• edip cansever'in oteller kenti kitabından uzun bir şiiridir. on bölümden oluşur.

    "öyleydi, o idi, sanki
    gül içinde bir sümbülün iç çekişi."
    ...
    "(1. başındaki sarı gül eksik. neden? sarı gül yerindeyse kendisi nerde? unutulmaya çizilmiş bir desen miydi yoksa? hayır, unutulmaya değil, başkalığa. başkalık! kendini sorardı kendine hep, başıyla bir şeyler çizerekten boşluğuna. (ey gökyüzü neden böylesin?) flavta flavta flavta! bir tını olsun yok mu? yok! her şey kaçınılmaz bir ayrılıktı çünkü. her şey bir belirsizlik, bir yanıtsızlık, bir... yani bir avucumuz hep öteki avucumuzda. öyle değil mi? öyle değil miydi sara?"*

    "ey istemenin bir de hiç istememenin çoğu kez tersine işleyen o gizemli göstergesi (bak: yalnızlığın iki sekansı, s.9)

    ey benim yalnızlığım! kirpiğime takılan bir kum tanesi gibi dünyaya takılmamı önerirsin.

    ey benim yalnızlığım! benzeşmez misin ki, orkestra geçmişte yeniden bulunmuş olsun da, bugünkünden apayrı partisyonlarla süregelerek, beni bir başıma bırakan yeni bir müzik insanlığı oluştursun." *
  • salah birsel, bu şiir için şairin yani edip cansever’in kendi portresidir der.
  • on bölümden oluşan edip cansever şiiri.

    i

    üç çiçekten birini sevdiriyorum yakama: zakkum
    üç sokaktan birini seçiyorum kendime: şunu
    üç alandan hangisini mi: işte
    ve
    geçmiş mi, gelecek mi, şimdi mi
    diye bir 'dalıp gitme' tamamlarken ivmesini
    duyuveriyorum seslerini yakından
    oldukça yakından -ama belli belirsiz-
    işte zaman, diyordu üç yaşlı kavas
    üçü de bir ağızdan: işte zaman
    bir park kanepesinde oturmuşlar da
    konuşup duruyorlardı aralarında. sanki
    durgun bir öğle sonuymuş da ortaçağ
    şimdiki gibi
    azıcık bir vakit kalmışmış akşama.

    görüyordum bense
    duyumsuyordum da
    üç kavasın üç ayrı yüzünde
    üç yalnızlıktan herbirini:

    1. yaşamı soruyordu kendine biri
    bir flavta eşliğinde bir başka flavta gibi.

    2. öyleydi, o idi, sanki
    gül içinde bir sümbülün iç çekişi.

    3. kim bilir kaç yaşında tanıdım onu
    sevdimdi tam otuzunda
    yitirdimdi on sekizinde bir genç kız iken
    şimdi belki yaşamadı hiç
    ya da
    bölündü bölündü bölündü
    denizlerden berkitilmiş bir deniz bıçağıyla

    (1. başındaki sarı gül eksik. neden? sarı gül yerin-
    deyse kendisi nerde? unutulmaya çizilmiş bir de-
    sen miydi yoksa? hayır, unutulmaya değil, başka-
    lığa. başkalık! kendini sorardı kendine hep, başıyla
    bir şeyler çizerekten boşluğuna. (ey gökyüzü neden
    böylesin?) flavta flavta flavta! bir tını olsun yok
    mu? yok! her şey kaçınılmaz bir ayrılıktı çümkü.
    her şey bir belirsizlik, bir yanıtsızlık, bir... yani bir
    avucumuz hep öteki avucumuzda. öyle değil mi?
    öyle değil mi sara?

    2. sümbüllerden bir vakit miydi, neydi. yüzündeki
    bir dakikayı masaya iliştirir, cibinlikli karyolasına
    atardı herhangi bir saniyeyi. isterse tutardı iki gaz
    lambası arasında ve yansıtırdı günlerce bir hüznün
    gittikçe ölen mavisini. öyleydi. bir dudak büküşüyle
    aşkın doğasını ölçer ölçer ve üzünçler biriktirirdi.
    ve yetinmezdi. buğulu bir cam imgesini eliyle siler
    gibi yaparak ister ister isterdi. haklıydı. çünkü biz
    iki ayrı kavimdik de sanki, sınırlarımıza gelince...
    nedense bir bilinmezlikti...

    3. sahnede olsun; yanımda, karşımda olsun; geniş bir
    alanın yüzlerce merdiveninden birine oturmuş ya da
    öğle sıcağında bir terasta cin içiyorken olsun, sanki
    bir yersizliğe sığınırdı boyuna. ve bir devinim tersliğine
    makyajını mı tazeliyor, elinde bir fırça, evimizin bahçe
    parmaklığını boyuyor olurdu bir yandan da.
    adım adım denize girer gibi giyinirdi ve hoşlanırdı
    bundan ayrıca. sırtını dönmüş, bir şeyler yazıyor
    sanırdınız bir kâğıda -yazmazdı pek- bakardınız ki
    sonra, kan içinde bir parmağı, ona dalmıştır yepyeni
    bir olayın ayırdına varmışcasına. hiç mi hiç, yatkın
    değildi kusurluluğa da (işte en yalınından bir kemerle
    renkli çoraplar ve simli ayakkabılar yan yana) . ve ne-
    dense bir zamansızlıktan gelirdi sanki, öperdi hafifçe
    dudaklarımdan, dönerdi yeniden o zamansızlığa.
    yüzyılların tortusundan yaratılmış gibiydi. yüzüyse
    her çağa uygun bir yüzdü. iç çekişi ilkel bir gülüm-
    semeyle kucaklaşırdı, ağlaması çok eski bir şarkıyla.
    "uzaklardan geldin, atını değiştirdin, yeniden uzak-
    lara gittin, geceyi bir handa geçirdin, uyanınca baktın
    ki yola çıktığın yerdesin," derdi. ve derdi: ayrılıklar
    tanışmamış gibi olmanın gene de bir suretidir.
    ey suret! neden iki kişisin?)

    ii

    bilmem ki hangi yıldı. karışık bir akşamüstüydü. bir panayır ölüsünü andırıyordu kent. kar yağıyordu sürekli. içimize yağıyordu, dışımıza yağıyordu. oysa bir otel odasında, odanın varlığına duruşlarımızı uydurmuş, bir 'uzak-yakınlığa' koşullanıyorduk. karşımda duruyordun, hemen karşımda. çok uzun bir yolculuktan yeni dönmüştün. yani kendinin bir o kadar uzağına düşmekten. saçların saçlarınla, boynun boynunla, her yerin her yerinle tek çizgide tek uyumda birleşiyordu da... yüzün mü? merdivenlerden bir iniş gibiydi yüzün. ama sevgiyle doluydun her zamanki gibi, beni de aşan bir sevgiyle. oysa sevmek belirsizlikti benim için. anlamı baktığı yerde kalan bir çift göz imgesiydi. öyleydi. ok gerekli bir şeyi ararken ararken dalıp gittiğimiz olur ya bazen bir buluta, duvardaki bir çatlağa, ne bileyim işte, bir güvercinin boşluğu bir cennet gibi oymasına. tam böyle mi bulurdum seni. bulamaz mıydım yoksa?

    çok sevmek sevmemenin içgüdüsel bir çılgınlığı mıydı acaba? anımsıyorum da...

    iii
    kıştı, bilmem ki hangi kıştı
    her yerdeki bir kumaşçıdan
    kumaşlar, kumaşlar satın alınırdı (bkz: yalınlığın dokusu). eski yunandan çıkıp gelmiş bir terziydin de. ellerin çarçabuk bir devinimle, parmaklarınsa aylı bir çalgıyı en ustalıklı çalabilen unutulmuş bir bilimle, hep birden ne yaparlardı söyle? yunan heykellerinin giysileri gibi sayısız giysiyi bir anda biçip dikerler miydi? ve buluştururlar mıydı iğneyi saf mermerle? bilmez miyim hiç, yalınlık bir dil edinmişti sende. öyleyken... evet öyleyken? gerekli miydi çok, gözleri kapalı, kolları kırık, anlamı çoktan yitmiş heykeller gibi bir şeyler sevindirmek aramızda?

    iv
    bir albüm ki zaman aralıklarını
    altından üstüne doğru ağır ağır kapayan (bkz: bir fotoğrafın görüm noktaları). bir yanda şapkacı kadın (tüller içinde), bir yanda otelci (hasır şapkalı ve kim bilir o gün hangi otelde), ortada zaharyadis gibi bir adamın sadece adı (siyahlar giyinmiş bir ad), pantolonunun ütüsü bozulmasın diye iki eliyle iki dizini kavramış ve oturmadan kalakalmış öylece (adının elleriyle birlikte). bense çizgili bir kaşkolun bırakılışı gibi bırakılıvermişim yere. ve gelin en yukarda (yazlık şemsiyesini sallamakta gök damlası meleklerine). bir fayton görünüyor gerilerde, çok gerilerde. bir yağmur bulutu da olabilir, hayvanat bahçesinden kaçmış bir panter de). ve faytonun arkasında bir kuş sürüsü (bir duvar freskidir, bence). çünkü bu ve başka kuş sürüleri her zaman olmuşlardır dondurulmuş çağların üstünde birer leke gibi.

    ve konuşuyorlar aralarında. otelci: ne iyi, ne iyi, birazdan yağmur yağacak, ıslanacak su perileri. şapkacı: dünyanın bütün şapkalarını şu karşımda duran gün gibi bir vitrine koyup sergilemeli. gelin: kapadım, kapadım şemsiyemi. zaharyadisin adı: cilalı, maun bir tabutu andırmıyorsam başka neyim ki? ben: katlanmışım, buruşmuşum, öyleyse neden yakamda bir karanfil?

    ansızın kayboluyorlar hepsi de. otelci otel otel sekerek ve dimdik. şapkacı boğuk boğuk ağlayarak tüllerinin içinde ve ağarak göğe doğru. zaharyadis adına yetişmek için hızla. gelinle ben kalmışız yalnız. bir de... arkamızda bir çan arpı, sağ yanımızda açık bir pencere, sol yanımızda uzun mu uzun bir kapı. bir öğle sonrası. ortalık ışıklar içinde. ben hafifçe gülümsemişim, gelin de. üç kişi daha eklenmiş bize. evet, evet, tanıyorum üçünü de. demek ki sahnede çektirmişiz bu fotoğrafı.

    ey geçmiş! silindikçe, silindikçe bugünle donanırsın.
    ey şimdi! geçmişle süslenirsin sen de.
    ey zaman aralıkları, zaman aralıkları! bilmem ki ne isterdiniz bir gidiş dönüş biletine.

    v
    orkide nasıl tutulur(du). çünkü kış soldu, ortada kaldı su. çekildiği zaman fotoğraf olmamış, çekilmediği zaman fotoğraf olmuş bir fotoğraf öyle. ilginç bir gardayız onunla (gelinle). kalabalık. kırmızı şapkalı, düdüğü ağzında bir hareket memuru (onlarca, yüzlerce gövdesi var sanki oraya buraya koşuşturmaktan. tıpkı reklam filmlerindeki gibi art arda -peşi sıra-). trenin penceresinde şişman bir kadınla şişman bir erkek tartışıyorlar (metal paraların üstündeki kabartma resimler gibi harcanırken ayırdına varılmayan). ortalık bembeyaz duman köpükleri içinde. sanki şapkacı intihar etmiş (ve etti, kendini astı ipek bir kurdeleyle). ve sanki otelci ölmüş (ki öldü, ölüsünü buldular bomboş bir lunaparkta). o (gelin), kaygan ve ıslak bir alçı kitlesi (sanki). ben, fularım açık renk, saçlarım ortadan ayrılarak taranmış ve güneşi elinden alınmış bir boşluk gibi karanlık ve sallantıda. ve elimde bir orkide, beyaz eldivenli elimde. siyah-beyaz çekilmiş bir mutluluk işte. gene de… masasına kıvrılıp yatmış ufacık bir çanım ben, hüzünlü bir çınlamayla seslendiriyorum biraz biraz fotoğrafı.


    adım adına karışmış bir ad gibiydi. önceleri, çok önceleri. atları kenar kenar otları yolan içi boş bir faytonun kış güneşinde çekilmiş anlamsız fotoğrafıydık. yaz kuşları gülüp gülüp geçiyorlardı üstümüzden. girmişti aramıza bir kez o yabancı. sesini duymadığımız, yüzünü görmediğimiz, ne varolmuş ne de var olacak o yabancı. ama vardı. bir sanrı, bir hayalet gibi olsa da vardı. sadece duyumsadığımız, ama bir türlü sorgulayamadığımız, insanlar arasında devinen bir başka insanlık gibi.

    vii
    ey istemenin bir de hiç istememenin çoğu kez tersine işleyen o gizemli göstergesi.

    ey benim yalnızlığım! kirpiğime takılan bir kum tanesi gibi dünyaya takılmamı önerirsin.

    ey benim yalnızlığım! benzeşmez misin ki, orkestra geçmişte yeniden bulunmuş olsun da, bugünkünden apayrı partisyonlarla süregelerek, beni bir başıma bırakan yeni bir müzik insanlığı oluştursun.

    viii
    yağdı, yağdı, yağdı
    birikti caddeye uzantılı tentede
    birden iri bir delik açtı boşaldı.

    yayıldı kirli sular gövdeme
    kesildi sanki ayaklarım yerden
    dedim ki
    eh ben de neyim ki zaten, yıllardır
    kâğıttan bir gemi gibi suların akışına kapılmış
    umarsız, sevgisiz, başıboş
    yaşamışım yazgının o hileli zarını
    baksana şu yalnızlık taşkını yüzüm
    -hep de bir fotoğrafın en arkasında kalan-
    buruşuk bir üzüm tanesi gibi
    sarkmış da kalabalıklardan
    gün günden nasıl da çökmüş
    gün günden nasıl da sararmış dudaklarım
    ve işte
    üstümde ucuz tütün kokusu
    tersyüz edilmiş çeketim
    yana taramışım seyrek saçlarımı
    fularım soluk, üstelik iyi bağlanmamış
    ya şu belli belirsiz acı tam gülümserken
    nasıl da kaplayıvermiş
    bir mask gibi yüzümün bütün anlamını
    ah nasıl yitirdim ben gülen aslanı.
    duyar gibiyim şimdi uzaktan
    o alkış seslerini sürekli
    ve bir de yaşlı uşak firs’in
    vişne bahçesindeki firs’in sesini
    “yaşam gelip geçti, sanki hiç yaşamadım”
    oysa ben yaşamın -ki yıllar geçti-
    dağıttım ellerimle o sırça çatısını
    ah nasıl da yitirdim ben gülen aslanı.

    ix
    pastaneyi, bir iki bahçe duvarını
    mezarlığı, eski bir kameriyeyi geçtim
    terzi abidin gibi bir şeyleri, bir yerleri
    ve otobüs durağını, eczaneyi
    geçtim, geçtim
    meksika’da dingili kırılmış bir arabaya benzeyen üç beş kişi
    yanımdan geçtiler
    ilkyaz, dedim, en son satılan bir bebek gibi tozlu
    bıraktı avuçlarıma kendini
    bir park kanepesinde kısa bir süre oturdum
    herhangi bir teyzenin veya halanın
    ağaçlarına baktım uzun uzun
    ve kalktım
    biraz daha yürüdüm
    kıyıdaki kapısı çıngıraklı lokantanın
    önünde durdum
    haç çıkardım -yani bir oyunumda haç çıkardım-
    kapıyı açtım, içeri girdim
    babamın kırık dökük masalarına baktım
    annemin sırları dökülmüş aynalarına
    cam önündeki bir masaya oturdum.

    yaşlı garson ortalığı topluyordu. günaydın
    -günaydın

    sandviçle bira söyledim
    bir süre hiç konuşmadım
    o da hiç konuşmadı
    şişeyi ağzıma götürdüm bir yudum içtim
    sonra bardağa dökerek içtim
    iki tad alma duygusunu
    önce bir karıştırdım
    sonra ayırdım
    bana bir votka, dedim yaşlı garsona
    ağzını açtı, çürük dişlerinin arasından
    bir şeyler söyleyecekti ki
    vazgeçti
    yürüdü yürüdü
    az sonra geri döndü
    -votka mı
    -evet, limonlu, sodalı
    anlamış gibi yaptı ama
    asıl anlayacağını hiç anlamadı
    yöneldi tezgâha doğru, biraz bakındı
    ve döndü
    votka kalmamışmış, cin vardı.

    (ey anılar, benim anılarım
    ne çıkar azıcık yaklaşsam size
    bir deniz kıyısını, bahçeli
    küçük bir evi ya da
    sözgelimi bir yaz tatilini
    şöyle bir yedeğime alıp da
    yaklaşsam yanınıza
    ey bir kır yolu, pembe bir bulut
    bir yağmur sonrası, bir günbatımı
    geri vermez misiniz bana
    bir yüzün her şeyden önce belli belirsizliğini
    sonra da belki daha yakından
    bir duruşu, bir durgunluğu ve
    ne bileyim işte kısa bir dalgınlığı
    ardından
    sessizlikle kuşatılmış o tanıdık sözleri
    ve hatta bir sarılışı
    o içten öpüşleri
    bilmem ki
    geri vermez misiniz bana.)

    -bana bir cin daha
    -cin de yok, votka da
    konyak içer miydiniz

    (ey ilk aldanışın doyumsuz payı
    seni de yitirdim çoktan.)

    -bir kokteyl istiyorum öyleyse

    (evet, evet, sana öğretmiştim ya, sevgilim. biraz
    buz, cin, vermut, bir damla da angostra. bir parça
    da portakal kabuğu. ama iyi çalkalanmalı, sevgilim.
    elbette, balkonda içeceğiz. sen de bir içki
    doldur kendine. ne güzel bir akşam, sevgilim, ne
    güzel bir akşam. yarın… yarın sabah da new orleans’dayız.
    her şey, her şey ne iyi…)

    x
    otele döndüm. şöyle ki
    bayraklar, bayraklar, bayraklar
    bayrakların arkasında bütün çalgılar
    en önde borazanlar. daha arkada
    yaylı sazlar, nefesli sazlar
    gitarlar, obualar, ziller, piyanolar
    ve çalgılar arasında boşluklar
    boşluklarda titreşimler
    ve billurdan haleler. adını bilmediğim
    bir sürü renkler
    ve renklerden renklere
    kentlerin akışı gibi akan bir tren penceresinden
    birbirine karışmış yüzler
    ve borazanların ucunda kurdeleler
    kurdelelerin ucunda
    sağ ayağından bağlı
    sol ayağından bağlı
    ve
    hiçbir yerinden bağlı olmayan güvercinler
    bir doğa örtüsü gibi
    sarmıştı dört bir yanımı
    bir ara
    deniz bayrakları taşıyan bir topluluk geçti
    bir hayalet gemi bayrağı
    dikildi denizin ruhuna
    bir çiçek öbeği bayrağıysa
    yıkık bir konağın önünde
    -yalnızca flütlerin eşliğinde-
    ateşe verildi
    ve ateş bayrakları saçıldı ortalığa
    ayrıca
    her durumun bir bayrağı vardı
    sözgelimi unutulmanın bayrağı
    sevişmelerin bayrağı
    bayrakların bile bayrağı vardı da
    otel bayrağı, otel bayrağı
    diye bağırdım birden
    sırmalı dişleriyle güldü üç kavas
    park kanepesine oturmuş üç kavas
    her yerdeki üç kavas
    içimde sanki
    bir sümbül yarışması düzenlendi
    sarı sümbüller öne geçti
    ellerinde o’nun bayrağı
    sara’nın
    iri bir gözyaşının, çok iri bir gözyaşının
    ardına gizlenmiş gibi
    merdivenleri ağır ağır çıktım.
    çıkmadım, indim
    dört mevsimden koparılmış bir kalabalık
    ama yaşayan
    her mevsimde yaşayan bir kalabalık
    çevremde toplandı hemen
    ellerinde otelin bayrakları
    yüzlerinde sevginin
    bakışlarında yaşamın
    bütün bayrakları
    bir bayrak da bana verdiler.

    dışarı çıkmadık, çünkü hep dışardaydık
    içeri girmedik, çünkü hep içerdeydik
    bir oteldik ki hepimiz
    öylece otel kaldık.
hesabın var mı? giriş yap