*

  • belirli kaliplar icinde duzenleme. (bkz: siralamak)
  • ilkokula yeni başladığım, yani dirseklerimi ilk olarak sıra ile buluşturup onlara zamanla çürüyeceği doğrultusunda bilinçsiz mesajlar verdiğim o naif zamanlarda sınıfın en arka sırasında ikamet etmekteydim. manzaralara merakım daha o zamandan belliymiş. pencere kenarını seçmişim yine, aynı otobüs bileti alırken kavgasını ettiğim koridor tarafı konusundaki keskin muhalifliğim gibi. koridorların sözde daraltıcı hissini, bir çerçeveye hapsedilmiş pencere görüntülerine tercih etmişiz işte yaradılış gereği. hoş, bazı açılardan baksan aynı kapıya çıkar ikisi de belki... işte o yıllar beli de tıpkı mizacı gibi kalın olan öğretmenimin karşımdaki boz yeşil tahtada toz içinde bıraktığı eğri büğrü rakamlar, arkama dayanınca siyah önlüğümde beyaz iz bırakan badanalı duvar, sol yanağımda çıkmaz bir sokağın çöp kokulu mat görüntüsü, pencerenin hemen yanındaysa mevsimlerin dörtlü tablosu var. sağ yanımda; adını hatırlayamadığım ama benden daha güzel yazısı olduğu için canımı sıktığını iyi hatırladığım ağzı simit kokulu o şişman çocuk...

    hep beraber tekrar edip dururduk. “ilkbahar, yaz, sonbahar, kış" allahım o nasıl boktan bir ses dizisiydi öyle? katlanmanın mümkünü yok! öyle zamanlarda gözlerimi kırpıştırdığımı söylerdi yanımdaki o susam dudak.

    ben ise bazen ezberleyemez, hep sırasını şaşırır, sorulduğu vakit “yaz-kış...” diye başlar, hem sınıfta alemin tavşanı olur, hem de öğretmenimin benim salak olduğuma dair emin bakışlarına hapsolurdum.

    sanıyorum o zamanlarda başlamıştı işte bu mevsimlerin logaritmik sıralanışına dair öfkem. matematiği hep sevsem de, mevsimleri sıralamayı sevmiyordum. neden sonbaharı kış karşılamıyordu, yaz ise neden ilkbahardan önce olmuyordu? sabahın köründe siyah önlüğüm, sırtımda çantam okul yoluna koştuğum vakitlerde, saçlarım yastığın geceden kalan etkisinde... öyle ki kafama isyan eder biçimde dimdik durmuş, yolun ortasında yağmur başlamış, montun kapşonu bilerek açılmış saçları yatırsın diye sanki. aniden yağmur kesilip güneş hiç açmaz mıydı? saçlarımı o halde hiçbir şey yatıramazdı ya zaten... sınıfa girdiğimde o tablodan yine bir alay üstümde, sırama oturup, kitaplarımı çıkarıp, solumdaki renksiz çıkmaz sokağa dalana dek her şey pek de kolay gelmezdi bana. ezberleyemezdim bir türlü; “kış, sonbahar, yaz, ilk bahar.”

    lanet etmeyi o pipetli meyve suyu halimle bile bilseydim, sanırım yine ederdim.

    ”ilkbahar, kış..?” olmuyordu işte!

    okul dediğin insana tek bir şeyi öğretiyordu aslında. nasıl susacağın konusunda en ağır idmanla başlıyorduk ya, o konuda oldukça başarılı sayılırdım. şaşırdıkça çok daha sıkı susardım.

    ”geç olsun, güç olmasın” diye bir laf duymuştum o sıralar babamdan. zaten hem geç hem de güç olarak öğrendim mevsimlerin sıralamasını. yağmuru bahara, deniz kokusunu yaza, sarı yaprakları güze, soba üzrinde yarılan kestaneleri ise kışa yakıştırmayı öğrendim sonra zamanla.

    büyüyorduk bir yandan... sol yanımdaki pencere, farklı mekanlardan ama benzer tatlardan gri gri kusmaya devam etse de o yatmamakta inat eden saçlar jöle ile yatıyor, isimler, imgeler artık daha kolaylıkla ezbere alınır bir hale geliyordu ergenlikle beraber. üstelik aşk denen bir yabancı madde bünyeye difüze oluyordu ya, bu yabancılığı dahi o sıralanan mevsimlere yakıştırıverdik sonra... ilk baharda sevdik, yazda seviştik, sonbaharda terk edildik, kışta da yalnızdık... sıralamalara karşı olan mevcut öfke, ateşle ama bastırılmıştı öylesine. bunca bünyesel değişime, bir de çevreye yabancılaşmayı göze alamaz bir hale dönüşmüştük o zaman. ilkbahar, yaz, sonbahar, kıştı… öyle olduğunu haykırır, anlatırdık kendimizi. ama sıralamaya, sıralanmaya dair içimizde anlatılamaz bir direnç, korkuyla beraber...

    vakit geldi, aslan kükrüyordu; sımsıcak, kaynar, erişkin olmanın verdiği o gaflı tencerelerde. oysa yaz yine sıcak, sonbahar yine sıkıntılı, kış önlemli, ilkbahar umutkârdı ya, bu sefer kesin takmıyorduk. mevsimlerin sırasını yok saymaktan çok bilfiil onları görmez olduk. konu aşk bile olsa, onun zamanını kontrol edebilir bir halde olmanın haklılığını savunduk. değişimi savunduk, değişmezlikten yana olduk bir şekilde.

    bir umut iklimi var mıydı diye düşündük ama sonra. hatta umut etmekten inatla bıkmayan mizacımız, hangi mevsimden sonra gelirse gelsin, razı olur muydu diye ah etti bazen. nasılsa bir vakit yatmayan, taranamayan o saçlar artık yekün olarak gidebilirdi tepemizden, bunu görebiliyorduk. belimiz tıpkı yeşil tahta önündeki hocam gibi kalınlaşır, öfkemizin verdiği o tuhaf sıra dışılık kaybolur, sıralamaları iyice hatim etmiş olsak da sıraya girmeye geç kalmış olma ihtimalimiz içimizi tırmalar mıydı yoksa?

    çare yoktu. mevsimlerin sıralamasına nihai olarak inanacaktık. öfke hiçliği doğuruyordu, izledik. öfkesiz kalmaya da dayanamazdık. kendimizi kandırdık...

    yaşamak için bu saçmalığa inanmalıydık, itiraf ettik;

    ilkbahar, yaz, sonbahar, kış…

    anladım, sevdim, acı çektim, kaybettim…

    doğdum, büyüdüm, duruldum, yaşlandım…

    keşfettim, yaptım, azalttım, bıraktım…

    diye hayıflandık, hayıflandım!

    sıralamaya tabiydim işte, sıraladım ben de...
  • ingilizcesi sorting'dir.
  • hayatımın bütün alanlarında ortaya çıkıyor, burda da gene sıradayım ne sırası fikrim yok ama
  • çaylak sıram 24 bin ,, ygs sıralamam 600 bindi lan 24 bini görünce sevindim.
  • üst sıra istiyorum
  • şeylerin sırasını/sıralamasını değiştirmek, yaşamımızda bazen göze alınamaz ölçüde devrimcidir.

    (ilk giri tarihi: 11.9.2018)

    (bkz: sıra/@ibisile)
    (bkz: düğün yemeği/@ibisile)
    (bkz: sıralama sayı sıfatı)
    (bkz: sıralama turları)
  • alışveriş sitelerinde genellikle fiyatlara göre satışı yapılan malzemeleri gösterme düzeneğinde yazan hede

    not: işbu entari sol frame saçma başlıklarına destek vermek yerine alternatif başlıkları canlandırmak için yazıldı

    notumsu: katkı şart

    notunsu: eğitim şart ötesi
hesabın var mı? giriş yap