• tennessee williams'ın oyunu. filminde katherine hepburn ve elizabeth taylor karşılıklı döktürmüş, montgomery clift de onlara vokal yapmıştı.
  • joseph l. mankiewicz'in yönettigi, senaryosunu gore vidal'in yazdigi, tennessee williams'in oyunundan uyarlama 1959 yapimi bir sinema klasigi. elizabeth taylor, montgomery clift ve katherine hepburn triosunun izleyiciyi adeta hipnotize ettigi bir saheser; siir gibi bir film:

    "my son, sebastian and i constructed our days. each day we would carve each day like a piece of sculpture, leaving behind us a trail of days like a gallery of sculpture until suddenly, last summer." - violet venable
  • metni, nisan yayınları 'ndan çıkan yağmur gibi söyle bana kitabında bulunabilecek oyun.
  • (bkz: lobotomi)
  • mongomeri klift'inin odunsu gerilimi disinda (ameliyattan cikmis, igneyle oynuyormus, sirti mi agriyormus oyle bir sebebi var) liz taylor'un guzelliginin, ketrin hepbornunun oyunculugunun doruklarinda oldugu bir film versiyonu var, cok severim.

    oyunun metni, arka kapak yazisi uslubunca yazmaktan imtina etmeye calissam da soyle cikiyor:

    hikayenin merkezinde aristokrat'in avam ile arasina cekmeye calistigi sosyo-kulturel mesafeninkine benzer bir mesafeyi "gorgusuz, kaba, sonradan gorme zengin" ile arasina cekmek vehmiyle hareket ederek otelenen, bu sebeple dustugu aidiyetsizligin kuytusunda derme catma da olsa yarattigi proje aile ile kolektif bir ben olusturup, musterek rafinelesmek adina proje cocukuretmis, isbu ailenin de basinda oglu oldukten sonra yapayalniz kalmis hanim-aga tipi bir supervizor/cesnicibasi anne figuru var. oglu gecen yaz birdenbire kontrolden cikana kadar, onunla lirik ensest denebilecek bir ana-ogul iliskisi surduyor, elitist gorusun "dogasi icabi bayagilik" atfettigi buyuk oteki olan toplum yaralamasin, orselemesin, incitmesin diye herkesin malumu olan homoseksuelligini/oglanciligini "sair"lik, incelik lansmani ile kamufle etmeye calisiyorken (bkz: teyzem), kadir kiymet bilmez oglu ikisi icin insa ettigi ve agyarini mani efradini cami tipi konfor sunan gizli bahcelerinden, ince hesaplanmis ana-ogul tatil planlarindan tutuyor, 20 kusur sene sonra kaciveriyor (bkz: buster bluth). haliyle incelikler yuzunden belki daha inciniyor; sudan cikmis baliga donuyor, sudan cikmis baliklarin cogunda oldugu uzere evrimlesemeden oluyor. anasi her ne kadar bu pembe mazili (bkz: rosy past) oykunun buyuk kisminda delimsirek macit koper nazarlariyla olayi vulger, anlayissiz, dis dunyaya ve onu bastan cikaran deli kuzenine yorsa da, bu olumun oncesine ve sonrasina tanik olan kuzeninin anlasilmaz bir israrla "tehlikeli akil hastasi" olarak yaftalanmaya calisilmasi, calistigi hastahaneye bagis sozu vermis olan zengin hanimaganin mali destegi ile meslek ahlaki arasinda sikisip kalan ve lobotomi kararini imzalamasi beklenen doktora dert oluyor.

    spoylir

    neyse, sonra az zorlayinca ortaya cikiyor ki, meger cocuk oglanci, moglanci oldugundan yanina ilgi ceksin diye getirttigi kuzeni sayesinde hayatinda ilk kez gittigi ve yakindan gordugu (ve dudukledigi) fakir oglanlar tarafindan linc ediliyor (sanirim) ya da senelerce rafine ola ola incelip kopasi olmus zihni sucluluk duygusunu kaldiramiyor, kalpten gidiyor, delirip intihar ediyor. oyle bir seyler, bir donem holivud yapimi oldugundan oralar net degil. net olan sey su:

    spoylir bitti

    "tepeden ve haricten konusan"in, konusabilmesi, gazel okuyabilmesi, atip tutmasi, liberal ekonominin faydalarindan, estetigin belirleyiciliginden, askin gucunden, bireyin secimlerinden bahsedebilmesi icin soyutlastirip estetize ettigi, tanimadan kafasinda kurguladigi, uzak durarak seviyeli ve rafine "yaklasabildigi", duygusallasmadan, mantik ile dusunmek gerektigine inandigi buyuk oteki ile hemzemin olmasi, bir arada yasamasi, tecrube etmesi, bizzat yuzlesmesi, kolay degil(dur bunu da yazayim basliga). liberal diskur'un "ben ciktim (demek ki cikiliyor), gerci gerisi oyle kaldi ama ben yine de aslimi unutmadim, benim gibi can egrisinden siyirip cikanlar da olsun diye liberal ekonomi, sosyalizm kimleri kimleri kiriyor, ben cikiyorum oluyor, esitlik olmuyor" cenahindan farkli olarak, "gerci hic ac, muhtac olmadim ama onlarin da acilarini oturdugum yerden anlayabiliyorum. evet, tabi onlar da sikintilidir eminim, ama esitlik diyerek gelisimin, kuresellesmenin, yaratici inisiyatifin onu kesmek yerine, is imkanlari yaratilirsa, maratilirsa, hayirsever servet sahiplerinin yaptigi bagislarla, sivil toplum orgutlerinin yuruttugu kampanyalarla belki?" grubunun "iktisaden sag, fikren sol" duruslarinin surekli bir izolasyona, surekli bir fakiri ve mazlumu uzaktan uzaga dusunme luzumu icinde olmasini en sahane ortaya koyan metinlerden birisidir. yanina ya da civarina benzer bir metin koymak gerekirse god bless you mr rosewateri da pekala koyabiliriz (vonnegut'un kitabinda rafine yasamdan cikan rosewater farkindaliki iktisadi temellere oturtup da konumuna, sorumluluguna ayinca suddenly last summer'dan farkli olarak delirerek olmek'in yerine yasayarak delirmeyi koyuyordu. so it goes.)

    iki ornekte de nihayetinde konumlariyla estetik, felsefi konularda dahi celismemeyi secen hem iktisaden hem de fikren sag yaradilisli ebeveyn kismisi duruma mudahale ediyorlar, ayak takimina agzina, elit hayallerin de ayagina dolanmamak icin yeni bir oyku, yeni bir tarih insa ediyorlar. o arada da deliller deliriyor, hem canli hem de kagit uzerinde imha edilmek isteniyor ki, sonradan arsivler acik, taniklar mevcut dendiginde resmi tezde bir sorun olmasin. oyunu bilemiyorum ama filmde (bence) surpriz final var (hadi canim sen de manasinda)
  • elizabeth taylor ile montgomery clift'i a place in the sun'dan sekiz sene sonra ikinci kez biraraya getiren sağlam bir film suddenly, last summer. kadrosu çok iyi. başrolde güzelliğinin doruğuna çıkmış taylor, sekiz senede yirmi yaş yaşlanmış gibi görünen clift ve katherine hepburn; senarist koltuğunda ünlü tarihçi gore vidal ve hala hollywood'un en büyük senaristlerinden olan tenessee williams; yönetmenlikte ise all about eve, sleuth, julius caesar gibi çok sağlam filmlere imzasını atmış olan joseph l. mankiewicz yer alıyor.

    filmde göze çarpan ilk şey sekansların uzunluğu oluyor. filmin başlarında clift'in canlandırdığı doktor, hepburn'ün canlandırdığı violet'ın evine gittiğinde başlayan sekans otuz dakika tutuyor. aynı şekilde doktor ile taylor'ın canlandırdığı holly'nin tanıştıkları sekans da, finaldeki sekans da bir o kadar uzun. filmin başlarındaki sekansta hepburn döktürürken sonraki sekansların yıldızı taylor oluyor. kanımca taylor kariyerinin en iyi performansını bu filmde sergilemiş. oldukça kötü bir şey yaşayıp kafayı sıyıran holly'de taylor kendisini aştıkça aşıyor. mont clif ise neden gözüme hiç iyi görünmedi. neredeyse mimiksiz oynamış, yüzünde bir ifadeye rastlamak oldukça zor. bu sayfada ameliyattan sonra oynadığı dile getirilmiş. gerçek bu mu, bilemiyorum ama ilk sekansta hepburn'ün karşısında, sonraki sekanslarda taylor'ın karşısında var olamamış. halbuki sekiz sene önce çektiği a place in the sun'da gene fazlasıyla güzel olan taylor'dan çok daha iyi oynamıştı.

    performanslar böyle. bir de denilenlere göre epey olay yaratmış bu film. gayet normal. gerek hollywood, gerekse amerikalılar "eşcinselliği" bir hastalık olarak görmekteydiler. filmlerde eşcinsellik/gey/lezbiyen gibi sözcükler geçmez, böylesi karakterlere yer verilmez, verilse dahi finalde öldürülerek toplum bu kişilerden "sinemada da olsa" temizlenmiş olurdu. zaten bildiğim kadarıyla filmin senaryosu bu eşcinsellik altmetni yüzünden defalarca kez değiştirilmiş. en sonunda çekilmiş film, ama gene de halkın isyan etmesinin önüne geçilememiş. aslında film boyunca bahsi geçen ve yüzünü hiç göremediğimiz rahmetli george'un eşcinsel olduğuna dair tek kelime laf etmez film, görüntülerde de böyle bir şey yoktur. ama muhafazakar amerika işkillenir ve isyan eder. gerçi tam anlamıyla "eşcinsellikten bahsedilmiyor" diyemiyoruz. george'un annesi vi'nin oğluna ilişkiye gireceği kişiler bulduğuna, daha sonra bu işi holly'nin yaptığına, george'un sıkılınca tatil için gittiği cabeza'da fakir mi fakir çocuklar/adamlar(?) ile birlikte olduğuna dair imalar var. "o farklıydı" sözünden "o eşcinseldi" anlamını çıkarmamak mümkün değil.

    eşcinselliğe değiniyor. tennessee zaten eşcinselleri sansüre rağmen anlatmayı hep istemiş birisi. cat on a hot tin roof adlı oyununda da eşcinselliği anlatmıştı. tabi sadece eşcinsellere değinmiyor film. sınıf çatışmasına da odaklanıyor. anne ve oğlu üzerinden üst sınıfın çirkin yüzüne sağlam bir şekilde değiniyor.

    uzatmayayım. kesinlikle çok kaliteli bir film. sivri sinema'daki filmle ilgili yazının son paragrafında hollywood'a değinilmiş. o paragrafta her biri diğerinden daha kaliteli yönetmen ve senaristlerin olduğu hollywood'ta onlarca projenin/filmin sansür kurulu yüzünden çöpe gittiği ama sansür kurulunun olmadığı bu dönemde aynı şekilde kaliteli senaristlerin olmadığına değiniliyor. kesinlikle haklılar. tennessee williams kadar kalitelisi yok şu dönemde. zaten olsa bu denli dibi bulmazdı hollywood. sansür kurulu olmasaydı bu film çok daha iyi olurdu. muhafazakarlıktan nefret etmemek mümkün değil son kertede.
  • önemli amerikan yazarlardan tennessee williams oyunu.

    bu dramaya mitolojik okuma ile yaklaşmak istiyorum şimdi. hadi bakalım.

    ilk önce isimlere değinmek istiyorum. violet venable. venable kelimesi neyi çağırıştırır? kökü ven- olan kelime venüs’ten (bkz: afrodit) gelir. venüs, güzellik ve aşk tanrıçasıdır ama aynı zamanda oğluna aşıktır. (bkz: sebatian)
    peki ya sebastian? ismi zaten bize oldukça ipucu bermektedir. eril güzelliği temsil eden st. sebastian, david heykeli ve apollo belveder, oğlumuz sebastian’da vücut bulmuştur. peki nedir st. sebastian ile bizim oğlanı bir yapan? hayatları neredeyse birebir aynı. st. sebastian, isa gibi hıristiyanlığı yaymaya çalışırken yine isa gibi çarmıha gerilip öldürülmüştür. yeniden canlandığında bu sefer tanınmayacak hale gelene kadar taşlanarak öldürülmüştür. bizim sebastian’la aralarındaki benzerlik tanıdık geldi mi? bizim oğlan da oyunun sonunda küçük çocuklar tarafından yenerek ölmüştür, tanınmaz hale gelmiştir.

    sebastian’ın ölümü yine annesi violet yüzündendir çünkü sebastian’ı oedipus haline getiren yine kendisidir. yalnızca kendi hermetik düzeni bozulmaması adına bunu çaktırmamaya çalışmaktadır. sebastian, sahilde kaplumbağaları izlerken tanrıyı bulduğunı söylemişti ya hani? hayır. orda aslında gördüğü şey, annesiyle olan “birlikteliğinin” ne kadar yanlış olduğuydu. çünkü anne kaplumbağalar, yumurtladıktan sonra okyanusa geri dönmüşlerdi. yavru kaplumbağalar ise okyanusa giderken kuşlar tarafından öldürülmüştü. sebastian orada, annesinden uzakta kalırsa nasıl öleceğini de görmüştü. ve bu yüzden budist tapınağına gidip ‘maddi’ hayatından uzaklaşmaya çalışmıştı.

    maddi kelimesinin kökeni mater’dir. şöyle ki: mater-mother-materie-material. annede ihtiyacı olan bütün maddi şeyler vardır zaten, bu da bizi direkt olarak venüse getiriyor.

    gelelim lion’s view hastanesine. bir aslan kafası, erkek aslandan bahsediyorum, yelekeriyle birlikte bir güneşe benzer. güneş diyince aklımıza hangi tanrı gelir? apollo. apollonun peki en önemli özelliklerinden biri nedir? doktor olması. ve apollon özellikle düzen koruyucudur, sisteminin bozulmasını asla istemez (apolonik düzen vs.)

    nasıl sonuca bağlayabilirim bilmiyorum çünkü bir sonu yok yani ucu açık bir konu ama yine violet ile bitirmek istiyorum. violet ana tanrıçadır. ve bazı düşüncelere göre, persephone, demeter ve hecarte aslında aynı ana tanrıçadır. persephone: maiden goddess, demeter: the woman goddess, hecate: crone goddess. demeter, persephone kaçırılınca woman goddess özelliğinden uzaklaşıp, cadı tanrıçaya dönüşmüştür ve böylece bütün ekinleri kurutmuştur. biz de burada violet’ın crone goddess halini görüyoruz. değer verdiği tek şey, sebastian, ölmeden önce yeğenlerine ve ailesine maddi destekte bulunurken; sebastian öldükten sonra bir cadı tanrıçaya dönüşüp insanlara kötülük yapıyor (bkz: catherine) (bkz: lobotomi).

    telefonda yazmak biraz zor oldu ama belki bi ara gelir düzenlerim tekrar buraları.
  • aynı zamanda çok güzel bir (bkz: the motels) şarkısı.
  • --- spoiler ---

    filmde iki keskin kutup var: elitler ve avamlar. elit olanlar violet ve oğlu sebastian. bunlar en üst derecede seçkin, sofistike, orijinal, kalburüstü karakterler. bu kişiler “avam tabaka”dan net olarak ayrılıyor. küçümsedikleri, hor gördükleri ve asla muhatap olmak istemedikleri “halk”tan tamamen izole olmuşlar. maddi durumları, eğitimleri, zevkleri, beğenileri üst düzey. ve elbette dış görünüşleri de göz kamaştırıcı güzellikte. açık tenli, renkli gözlü, ince yapılı, bir yere girince başlarını kendilerine çevirtecek cazibedeler (film güzelliği bu şekilde kodluyor). anne-oğul “avam” dan öyle bilinçli bir kopuş halindeler ki birbirlerinden başka kimseleri yok. o kadar ki anne oğluna evlat sevgisinin ötesinde, sapkın duygular ile bağlı. oğul da başlangıçta öyle ama o “dış dünyanın”, “sıradan insanların” da tadına bakmak istiyor. üstelik eşcinsel. hatta annesinin güzelliğini, bu tadına bakılacak genç erkekleri çekmek için kullanıyor. bu genç erkekler sebastian için mönüden seçilecek, tadına bakılacak yemeklerden farksız. onları “iştah açıcı olanlar” ve “olmayanlar” şeklinde kategorize edip indirgiyor, kullanılacak nesneler olarak görüyor. “esmerlerin” ilkelliğinden, avamlığından sıkılıyor ve kuzey ülkelerinin “sarışın” ve daha “elit” olanların tadına bakmak istiyor. annesi yaşlanıp cazibesini yitirmeye başlayınca genç erkekleri çekmek üzere yem olarak kuzeni catherine’i kullanmaya başlıyor. hatta kibri ve ben merkezciliği öyle arşa çıkmış ki kuzenine suya girince saydamlaşan bir mayo giydirip arzularını tatmin edeceği avları tuzağa düşürmekten çekinmiyor.
    avamlar ise yoksul, eğitimsiz, “çirkin” halk. özellikle güney ülkelerinin (ispanyolca konuşulan) esmer tenli insanları. bunlar violet’in ifadesi ile ilkel ülkenin ilkel insanları. açlar. bir hayvanın açlığı gibi açlar. yani yemeğe ve cinselliğe açlar. içken içe elit olana, güzel olana, varlıklı olana, şık olana vahşice bir düşmanlık da besliyorlar. tıpkı bir yamyam gibi onlar da kendi ilkel ve kıskanç dürtüleriyle elitleri “yemek” istiyorlar (hatta sebastian'ı öldürüşleri sırtlanların avını parçalayışından farksız. muhtemelen tecavüz de ettikten sonra öldürüyorlar).
    özetle iki zıt kutup, biri çok elit, sofistike, güzel, üst düzey, diğeri ilkel, çirkin, ve vahşi. ama ortak noktaları “diğerini” yiyip bitirip yok etme dürtüsüne sahip olmaları. farklı gerekçelerle birbirlerinden nefret ediyorlar ve birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. çünkü “insan kötüdür”.
    bu iki zıt kutup filmde şeytanileştirilmiş. elit olan taraf kendini adeta tanrı ile bir tutuyor. kibir ve büyüklük kendilerini tanrı ile eşit düzeye konumlandırmaya kadar vardırmış. şeytanın kibrine sahipler. avam tabaka ise vahşiliği ve yıkıcılığı ile şeytanlaştırılmış. bu zıt kutuplar arasında ise iki “aziz” var: dr. cukrowicz ve catherine. bu ikisi de seçkinlerin üstün niteliklerine sahip. eğitimli, olağanüstü güzel (elizabeth taylır ve montgomery clift’ten söz ediyoruz, insan türünün sanatsal güzelliğine örnek iki oyuncu), ilkellikten uzak, süperego insanları. ancak üstün niteliklerine rağmen kibirli ve üstenci değiller. insanın “iyi” yönlerini yitirmemişler, aksine sahip çıkmışlar. "insan özünde iyidir”i simgeleyen iki karakter. doktor bir yerde “biz doktorlar insanları kullanmayız, aksine kendimizi onların kullanımına sunarız” diyerek karakterindeki üstünlüğü, olgunluğu ve iyiliği gösteriyor.
    yazar tenesse williams gerçek bir insan doğası uzmanı. çizdiği karakterler insan doğasının türlü hallerine ayna tutar nitelikte. o cidden büyük bir yazar. bu senaryoda başta her ne kadar yazarın elit olanı eleştirdiği düşünülse de aslında elit olandan yana olduğunu söyleyebiliriz (bence elbete). yazar da yönetmen de “avam” olanı küçümsemiş, ucubeleştirmiş, karikatürize bir şekilde kalitesizliklerinin altını çizmiş. çirkinliklerini, açlıklarını, ilkelliklerini, basitliklerini gerek ustaca kurgulanmış görüntüler ve tavırlarla gerekse diyaloglarla hor görmüş, küçümsemiş.
    özetle çok fazla simgenin olduğu, izledikçe yeni yeni anlam denizlerine yelken açtıran, yetenekli bir kalemden ve yönetmenden çıkmış harika bir film.
    not: yönetmen keşke filmi renkli çekseymiş. taylor, clift ve hepburn’un muhteşem göz renklerinden izleyiciyi mahrum etmeseymiş.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap