hem yaşayıp hem de hayatımı küçümseyemem. kendime yeni bir hayat aramak zorundayım, yeni bir hayat, tüm hayatım sadece bir hayat arayışından ibaret olarak kalsa bile. kalbin gururunu tatmin etmek ve mutlu olmakla karşılaştırıldığında, saygı görmek nedir ki? mutsuz olmak bile saygı görmekten daha güzeldir."

    az tanıdığım, tanımadığım, biraz sevdiğim kişilerle ilişkim, tamamiyle onları geçiştirmek üzerine kurulu yalanlarla doludur. ordu evi önünde araba beklerken, soğukta zaman geçsin diye nöbetçi askerle sohbet ettikten sonra bile görüşürüz diyen, dürüstlükten nasibini azıcık almamış beni, aşağıdaki simon tanner konuşması saatlerce güldürdü;

    "sizlerle konuşmaktan büyük zevk duydum. en değerli şeyler rastlantılardır. biraz fazla içtim galiba ve bu meyhane de çok sıcak, dışarı çıkmak istiyorum. hoşça kalın beyler! hayır! görüşmek üzere demiyorum. kesinlikle demiyorum. bu aklımdan geçmez. kesinlikle böyle bir şey istemem. daha tanıyacağım çok insan var, o yüzden kaypakça konuşmam doğru olmaz: görüşmek üzereymiş. yalan söylemenin dik alası bu; çünkü sizleri tekrar görmeyi arzu etmiyorum; tesadüfen olursa o başka, ondan, ölçülü de olsa bir zevk duyarım. lafı dolaştırmaktan hoşlanmam, hakikati konuşmak isterim ve belki beni özel kılan şey de budur. bunun beni sizin gözünüzde de özel kıldığını umarım, her ne kadar bana şaşkınlıkla ve bön bön bakıyor olsanız da; sanki hakarete uğramışsınız gibi. peki uğramış olun öyleyse. lanet olsun, nasıl hakaret etmişim size? "
  • robert walser bir hazinedir, bu kitap da hazinenin küçük parçalarından sadece biri.
    bu tarz edebiyatla malesef çok fazla karşılaşamadığımız için, daha ilk sayfalarda bünyeme ilaç gibi gelmiştir.
  • “sabahları sekizde işe giderken, tıpkı benim gibi sabahın sekizinde işe başlamak zorunda olan herkesle aramda güzel bir ruh akrabalığı olduğunu hissediyorum. şu modern hayat koca bir kışla! ama tam da bu tekdüzelik ne kadar güzel ve düşündürücü yine de. insan yaklaşan, önüne çıkmasını beklediği bir şeylerin özlemini çekiyor durmadan. o denli yoksun, o denli zavallı bir yaratık; tüm o eğitimi, düzeni, dakikliği içinde o kadar kayıp görüyor kendini. dört basamak merdiveni çıkıyorum ve içeri giriyorum, iyi günler diliyor ve işime başlıyorum. hey yüce tanrım, üstesinden gelmem gereken şey ne kadar az, benden ne kadar az bilgi bekleniyor. benim bunlardan çok daha fazlasını başarabileceğimin nasıl da farkında değil gibi görünüyorlar. ama işverenimin gösterdiği bu sevimli kanaatkarlık şimdilik hoşuma gidiyor. çalışırken düşünebiliyorum, bir düşünür olmak için her şeye sahibim. sık sık seni düşünüyorum.”
  • walser, sonra sonra tanner kardeşler kitabından biraz pişman olmuş : "insan aile meselelerini ulu orta sermemeli böyle ama onu yazarken gençtim, tecrübesizdim" diyor. gerçekten özellikle son bölümdeki aile sırları, itiraf etmesi epey yürek isteyen cinsten.
    belki de bu kitaba bir kurgu roman değil de onun dünyasına bakabildiğimiz yüksek bir tepe demek daha doğru olur. kurgu roman olarak ele alındığında, yapısı biraz sorunlu. boşluklar, atlamalar var, uç uca eklenmiş öykü kitabına benziyor. diyaloglarda da hep walser konuşuyormuş gibi. nasıl tarif etmeli? sanki kaspar, klaus, klara, hedwig ve işte konuşan herkes, ayrı karakterler değil de walser'ın kafasının içinde, hep onun farklı bir varoluşundayız.
    diğer yandan kitap bu haliyle de walser'a ait, kesinlikle bildiğimden çok farklı, mesela çok hesap yaptığı için burunları uzayan adamların olduğu, bir manzaraya geniş bir bakış açısı getirdiği için çok değerli. bu manzarada onun doğaya, geçmişin romantizmine, modernizme, kadına, adalete, tanrıya, dinlere, cinsel ve fetiş hazlara vs. sıradışı yaklaşımı var.

    kitapla bağlantı kurabildiğim duygu ise saklambaçta unutulmuş bir çocuğa aitti. evet, kardeşlerin en küçüğü ve kendi deyimiyle en haylazı simon, saklambaç oyununda unutulan bir çocuğa benziyordu.
    oyuna dahil gibi yani, herkes gibi o da saklanıyor. kendinden emin beklerken hayaller kuruyor. "bulunduğumda ne kadar heyecanlı olacak" diyor. ama oyunu kazanmak için ebeden önce sobelemesi lazım, o hiç çıkmıyor saklandığı yerden. bekliyor. onu aramaya kimse gelmiyor. zaman geçtikçe unutulduğunu yavaş yavaş fark ediyor. hayatta bu kadar küçük yer kapladığı için bozulmuyor gibi görünüyor. "zaten," diyor "amaç bulunmamaktı. ben bunu isiyorum."
    ve sonsuza kadar unutuluyor.

    böyle hüzünlü bir duygu.

    son olarak ; madem walser bir hayalci, okuru olarak biz de hayal kurabiliriz. benim hayalim kaplıca müdiresinin kitabın finalindeki sözlerinin, walser'a öldüğü gün yaptığı yürüyüşüne eşlik etmesi oldu.
    diyelim ki şöyle :
    "robert, 25 aralık 1956'nın o soğuk salı sabahı yapayalnız çıktığı yürüyüşünde, ormana az bir mesafe kalmışken eski dostu kaplıca müdiresine rastladığında gözlerine inanamadı. bu ıssız yolda karşısına çıkan kadın, aradan geçen 50 seneye rağmen tek bir gün bile yaşlanmamıştı.
    robert şaşkınlıktan konuşamaz vaziyetteydi ki bu pek sık olan bir şey değildir. kanatlarını yeniden çırpan çocukluğunun hışırtısını duydu tekrar, tıpkı çocuklara doğru yürüyen annesinin odanın zeminini süpüren giysisi gibi. kadın gülümseyerek koluna girdi ve ilk günkü neşesiyle fısıldadı : "gelin. size öğretmek istiyorum; tüm bunları, eksikliğini çektiğiniz her şeyi öğretmek istiyorum. gelin, hava kararmadan çıkalım. uğuldayan ormana. size söylemem gereken çok şey var. bunca senedir, sizin zavallı, mutlu bir tutsağınız olduğumu biliyor musunuz? başka laf istemiyorum, tek söz yok. gelin sadece."

    beş adım sonra karların üzerine düşecek olan robert'ı daha sonra bulanlar şöyle diyecekti "insanlar seninle ne yapacaklarını bilememiş olsalar bile, artık yazdıklarını okuyacaklar en azından"

    --- kendi ölümüne kendi satırları ile eşlik eden bir robert walser, hayalci robert walser'ın hayalci okurunun robert walser için kurduğu bir hayal oldu. ---
hesabın var mı? giriş yap