120 entry daha
  • içerisine girmemde etkili olan nedenin kendimle kavgam olduğu, içerisine girdikten sonra bölümle kavga etmekten kendime fırsat ayıramadığım bilerek ve dahi isteyerek tırnak içerisinde "bilim". iyi olan şeylerden herkes bahsediyor. şüphesiz o konuda anlatacak, anlayacak çok şey var. psikolojinin katkısını burada anlatmayacağım. ben biraz farklı şeylerden bahsetmek, bir de eleştiri getirmek istiyorum.bu entry kendini zaman zaman güncelleyecektir. başlarken şu alıntı önemli:

    "psikologlar ve sosyal bilimciler, genellikle, yönetici elit tarafından yaratılan ve sürdürülen kontrol mekanizmalarının (örn. okullar, üniversiteler ve kitle iletişim araçları) bir parçasıdır ve görevleri egemen politik sistemin çıkarları tarafından tanımlanan gerçeklikleri algılamak ve kavramsallaştırmaktır." mehyrar, 1984: 166

    şimdi bu alıntı çok acayip, çünkü aslında bunun üzerine yazılmış kitaplar mevcut. bu, gördüğüm kadarıyla bir bilimin en ciddi şekilde eleştirilerinden biridir. ya da "bilim"in. neresinden başlasam bilemiyorum ama en kaba girişle, psikoloji kapitalist bir bilimdir ve bütünüyle kapitalizme çalışır. hakim kültürel, ekonomik ve politik kurumlar, psikoloji için özellikle önemli olan iki temel probleme neden olur: tatmin edici bir yaşam sürmeye yönelik çabaları yanlış yönlendirir, eşitsizliği besler ve baskıyı körükler. grup ya da bir topluluğa yönelerek, sorunun her zaman birey kaynaklı olduğunu düşünmesinden kaynaklı bir baskıdır bu. bireyi ezmeye, değiştirmeye ve kontrol altında tutmaya çalışır. zaten kolektif amaçlardan ziyade bireyci amaçlar doğrultusunda hizmet eder, özünde olan bir şeydir bu. psikologlar bunu, "bireyleri araştıran bir bilim olarak tanımlayarak ve psikolojinin daha büyük grupları inceleyen bir bilim sosyoloji ve antropoloji gibi disiplinlerle karşıtlığını vurgulayarak savunur. bu açıklama görünürde mantıklı olsa da durumu fazla basitleştirmektedir. bir bireyin neden belirli bir şekilde davrandığını, belirli bir görüşte veya belirli bir hedefler peşinde olduğunu anlamaya çalışan psikologlar kaçınılmaz olarak diğer insanların doğrudan ve dolaylı etkisiyle karşı karşıya kalır." fox ve arkadaşları, 97:35

    -sonuç olarak psikologlar bireysel özgürlüğü ve politik eşitliği destekler gibi görünüp, katılımcı demokrasi ve adalet dağılımı yerine, politik ilgisizliği ve serbest piyasayı tercih eden kapitalist bir demokrasiye rahatlıkla uyum sağlar.-

    burada çok fazla problemimiz var. öncelikle bir metodoloji problemi var. hatta söz konusu olan şey tam olarak psikolojinin "metodolojisist" bir bilim olduğu. ve whig tarihi yazımsal bir hatayla nedense bilimin birikimliliğinin psikolojide tam tersi bir şekilde işlediği. bir bilim dalı olarak kullandığı en sağlam argüman istatistiki veriler. karşınıza sürekli aynı determinasyonlarla çıkılır. ve eğitim hayatınız boyunca size sürekli kuram pompalanır. lisans eğitiminiz boyunca sürekli aynı kuramları öğrenirsiniz. 4 sene boyunca artık çoğunlukla kullanılmadığı, büyük oranda geçersiz olduğu biline biline aynı kuramlar defalarca, tekrar tekrar okutulur. sonra gerçek anlamda bir şey öğrenmek için master yapılır. psikoloji bir süreçtir hiçbir zaman bir yetkinliğiniz olamaz. ben bunu da orwell'ın 1984'ündeki duruma benzetiyorum. bir taraf üretiyor bir taraf üretileni direkt yiyor ki yine üretecek bir şeyler olsun hiç durmasın alt taraf. aynen o şekilde, psikoloji biliminde de bir üst tabaka vardır, onlar psikolojiyi/ve tabii ki ayrılmaz bir şekilde psikiyatriyi yönetirler.

    burada sorunlar çok büyüyor.

    psikoloji tıbbileştirilip, farmakolojikleştirilip daha ihtiyaç duyulan bir alan olsun. insanları ilaçlara mecbur hissettirelim. para para para gelsin. özellikle amerika tabanlı bir bilim dalı olan psikolojide artık ilaç sektörünün etkisi tartışılamaz bile. çocuklukta uyku problemi ile ilerideki uyuşturucu kullanımı arasında korelasyon. hemen çocuklara uyku ilacı verelim, hemen. insanlar buna mecbur hissettirilir, (amerika'daki toplam kadın nüfusunun %10'unun psikotik ilaç kullandığını biliyor muydunuz örneğin. çocuklarda durum çok daha vahim. "ritalin çocukları" dediğimiz topluluk hiç az değil, daha kötüsü bu bir efsane hiç değil.) işin garibi (hayır aslında beklenilen bir şey çünkü psikoloji ve dahi özünde kapitalizm de budur, sürekli yeni bir şey üretir, sürekli pazarlar) psikolojik rahatsızlıklara tanı koyma kitabı olarak bildiğimiz, el üstünde tuttuğumuz dsm her baskısında daha da "hastalıklanır", yeni yeni şeyler çıkartırlar mesela. ve bu hastalıkların çoğu sanayi inkılabıyla gelmiştir, bir kleptomani örneğin. nedense zengin bir kadın bir şey çalıp mahkemede kleptomani olduğunu söylerse bu işler fakat fakir bir kadın bunu dese işlemez, gülünür. bu bir tebaya hizmettir özünde, bir tabakayı kayırmaktır. bunun masumiyeti olmaz.

    hep de batı'ya gideriz biz. doğu'nun da en satılabilir öğelerini alırız ama. pazarlanır böyle insanlara.

    bir başka problem. bir doğa bilimi olmaya aşırı tutkulu olma durumu. varsa yoksa bağımsız değişken bağımlı değişken. hemen bir korelasyon analizi. psikolojinin fizikalleştirilmesi çabası. hemen bir t testi yapalım. bir psikoloji deneyinde, milyonlarca confounding variable bulabilirsiniz isterseniz. her türlü insani ve sosyal etki deney sonucu doğrudan etkileyebilir fakat sizin karşınıza çıkarılan şey her zaman "standart sapma" ve "varyans analizi" olur. bu gerçekten kontrol edilebilir bir şey midir peki, benim onca confound durumuma ve bilinçli organizmaya karşı tek savunmam bir standart sapma kadar mı? evet öyle.

    bir korelasyon analizi mi her şey?

    hiç bitmeyen bir devinim. her makalenin sonunda bir "tabii daha fazla araştırma gerek." (bence ikiyüzlü bir tavırla.)

    ama asıl temamız şu, bunu unutmayı kesinlikle istemiyorum:

    psikoloji bilimi, toplumu iyileştirmek için ne yapıyor tam olarak? elinde neler var? aslında şu da sorulabilir, çünkü psikoloji kendini hep bireysel olarak tanımladığı için ve hiçbir bilim dalında görülemeyecek kadar "apolitik" olduğu izlenimini verdiği için: psikoloji bilimi bireyi ne kadar "iyileştiriyor" ve kime göre iyileştiriyor? buradaki tanı sıkıntısı, buradaki tedavi sıkıntısı çok büyük. neyi tedavi ediyoruz? benim elimde ne var, psikodrama mı? bilişsel psikoterapi mi? psikanalist mi?

    peki ya vakalar?

    peki ya psikologları tarafından suistimal edilen vakalar?

    freud? dora? sybil?

    ve neden bunu sorgulayamıyoruz?

    piaget'nin çocuklarda gözlemlediği sembolik işlev alt-evresi'nin afrika'daki kvaşiorkorlu çocuklar için bir faydası var mı? amerika'daki obez çocuklar için var mı? ben onu öğrenerek ne yapıyorum tam olarak, nasıl bir katkı sağlıyorum? çözüm mü üretiyorum? ürettiğim çözüm nedir, ilaç vermesi için psikiyatriste yönlendirmek gibi mi çocukları?

    sosyal bilmem ne kuramı, sürekli bir kuram, sürekli bir şeyleri adlandırma ve bölme... zihin, bellek, sonra kısa süreli uzun süreli bellek, bölündükçe bölünerek, hiçbir sonu olmaksızın ve dahası (bence) bilerek ve isteyerek hiçbir sona ulaşmanın istenmemesi tam olarak... bir yığın gibi aslında daha çok.

    en başa dönersek eğer.

    bilimin ne olduğu üzerine saatlerce tartışabiliriz. bilim merak kökenli başlıyor diye istediğimiz kadar uzatabiliriz. fakat her bilimsel bilginin kullanıldığı bir alan ve her bilimsel bilgiyi kullanan insanlar vardır, hiçbir şey çok masum değil. sorun burada, psikoloji gibi hassas bir bilimi "kullanan"ların durumu. ve buna boyun eğmişlik hatta bu boyun eğmişliğin farkında bile olmama, sürmesine canla başla çalışma, dahası...

    toplumu psikologlara mecbur hale getirdiler.

    son olarak, korkunç bir şekilde öğrencilere dayatılan dogmatizm ve buna karşı çıkamama durumu, tam istedikleri gibi yetiştirilen bir ouroboros.

    sonsuz bir ouroboros.

    edit: symbolic bazı eleştiriler yöneltti ve ben de buradan cevaplamak istedim, kendisine çok teşekkür ediyorum katkılarından dolayı. şimdi ondan alıntı yaparak ve cevaplayarak gidelim:

    "hangi üniversitedeydiniz bilmiyorum ama ben bu sene 2. seneyi tamamladım psikolojide ve hocalarımın çoğu psikolojiyi salt bilim olarak görme çabasında değil. o çaba içinde olanlar da learning ya da evolutionary alanında çalışıyorlardı zaten. ve hatta birkaçı "bilim mi allasen?" şeklinde yorumlar yapıyor. freud'u yerden yere vuran mı dersin, hepsi var. ve hiçbiri korelasyonu reliable görmüyor haklı olarak, yani zaten korelasyon çok da üstüne düşülen bir metod değil ki psikolojide. sanki öyleymiş gibi yazmanız insanları yanlış yönlendirebilir. en azından benim okulumda bunlar açısından bir dogma yok."

    psikoloji bölümünü iki farklı okulda okudum ve ikisi de hakim paradigmaya hizmet eden anlayışa sahipti, yani bilişsel bakış açısı. bu aslında psikolojinin en tıbbi yönü ve anlaşılabileceği gibi amerika'dan bize gelip yerleşmiş bir anlayış. freud'u benim olduğum okullarda da yerden yere vuruyorlardı, hatta jung'un adı dahi geçmiyordu (ki geçtiği zaman küçümseyen bir endüstri-örgüt'çü hocam vardı, yüzünü ekşitirdi). bu yukarıda bahsettiğim eleştiri aslında tam da bunlara yöneliktir. jung'un "ruhsuz bir ruh bilim yaratılmaya çalışılıyor" öngörüsünün gerçekleştiği zamandayız. benim tam olarak karşı çıktığım şey bu zaten. ama tekrar yukarıda bahsettiğim gibi, hakim paradigma artık psikolojinin bilim olup olmamasını tartışmıyor, psikoloji çoktan bilim oldu, artık bir sosyal bilim değil doğa bilimi olma yönünde ilerliyor.

    aynı noktadan başka bir şey. korelasyonun çok da üstüne düşülen bir metod olmadığı söylenmiş, ama sorun şu: örneğin sosyal psikoloji korelasyon analizi olmadan kesinlikle var olamaz. bunu alt alanlar bazında düşünmek gerek. örneğin bir deneysel psikolog korelasyon analizini neredeyse hiç kullanmayacak, küçük n desenli deney dizayn edecektir.

    bir başka alıntı...

    "bir de t test in sadece deviation'dan oluşmadığını siz de benim kadar iyi biliyorsunuzdur. bunun effect size'ı var homogeniety of variance var. var oğlu var. sadece ondan bahsetmeniz biraz kolaya kaçmak olmuş. sonuçta belirttiğiniz açıkları insanlar önceden düşünmüş."

    güzel nokta. fakat benim aslında t testi diyerek karşı çıktığım şey, bütün istatiksel metotları içeriyor. eleştirel psikolojinin en vurucu noktalarından biri de budur: psikolojinin metodolojist bir bilim değil, metodolojisist bir bilim olma çabası. yani bir analiz yöntemi olarak ister t testi, ister anova, ister manova vs kullanabilirsiniz, benim ve eleştirel psikologların sorduğu şey istatistik biliminin insan psikolojisi verilerini analiz etmek için gerçekten kullanılabilir olup olmaması. insan algılayan, organik bir varlık olduğu müddetçe bu tartışma da devam edecektir diye düşünüyorum.

    bir başkası ve son...

    "bunları zaten bildiğinizi sanıyorum -biliyorum daha doğrusu-, yazmamın sebebi insanlara bu yanları anlatırken psikolojiyi bundan ibaret sanmalarını sağlamış olabilirsiniz. ama bildiğiniz üzere değil. ben de psikolojinin "üretilmiş"liğini farkedebiliyorum ve 2. senem olmasına rağmen reliablility'sinin de pozitif bilimlere oranla düşük olduğunu biliyorum."

    evet bu da güzel bir nokta.

    benim yukarıda yapmış olduğum, aslında tamamen alaniçi tartışmalardan doğan bir şey fakat buraya, örneğin tercih yaparken fikir edinmek üzere gelen öğrenciler için ağır ifadeler olduğu kesin. symbolic'e katılmamak elde değil, düşününce gerçekten korkutucu gelebiliyor. o zaman bir başka entry'de psikolojinin sonsuz güzelliklerini konuşma sözü verelim, bu şekilde tatlıya bağlansın diyor, kendisine de tekrar tekrar teşekkür ediyorum.
  • ygs'nin açıklanmasıyla psikoloji tercihi yapmak isteyenler için biraz da iş imkanı hakkında bilgi vermek istediğim bölümdür. daha önce şurada bir şeyler yazmıştım:

    (bkz: üniversite tercihi yapacaklara tavsiyeler/@silverleaf)

    ve psikolojinin genel bir eleştirisi: (#40984313)

    daha önceki yazımda da söylediğim gibi, bundan 3 sene önce ben bölüme girdiğimde psikoloji iş imkanı çok büyük bir alandı fakat o sıralar devlet öyle bir politika güttü ki bütün felsefe, pdr ve sosyoloji mezunlarını psikolog diye bir yerlere atadı. bu bir.

    ikincisi.

    psikoloji çok popüler bir bölüm, malum. ve özel üniversiteler bunu tabii ki kaçırmadı. sayılarla konuşursam:

    2006’da türkiye’de 10 devlet üniversitesinde, 6 özel üniversitede psikoloji bölümü vardı.

    şu an türkiye’de 13 devlet, 47 özel üniversitesinde psikoloji var. evet aynen doğru duydunuz, 47.

    üçüncüsünde olay gitgide daha vahim oluyor:

    yök, psikoloji bölümlerinin çok istendiğini bildiği için bütün okullarda kontenjan arttırımına gitti. ve bunun da kılıfını buldu: ingilizce ve türkçe programlar açarak. örneğin bugün ege üniversitesi (9 eylül de olabilir, ikisinden biri) 90 türkçe, 90 da ingilizce öğretim öğrencisi alıyor. yani bir senede 180 mezun veriyor. ama tabii ki üniversite kadrosu yetersiz olduğu için bu iki bölüm de birlikte ders alıyor. bu sadece bir üniversite için, dikkatinizi çekerim.

    ve bu üniversiteler sürekli mezun pompalıyor.

    tüm bunlar ışığında geldiğimiz nokta tam olarak şu:

    sürekli çılgınca mezun veren bir bölüm olup çıktık. ve şu, kesin bir şekilde yüksek lisans istiyor bu bölüm. bunu bölüm dışı birine nasıl anlatacağım bilmiyorum ama bu bölümde “bir şey” olmak istiyorsan, not ortalaması yapmak zorundasın.

    peki tüm bunlar ışığında elimizde ne var: psikoloji altlalanları çok geniş bir bölüm. müthiş bir potansiyeli var. en yakın arkadaşlarımdan biri (kadın) spor psikoloğu olmak için can atıyor mesela. trafik psikoloğundan tut adli psikoloğuna kadar çok alanlı, zengin bir bölüm.

    psikoloji genellikle hukuk’la birlikte gider eşit ağırlıkta. benim çevremde öyleydi yani hep. iibf’ler, siyasal bölümleri ayrılır, geriye hukuk tercihi ve peşinden psikoloji tercihi gelir. (burada kafayı iyice yiyorum, hepsi hakkında söyleyecek çok şeyim var ehehe)

    sonuca geleyim.

    tm ağırlıklı gidersem: bugün psikoloji iş imkanı bakımından iibf bölümlerinden on kat daha iyi bir halde. zaten artık iibf bölümlerini belli birkaç üniversite okumadıktan sonra hiçbir anlamı yok. eğitim fakültesi tercih meselesidir. ben türkiye gibi bir yerde eğitim fakültesinde verilen eğitime kesinlikle inanmıyorum. bunu da sonuna kadar tartışırım, tartıştım.

    umarım yardımcı olmuştur biraz.
  • daha önce hakkında bir şeyler yazmıştım, bu bölüme eleştirel bakmaya çalıştığım: (bkz: psikoloji/@silverleaf) buna devam edeceğim ben çünkü benim için, daha önce de yazdığım gibi, sürekli bir mücadeleye dönüşmüş gibi oldu bu. her an bir şey dikkatimi çekiyor. biraz da "üretilen" psikolojik rahatsızlıklardan bahsetmek istiyorum.

    şimdi birkaç ufak örneğe bakacağız beraber. bu dönem gelişim psikoloji'si kitabımdan alınmış bir hastalık tanımına eleştirel gözle bakmaya çalışalım. (kitabın adı, life-span development "yaşam boyu gelişim", yazarı john w. santrock)

    öncelikle şu. diyor ki, öğrenme güçlüğü çeken çocuk, (bu arada burası erken çocukluk, yani 4-7 yaş arasından bahsediyoruz) konuşma ve yazma dilinde zorluk çekebilir filan. lütfen fotoğraftaki paragrafın geri kalanını da okuyun.

    aynı gelişim çağında görülen 3 temel öğrenme bozukluğu var:

    disleksi, disgrafi, diskalkuli.

    disleksi, okuma ve heceleme becerilerindeki bozukluk.
    disgrafi, el yazısından görülen bozukluk. bu hastalığa sahip olan çocuklar yavaş yazarmış, ortaya çıkan yazı okunaksız olurmuş, imla hataları yaparlarmış.
    diskalkuli de matematiksel işlemlerde çekilen zorluk.

    bunların hepsi tanımlanmış bir şekilde tanı kitabımız dsm'de mevcut. resmi olarak "bozukluk" diye geçiyor.

    bunlara baktığım zaman gördüğüm tek şey, ben dahil çevremdeki herkesin çocukken bu hastalıklardan muzdarip olduğu. hatta inanır mısınız, bende hala diskalkuli var, matematik özürlüyüm çünkü. hatta matematikten kaçarken yolum buraya düştü bile denilebilir.

    iğrenç derecede kötü yazıları olan abim ve kardeşim kesin disgrafik. bunları şaka yollu olarak söylesek her şey çok kolay olurdu ama çocuklar bu tanıları alıyorlar ve bu tanılar yüzünden ilaç tedavisi görüyorlar. ilaç tedavisi konusu çok uzun. oraya sonra geleceğiz.

    şimdi bir başka ekran görüntüsü. yine bize okutulan kitaptan aldım bunu. şurada

    bu paragraf, aynı yazının devamı. diyor ki, öğrenme güçlüğünün nedeni henüz tam olarak belirlenememiştir ama magnetik bilmem neler kullanılarak yapılan bilmem neler falan filan.

    şu gördüğünüz paragraf, bilimsel olarak nasıl yalan söylenilir'in anlı canlı kanıtıdır esasında. orada mri yönteminin olmasının tek nedeni de işin içine bilimsel bir şeyler katılması. teknik olarak, beynin hiçbir lobu ya da bölümü, sadece tek bir şeye odaklanmamıştır. görsel korteksimiz olarak bilinen oksipital lobumuz bile görme işini tek başına yapamaz. bu paragrafta da ne deniliyor, "tek ve belirli bir bölümüne bağlı olmadığını göstermektedir." geçiniz efendim bunları, geçiniz. beynin yapısı itibariyle zaten böyle bir şey mümkün değildir. ama parantez içinde verilen görkemli akademik çalışma göndermelerine bakarsak bu denilenlerden çok etkileneceğimiz kesin. (burada bir parantez açmak istiyorum. psikoloji'yi anadilde okumak tam bu noktada çok önemli. size bir şeyleri anlayabilmeyi ve eleştirebilmeyi sağlıyor. burası ingilizce olsaydı ne yapacaktık? psikolojiyi ingilizce okumak, psikoloji alanında ingilizce bilmek çok önemli ama ben anadilde eğitimi savunuyorum, kimse kusura bakmasın. her neyse.)

    özünde, hiçbir şey demiyor bize.

    öğrenme güçlüğü dediğimiz şey için elimizde hiçbir canlı kanıt yok ama biz hemen biyolojik faktörlerden şüpheleniyoruz çünkü bir şeyin biyolojik olması, daha doğrusu bir rahatsızlığın biyolojik olması, otomatik olarak ilaç tedavisini zorunlu kılar. kimyevi bir şey katar işin içine.

    bugün, ilaç şirketlerinin tıbbi hastalıkları türetmesi şu şekillerde olur:

    *bazen az bilinen bir hastalığa dikkat çekilir.
    *bazen eski bir hastalık yeniden tanımlanır ve yeni bir isim verilir.
    *bazen de yepyeni bir hastalık türetilir. (v. parry, ‘bir hastalığı markalaştırma sanatı’, mm&m, mayıs 2003, sf.43)

    en temel hastalık satış stratejilerinden biri, insanların genel rahatsızlıkları algılama şeklini değiştirerek «doğal süreçleri» hastalıklara dönüştürmektir. insanlar, daha önce belki sadece küçük bir sıkıntı gibi görülen kellik, kırışıklıklar, cinsel sorunlar gibi dertlerin tıbbi müdahale gerektiğine ikna ediliyorlar. (j. coe, ‘yaşam tarzı ilaçlarının genel görünümü, 2008’, ibid, sf.43) yoğun reklamlar ve iki yüzlü bilinçlendirme kampanyaları, sağlığına dikkat eden sağlam insanları endişeli hastalara çeviriyor. ufak sorunlar ciddi hastalıklarmış gibi resmedildiğinden, utangaçlık sosyal anksiyete belirtisi sayılıyor. işyerlerinde dikkati dağılan çalışanların ise artık dikkat eksikliği sendromu isimli bir hastalığı var.

    hastalık tanımlarının birçoğunda, sağlıklı ile hastayı birbirinden ayıran çizginin nereden çizileceği konusunda büyük belirsizlikler var. normal ve anormali ayıran sınır genellikle son derece esnek. bu sınır ülkeden ülkeye, hatta zaman zarfında değişiklikler gösteriyor. hastalığı tanımlayan sınır ne kadar geniş çizilirse, potansiyel hasta havuzu o kadar geniş, ilaç üreticileri için satış yapabilecekleri pazar da o kadar büyük oluyor. günümüzde bu sınırı çizen uzmanlar ellerinde ilaç şirketleri kalemleriyle toplantıya oturuyor ve her toplantıda sınırı gittikçe daha da genişletiyorlar.

    başta da dediğim gibi, yazacak çok şey var, ben sadece bir kısmını yazdım. kaynaklar, alıntılar parantez içinde verildi.
  • daha önce hakkında çok şeyler yazdım, özellikle üniversite tercihi yapmayı düşünenler için: (bkz: üniversite tercihi yapacaklara tavsiyeler/@silverleaf) ve (bkz: psikoloji/@silverleaf) (belki az daha ayrıntılandırmak açısından: (bkz: #41930845) ve (bkz: #42132197)

    şimdi tüm bunlara kısa bir ek yapmak istiyorum. psikoloji'yi ingilizce okumakla alakalı bir şeyler.

    bu bölümü 1 sene ingilizce okuduktan sonra türkçe'ye geçmiş bir insan olarak, yeni okulda ilk derste anladığım ilk şey şuydu: "ben hiçbir şey öğrenememişim."ciddi bir şekilde panik yapmıştım çünkü hoca bir şeyler soruyordu ve konuşamıyordum, bildiğiniz konuşamıyordum. burada bir parantez açayım. konumuz, psikoloji'yi ingilizce okumayı savunanların "ama literatür dili ingilizce" argümanları. baştan söyleyeyim, amacım bir kavga vs başlatmak değil. sadece çok problemli bir durumdayız. sorunlar şunlar:

    1. sen o literatürü okumadıktan sonra o literatür dilini biliyor olmanın hiçbir anlamı yok.
    2. sen o literatürü anlayamadıktan sonra o dili biliyor zaten sayılmazsın.
    3. bizzat psikolojik araştırmalar, bir dili anadil seviyesinde algılamak için küçük yaşlardan itibaren başlamak kaydıyla en az 7 sene o dilde eğitim görmen gerektiğini söylüyor.

    yani türkiye şartlarında çıkıp "ben bunu ingilizce okuyorum ve bunları tamamıyla anlıyorum" diyebilecek babayiğidin harcı %1'i geçmez. onlar da kreşten beri sağlam bir ingilizceyle büyümüşlerdir vesselam.

    ingilizce okumaya düşman değilim. ama psikoloji bir iletişim dilidir. bir anlaşma bilimidir aslında. anlamak ve anlaşılmak üzerine kurulu olan bir bilimdeysen, dersleri terim ezberleyerek geçebilirsin ama psikolog olarak yetkinliğini ben sorgularım. herkes sorgular. çünkü ne olursa olsun, ben böyle bir bilimin anadilde okunması taraftarıyım.

    çünkü ingilizce okuduğun zaman, örneğin, freud'un ne dediğini ezberlersin. ego nedir, id nedir, superego nedir bunları açıklayabilirsin ama freud'un bir metnini tam olarak anlayamazsın. sadece kavramlar üzerinden gidebilirsin içeriğin bomboş olur. kavramları net bir şekilde söyleyebilirsin ama bunlar hakkında konuşma kabiliyetin olmaz. (en azından benim olmamış. şimdi net bir şekilde görebiliyorum.)

    aynı zamanda ingilizce olduğu zaman o kavramları ezberleme telaşı insana bambaşka bir yük getiriyor. (ki şunu tartışalım: kavramları ezberlemek bazen kavramları gerçek anlamda bilmekten çok daha önemli oluyor bu eğitim sisteminde.)

    tabii burada türkçe'deki çeviri kıtlığı, çevirilerin kalitesizliği, çevirilerin bariz yetersizliği ve belki de -bazen- yanlılığı sorunları çok büyük. başta da dediğim gibi literatür dili ingilizcedir burada.

    çünkü kendi argümanıma şöyle cevap veriyorum bu sefer: ingilizce okurken, ingilizce kitap okumaya fırsat kalmıyor. onunla mücadele ederken insan bıkıyor, bunalıyor, zaten çoğunlukla vakti kalmıyor. yine başta yazdığım gibi o literatürü okuyamadıktan sonra o literatür dilini bilmenin hiçbir anlamı yok.

    aslında bu tartışmaya çok açık bir konu ve belki de çoğu sosyal bilim için geçerli, ben tarlaya tohum atayım konusu git gide açılır diye umuyorum. ne tarafından çekseniz elinizde kalıyor biraz. o yüzden ucu açık bırakarak şunu söyleyeyim: bölümü türkçe okuyup, fakat ne yapıp edip ingilizce'yi de çok iyi bir şekilde bilecek seviyeye gelinmeli. bölümü türkçe okumak anlamak ve anlatabilmek için önemli, ingilizce bilmek ise kendini geliştirmek, daha iyi anlamak daha iyi anlatabilmek için.

    daha önce de dediğim gibi bu konu da sonsuz bir ouroboros. yine de konuşulmadık şey kalmasın isterim.
  • birkaç bölüm bilgisi:

    * türkiye'de bu sene psikoloji bölümü için açılan kontenjan sayısı 4976 kişi. (72 okuldan)

    * bu sayı geçen sene 4896 idi.

    * mevcut lisans öğrencisi sayısı tahmini olarak 8500 civarı.

    * en çok psikolog istihdam eden devlet kurumu sağlık bakanlığı. onun dışında emniyet genel müdürlüğü, kredi yurtlar genel kurumu, adalet bakanlığı, üniversiteler, türk silahlı kuvvetleri de listede var. özellikle tsk git gide daha fazla psikolog istihdam ediyor.

    * son 3 senede toplam 1324 psikolog istihdam edilmiş.

    * 2011 yılında istihdam edilen kişi sayısı 657 iken, 2012'de bu sayı 225, 2013'de ise 353 olmuş.

    * türk silahlı kuvvetleri bünyesinde çalışan aktif psikolog sayısı 170. bu sayı istatistiksel olarak 100 bin kişiye 2.4 psikolog demek oluyor.

    * sağlık bakanlığının mart 2011 verilerine göre 1370 aktif psikolog bulunuyor. bunların istihdam sırası şu şekilde:

    1. sağlık bakanlığı (918)
    2. üniversite (183)
    3. özel sektör (269)

    * türkiye'de 100 bin kişiye düşen psikolog sayısı 1.85 (dsö)

    * bu oran avrupa bölgesi ülkelerinden önemli oranda düşük. (avusturya 63, norveç 35, yunanistan 14, italya 3.2, polonya 4.9, slovenya 1.7)

    bu notlar upok19 kongresinde benim tarafımdan alındı, şu an kaynağını tam olarak bilememekle beraber bir kısmı enginarik.com'dan derlendi.

    psikoloji bölümü hakkında daha fazla bilgi için: (bkz: psikoloji/@silverleaf)
  • tercih zamanının gelmesiyle birlikte her eşit ağırlık öğrencisinin itinayla incelediği bölümdür efendim. tercih edilirken çoğu şeyin göz önünde bulundurulması gerekmekte. bu konuda türk psikologlar derneği diyor ki:

    "son 10 yıldır psikoloji biliminin bilinirliğinin artmasıyla psikoloji bölümleri üniversite adayları arasında çok tercih edilen bölümlerden birisi haline gelmiştir. 2013 yılı verilerine göre psikoloji bölümlerinde 13 devlet 51 vakıf üniversitesinde toplam 4896 kişilik kontenjan açıklanmıştır.

    ancak ne yazık ki psikoloji bölümlerinin popülaritesi her zaman bölümlerin eğitim kalitelerine yansımamaktadır. bu nedenle psikoloji bölümlerini tercih edecek adayların üniversite tercihlerinde aşağıdaki kıstasları göz önüne almalarını önermekteyiz:

    1. başvurduğunuz üniversitenin türk psikologlar derneği tarafından verilen akreditasyon belgesine sahip olup olmadığını sorun.

    2. bölüm akredite edilmemiş ise başvuru yapıp yapmadıklarını ve akreditasyon yeterliliklerini yerine getirip getirmediklerini öğrenin.

    3. psikoloji bölümlerindeki öğretim üyelerinin çoğunluğunun psikoloji bölümlerinden mezun olduğundan emin olun (ne yazık ki başka alanların mezunları, örneğin psikiyatristler, eğitim bilimleri mezunları kimi psikoloji bölümlerinde çoğunluğu oluşturmaktadırlar).

    4. bu bölümlerde yök tarafından belirlenen dört temel alandan (deneysel, gelişim, sosyal, klinik) en az üçünü temsil eden toplam dört öğretim üyesi/görevlisi bulunmalıdır. bu öğretim elemanlarından en az % 75’i doktoralı olmalıdır.

    5. bölümün son üç yıldaki öğretim üyesi/ görevlisi sayısı (tam zamanlı ve yarı zamanlı öğretim elemanları) en fazla 50 öğrenciye bir akademik personel düşecek şekilde olmalıdır. bu sayıyı öğrenin.

    bu vesileyle sizlere psikolog olma yolunda attığınız bu adımda başarılar dileriz."

    kaynak

    (bkz: psikoloji/@silverleaf)
  • psikoloji bölümünü bitirdikten sonra neler yapılabileceğiyle sorusuyla bir süredir yüzleşiyorum ister istemez.

    mezun olma sürecinde ve hemen ardından bütün yaz tatili boyunca üniversitelerin yüksek lisans süreçlerini, iş ilan ve imkanlarını takip ettikten sonra, geçtiğimiz günlerde aniden bir ışık yandı ve "neden artık tecrübe olmuş olan tüm bu bilgileri yazıya dökmüyorum ki?" dedim ve yazıp blogumda ve daha geniş kitleye ulaşması için de sözlükte paylaşmaya karar verdim. ardından olan oldu. çevremde psikolojiden mezun olan herkesle bu konuları enine boyuna tartışmaya ve elime geçen her yere notlar almaya başladım. daha kafamda tasarlarken bile çok uzun bir yazı olacağını tahmin edebiliyordum ama bölüme yeni başlayanlar için çok yardımcı olabileceğini düşündükçe çeşitli üşengeçliklerden sıyrılarak nihayet yazmaya başlayabildim (bu bana ikinci bir lisans tezine başlıyor gibi hissettiriyor). bu yazı dizisinin tek amacı, bu bölümden mezun olduktan sonra neler yapabileceğini merak eden öğrencileri bilgilendirmek.

    başlamadan önceki son uyarı, burada yazılanların tamamen benim fikirlerim olmasından kaynaklı hatalar içerebileceği gerçeğidir.

    ilk bölümde tabii ki mezun olduktan sonraki ilk seçenek var,

    1. yüksek lisans:

    yüksek lisans yapmak, psikoloji bölümlerinin bir olmazsa olmaz'ı. henüz birinci sınıfa giderken bile "yüksek lisans yapmadan bir şey olamazsınız" söylemleri fısıltı halinde dolaşmaya başlıyor öğrenciler arasında. bu söylem tam olarak doğru değil ama o konuya sonra geleceğiz, yani yüksek lisans yapmadan direkt iş hayatında lisans mezunu olmanın karşılığının ne olduğuna.

    muhtemelen hiçbir bölümde öğrenciler psikoloji bölümündekiler kadar akademisyen olmak istememiştir. 60 kişilik sınıfımda akademisyen olmayı düşünmeyen, en azından yüksek lisans yapmayı düşünmeyen kişi sayısı 5'i geçmezdi (5 burada epey iyi niyetli bir rakam bu arada). üniversitede yatay geçiş yaptığım için (özel üniversiteden devlet üniversitesine), eski okulumda da durumun tamamen aynı olduğunun farkındaydım. daha da ileriye gidelim, her yaz yapılan ulusal psikoloji öğrencileri kongresi (upok)'ta da tanıştığım her öğrenci yüksek lisans yapmak istiyordu. ama şöyle bir durursak: hepimiz master yapamayız. bu kadar öğrencinin yarısı, hatta çeyreği kadarı bile master yapamaz. gerçekçi olursak, mezun olunca çoğumuz psikolojiden master yapamayacağız. master imkanlarını (gözlemlediğim kadarıyla) ikiye ayırıyorum: mezun olunan üniversiteye göre, başvurulan üniversiteye göre. şimdi tek tek inceleyelim.

    1.a. mezun olunan üniversiteye göre:

    bizim zamanımızda, yani bundan 5-6 sene öncesini kastediyorum, psikoloji popüler bölüm olmanın doruklarındayken (kpss'de 65 ile atanılan o görkemli dönem :), özel üniversiteye gitmek ile devlet üniversitesine gitmek arasında da dağlar kadar fark vardı. devlet her zamanki gibi daha "tercih edilir" olandı, oysa şimdi öyle değil. büyük okullar dışında (odtü ve boğaziçi), psikolojinin şu anki iyi bölümleri hep özellere kaymış durumda (bilkent, bilgi, bahçeşehir vs... istanbul şehir üniversitesinin ilk 5 binden psikoloji öğrencisi aldığını biliyor muydunuz? bizim zamanımıza göre inanılmaz rakamlar...). bu genel olarak bütün bölümlerde var olan bir şey sanırım ve temel sebebi "iyi hocaların özel okullara geçmesi" olarak görülüyor (bu başka bir yazının konusu ama). kendi okulumdan örnek verecek olursam, zamanında ilk 6 binle alan okul yanlış bilmiyorsam 10 binlere kadar kaymış durumda. anlayacağınız, "okul adının önemi" konusu, son birkaç senede çok değişti. şimdi "köklü" bir devlet üniversitesinden mezun olduğunuz zamanın, yeni bir özel üniversiteden mezun olduğunuz zamandan avantajlı olan tek kısmı, özel sektörde işe girerken/ya da devlette mülakatlı bir alım yapılırken daha sağlam bir imaj veriyor olması.

    peki yüksek lisansta durum nedir?

    burada pek çok değişken var. mezun olunan üniversiteye göre değil, tamamen not ortalamasına göre işleyen bir süreç başlıyor. genelde kimse, hani hep internette dalga geçilen isim üniversitelerinin birinden mezun olduğu için yüksek lisansa kabulde bir sorun yaşamıyor: ama not ortalaması çok yüksek olduğu sürece. buradaki çok yüksek olma kriterimiz ise: 90+/100 gpa. özel üniversitelerden düşük ya da orta seviye bir ortalama ile mezun olan kitle, muhtemelen en şanssız kitle. çünkü devlet üniversitesinden orta seviye bir ortalama ile mezun olanlara göre mülakatlı kabullerde onlara büyük bir önyargı ile yaklaşılıyor. aynı şekilde iş hayatında da, devlet mezunları daha tercih edilebilir çünkü daha "sağlam" bir eğitim aldıkları izlenimi var. görece doğru. iyi hocalar özel üniversitelere kayıyor olsa da, çoğu özel üniversitede "hoca" yok (psikoloji bölümleri için konuşuyorum). üç tane yarddoç'tan dönüşümlü olarak eğitim alarak mezun olan arkadaşlarım var. bazı okullar, "hocaları" olmadığı için yüksek lisans açamıyor. yök, popüler bir bölüm olduğu için psikoloji bölümlerini özel okullarda açmada çok elibol davransa da eğitim kalitesi göz önünde tutulmuyor.

    burada pek çok haksızlıklar ve hakkaniyetsizlikler de var ama genel bir eğitim sistemi sorunu bu. ortalama yapmak hiç kimse kolay bir şey değil ama bazen kolay olduğu durumlar da var. siz bir devlet üniversitesindeki 70 geçme notu (70=cc, 90+=aa) ile bir özel üniversitedeki çan eğrisinde (45 ile de aa alınabilir, 70 ile de, 90 ile de) aynı ortalamayı yapmış iki insanın emeğini hiçbir şekilde eşitleyemezsiniz. sırf bulunduğunuz sınıftakilerden (ve doğal olarak ortalamadan) biraz daha iyisiniz diye dersleri geçmek, çok adil bir yöntem değil. burada çan eğrisi kolaydır denilmiyor, eğer çok iyi bir okuldaysanız çan sizin aleyhinize de dönebilir elbette. ama piramidin altındaki büyük kısım ortalama okullardan oluşmakta ve bu not sistemlerindeki haksızlıklar, en azından bazı okullardan mezun olan öğrenciler için tamamen bir hayalkırıklığına sebep oluyor. çünkü yüksek lisans sıralaması yapılırken mezun olunan okullara ya da o okulların zorluk derecesine (ki böyle bir şey olduğuna iki okul görmüş bir insan olarak kesinlikle inanıyorum) bakılmıyor.

    ayrıca çok iyi okullardan mezun olduğunuz zaman zaten sizin yeriniz de belirlenmiş oluyor.

    bu başka bir problem, yani ikinci kısım.

    1.b. başvurulan üniversiteye göre:

    lisans 1. sınıfta bölümü tanıtmak için gelen bir araştırma görevlimiz vardı, kendisi ankara'da yüksek lisans yapıyordu o sırada. boğaziçi mezunuydu ve iyi bir ortalaması (3.60 civarıydı sanırım) vardı ama bize sürekli kabul sürecinde ne kadar zorlandığından bahsetmişti. iyi okulların master kontenjanlarını zaten kendinin en iyi öğrencileri dolduruyor (ki bütün okulların kendi öğrencilerini kabul etme yanlılığından bahsetmiyorum bile burada). bu sene hacettepe'nin klinik psikoloji'sine kabul alan öğrencilerden en düşük ortalama ile girenin bile 100 üzerinden 98 ortalaması var. bu gençler aynı şekilde çılgın toefl, ales puanları alıyorlar. diğer üniversite mezunu gençler büyük başarılar elde etmediği sürece, en tepedeki okullar genelde kendi öğrencilerini kendi aralarında değiştiriyorlar sadece.

    geriye kalan en iyi öğrenciler de diğer okullar arasında paylaşılıyor. bu denklemde ortalama bir öğrenci olmanın hiçbir yeri olmadığını siz de fark etmişsinizdir. tabii ki paranız yoksa.

    bu da başka bir problem.

    yani özel üniversitelerden birinde yüksek lisans yapmak.

    bin kere söyledim ama psikoloji popüler bir bölüm ve ilginç bir şekilde bölümü isteyen çılgın bir kitle var. "psikoloji olmazsa başka bir yer de olmasın" diye defalarca üniversite sınavına hazırlanan (ki bunlardan biri de bendim zamanında) ve ardından mezun olunca da bu bakışı devam ettiren. böyle olunca çoğu özel üniversitede burslu bir şekilde psikolojide yüksek lisans yapma imkanı kalktı (emin değilim ama şu an hiçbirinde olmuyor bile olabilir). çılgın bir talep olduğu için, işe bakın ki en pahalı yüksek lisans bölümleri de psikolojininkiler oldu. başvuru döneminde çoğu özel okulun burs verilebilecek durumlar listesine "psikoloji bölümleri hariç" yazısı eklenmeye başlandı. buralarda bahsedilen fiyatlar minimum 35 binlerden başlayıp, ucu açık olarak 60 binlere kadar çıkabiliyor. burada sizin akademik başarılarınızın hiçbir anlamı kalmıyor. boğaziçinden iyi bir ortalama, güzel ales puanları ile mezun olmuş ve kaderin tuhaf bir cilvesi sonucunda başkent'te yüksek lisans yapmak isteyen bir insansanız (neden yapmak isteyesiniz hiç bilmiyorum) hiçbir burs indirimi alamıyorsunuz (kendi öğrencisi de olmadığınız için, hiç). lisansta çocuğunu yarı burslu olarak okutabilen aileler bile bu noktadan sonra çare bulamıyor. tüm bu durumun görmezden gelinmesi de psikolojide yüksek lisansın korkunç bir ticaret olduğu hissini uyandırıyor bende.

    ki yüksek lisans yapmış olsanız bile ilgili "sertifika"ları almadan test veya terapi yapamıyorsunuz. sadece uzman oluyorsunuz, yani sırada benzer bir yarışı doktora için sergilemek var. bu sertifikalardan en temel olanları (basic kelimesinin karşılığı olarak) bile bin liralardan başlıyor. içinizi daha da karartmak istemiyorum ama örneğin bilişsel terapi yapabilmek için sertifikasını, eğitimini ve süpervizyonunu almalısınız ve bu toplam 10 bin lirayı bulabilen bir süreç. ciddi bir klinik psikolog olmak, iyi bir kendine yatırım gücü istiyor.

    başvurulan üniversiteye göre başlığının altında olması gereken bir diğer konu da, başvurulan üniversitenin o dönem açtığı kontenjan sayısı. bu tamamen şansa yönelik bir değişken ve gitgide azalıyor da (bunun sebebi de zamanında öyp'lilerin bu kontejanları direkt doldurmasıydı; istedikleri yere geçebiliyorlardı ve okullar gitgide daha az master öğrencisi almaya başladı). bu konuyla alakalı (psikoloji bölümleri kontenjanları ile alakalı) her sene güncel bilgiler veren bir hocamız var, engin arık. onun sayfasından ve tpöçg'den aldığım son verilere göre şu anda türkiye'de 75 tane üniversite psikoloji öğrencisi alıyor ve sadece geçen sene yaklaşık 8 bin psikoloji öğrencisi mezun olmuş. yüksek lisans programı sayısı (16 haziran 2016 itibariyle) 90. ayrıntılı program listelerine şuradan bakılabilir: tık.

    bu yazıyı şimdilik burada noktalıyorum, devam edecek serinin ilk yazısı olarak.

    o zamana kadar: (bkz: psikoloji/@silverleaf) ya da blog.
  • öncelikle: (bkz: psikoloji/@silverleaf)

    daha önce lisans sonrası psikolojide yüksek lisans imkanlarını yazmıştım, sırada da lisans sonrası iş hayatı var. bu yazıyı da önce blogumda yayınlamıştım ancak tercih döneminde sözlüğe bakıp psikoloji okuyup okumamaya karar verecek gençler için daha faydalı olur diye buraya da koymak istedim.

    "mezun olduktan sonra nerede, nasıl çalışabilirim?" sorusunu ben 3 ana bölüme ayırıp tek tek inceleyeceğim: devlette nasıl, özelde nasıl, bireysel nasıl?

    1. devlette çalışmak

    üniversiteye devam ederken benim ve çoğu arkadaşımın en az düşündüğü seçeneklerden biri buydu. stajımı bir devlet hastanesinde yaptıktan sonra da bundan fazlasıyla emin olmuştum: çalıştığım yerdeki psikiyatristlerin psikologlara olan tavrı çok çirkin olduğu için ben de bunu çekecek durumda değildim. yani değil gibiydim. gelin görün ki, mezun olduktan sonra devlette çalışmak bir "imkan" haline geliyor; bütün mesleklerde olduğu gibi, özellikle maaşları sebebiyle.

    peki nerelerde çalışabiliyoruz?

    adalet bakanlığı, sağlık bakanlığı (hastaneler), aspb, halk sağlığı, egm, üniversiteler, milli eğitim (psikoloji öğretmeni ya da formasyon alıp rehber öğretmen olarak), ceza ve tevkifevleri, tsk vs vs...

    geçtiğimiz sene sağlık bakanlığında en düşük olarak 75,911 ile rize'de üniversiteye atanılmış. sıralama da alaniçinde 400'lerde. adalet bakanlığının bu seneki alım için açtığı kontenjan sayısı 20, ankara için ise bir kişi alınacak sadece. şuradaki linkten 2014'te kaç puanla nerelere atanıldığı konusunda bir fikir sahibi olabilirsiniz. 2014 atamalarında 75 puan alan öğrencilerin alaniçi sıralamaları 500'lerden itibaren iken bu sene 1500'lere kadar gerilemiş durumda. her sene 6000'den fazla mezun veren bir bölüme göre iki senede bir tekil sayılarla yapılan alımların sonuçlarından biri bu. kpss'den 89 puan alıp, sıralaması 60'larda olan bir tanıdığımın büyük şehirlerdeki hastanelerde çalışmasının artık çok zor olması bana ürpertici geliyor. 2014 sınavında 84 puan alıp 1.5 sene bekledikten sonra üçüncü bölge olarak kastamonu'ya yerleşebilen bir arkadaşım var. iki sene önce bile çok zorken, bu sene neler olacağını beraber göreceğiz. yine aynı şekilde 2 sene önce 75 puanla aspb ile niğde'ye atanmış bir tanıdığım var, huzurevinde psikolog olarak çalışıyor. yığılma puanların 70-80 arasında olduğunu düşünürsek atanabilme ihtimali git gide daha da zorlaşacak. tüm bunlardan geriye kalan kitle ise şansını mülakatlı alımlarda denemeye devam ediyor. devlette çalışanlar için alınan maaşlar ise 2300-3.500 lira (bakanlıklarda uzman olanlar için) arasında değişiyor. staj yaptığım yerde 18 senelik uzman psikologun maaşı, döner sermaye ile beraber 2800 liraydı (ek bir not: hastanede çalışanlar için uzman olup olmamak arasında hiçbir fark olmuyor, maaşınıza bir katkısı yok bu durumun).

    burada bir mola verip devlette de özelde de çalışmayı kapsayabilecek, bütün psikoloji öğrencilerinin er geç kavuşmak istediği işe yer vermek istiyorum:

    1.a. araştırma görevlisi olmak

    bu bölümde kişisel olarak yorum yapmadan önce harika bir kaynağı paylaşmak yapmak istiyorum. şuradan günümüz öğretim görevlisi ilanlarına ve geçmişteki ilanlara ulaşabilirsiniz. uzun uzun incelemiş olmama rağmen fazla yorum yapmayacağım ama benim düşüncem kısaca şu şekilde: ilan sonuçlarının çok büyük oranda belli olduğuna inanıyorum ve geri kalan umutlu gençlerin de boşu boşuna uğraşıp durduklarına. burada hem olumlu hem olumsuz bir taraf var. birincisi, üniversitelerdeki hocalar tabii ki tanıdıkları, bildikleri insanları araştırma görevlisi olarak almak isteyeceklerdir çünkü basitçe kendileri için de çalıştırıyorlar. akademi referanslarla ilerlediği için bu normal olarak karşılanabilir. olumsuz taraf ise şu: yüksek lisans mülakatlarında mülakata gelmeyen öğrencilerin bile yerleştiklerini gördükten sonra bu kadrolar hakkındaki genel tepkim maalesef "bunu bize bırakırlar mı?"ya evriliyor. araştırma görevlisi kadroları çok çok azken (her sene 15 okul araştırma görevlisi alacak olsa bile okul başına 1'den fazla araştırma görevlisi kadrosu çıktığını henüz hiç görmedim ben) istenilen şartların bazen fazlasıyla abes olması (bu konuda yukarıda verdiğim linki inceleyebilirsiniz) beni umutsuzluğa düşürüyor.

    1.b. formasyon - pdr

    psikoloji mezunları üniversitelerin eğitim fakültesinde formasyon alarak devlette ve özelde rehber ve psikolojik danışman olarak da çalışabiliyor, gördüğüm kadarıyla bu git gide artan bir talep görüyor. bu yazıyı yazarken pdr mezunu bir arkadaşımla şans eseri görüşme imkanı da buldum ve ona tam anlamıyla "sizde işler nasıl?" diye sordum. haliyle, zor. onlar da zamanında 50'li puanlarla atanırken şimdi en düşük 75'lerle atanıyorlar. psikolojide olduğu gibi onların da 75-78 puanlar arasında büyük bir yığılma var ve bu sene adalet bakanlığı toplamda 15 kadro vermiş. milli eğitim'e de mülakat sistemi getirildiği için biraz daha tedirginler. ama güzel tarafı, kadro sayısının çokluğu. yanlış hatırlamıyorsam 5 bin kişi alacaklarmış bu sene. bu, ne olursa olsun güzel bir haber. formasyon aldıktan sonra çalışma alanınız da hayli genişliyor: özel okullarda, kuran kurslarında ve kreşlerde pedagog olarak çalışabilmeye başlıyorsunuz. düşünülesi bir seçenek.

    2. özelde çalışmak

    2. a. özel eğitim kurumları ve rehabilitasyonlar:

    özelde çalışmak deyince aklımıza ilk gelen yerler özel eğitim kurumları ve rehabilitasyon merkezleri oluyor. bu kurumlar yeni mezun psikoloji öğrencilerinin ilk tecrübe yuvası gibi, hemen herkesin bir özel eğitim geçmişi oluyor alanda. bunun sebebi, özel eğitimlerin işe alımda çok fazla tecrübe istemiyor olması. psikolog alma amaçları bazen kurumda psikolog bulundurma zorunluluğundan kaynaklanıyor, bir nevi diploma kiralanması gibi. burada yapılan işler özel eğitim gören çocuklarla ve aileleriyle görüşme yapmayı içeriyor, görece rahat çalışma koşulları var. küçük bir yerdeyseniz, haftaiçi her gün bile çalışmıyorsunuz: bütün görüşmelerinizi haftada iki ya da üç güne sığdırabilirsiniz. buna göre maaşınız da değişiyor, örneğin haftada iki gün çalışmaya aylık 1000 lira alıyorsunuz. büyük şehirlerde özel eğitimlere girmek tabii ki zor, küçük şehirlerde maaşları da daha yüksek oluyor. şehirdeki üniversitelerde psikoloji bölümü olup olmaması burada arz-talep eğrisini ciddi bir şekilde etkiliyor, örneğin trabzon'da tam zamanlı olarak 1800 liraya işe başlayabilirken ankara'da size asgari ücret (1300 lira) teklif ediliyor. burada sizin çok tecrübeli olmanız yüzünden yüksek bir maaş talep etmeniz önemli değil, mezun sayısı çok olduğu ve çok da uzman aramadıkları için sizi gönderip yerinize daha düşük ücretle çalışabilecek birilerini bulmak kolay. bizzat gittiğim bir özel eğitim görüşmesinde kurum müdürü bana eskiden psikolog bulamadıkları için diploma kiraladıklarını, şimdi bu kadar başvuru olmasına şaşırdıklarını söylemişti. 1300 lira maaş için şehirlerarası yerlerden arayanlara yanımda "açıkçası bu maaş size ankara'da yaşamak için yetmez" diyordu. özel eğitimde aranan özellikler nedir diye sorduğum zaman genelde şu cevabı alıyorum: yeni mezun, özel eğitime yakın oturan, mümkünse evli ya da ailesiyle yaşayan ve kpss ile atanmayı düşünmeyen/puanı bile olmayan adaylar öncelikli. (meraklısı için: ben de tabii ki bu işe giremedim.)

    özel hastaneler ise klinik psikoloji yüksek lisansı ve tecrübe ikilisi ile bu yarışa dahil oluyor.

    2.b. insan kaynakları uzmanı olmak

    itiraf etmek gerekirse benim bütün bu yazdıklarım arasında en çok içime sinen kısım, bu bölüm. bu alanda diğer psikoloji mezunlardan ziyade iktisadi/idari bilimler mezunları ile yarışıyorsunuz. haliyle herkes ık'da olmak istiyor: kim uzun bir süre iş aradıktan sonra işe alımlarda görevli olmak istemez ki? üniversiteye yerleştikten sonra öğrendiğim bir şey var, herhangi bir yerde iibf mezunlarına bir şekilde kadro açılmışsa o mezunlar o kadroyu yeyip bitirir (alan sınavları ve mülakatlar yüzünden bu mezunların türkiye'de hayatta kalma becerileri oldukça gelişmiş, her türlü zorluğa karşı yılmadan ilerleyebilmeyi öğrenmişler). gelin görün ki büyük şirketler artık verdikleri ık ilanlarına kocaman kocaman "psikoloji mezunları" da yazıyorlar da bizim de bir umudumuz oluyor. olumsuz tarafları, ankara'da özel sektör diye bir şey olmadığı için istanbul'a gitmenin bir kere farz olması. olumlu tarafları da, meslek doyumu ve maaşın daha yüksek olması. ya da, daha yüksek olmasının umut edilmesi diyelim.

    3. bireysel/diğer alanlar

    bu alanlar sizin kendinizi nasıl geliştirdiğinize ve yüksek lisansınızı nerede yaptığınıza göre değişebilen seçenekler sunuyor. mezun olduktan sonra spor bilimlerinde yüksek lisans yaparak spor psikologluğu yapabilirsiniz. örneğin bir arkadaşım mezun olduktan sonra radyo, televizyon ve sinema'da yüksek lisans yaptı ve şu anda tv kanallarına psikolojik danışmanlık yapmakta, editöryal işlerde çalışıyor. ya da ilahiyatta yüksek lisans yaparak ileride çok revaçta olacağını düşündüğüm din psikologluğu yapabilirsiniz. iki sene kadar önce aile danışmanlığı mezunları için büyük bir atama haberi çıkmıştı ve bir anda bu bölüm de hayli popüler oldu. belki düşünülebilir. bunlar, tamamen sizin becerilerinize kalmış seçenekler. şu an kanun durumunu bilmediğim için emin değilim ama bir süre önce klinik psikoloji mezunları tek başlarına ya da bir psikiyatristle beraber klinik açabiliyorlardı. muhtemelen şu an da bu şekildedir ama ilerlemek için testlere ve belirli bir tanınma oranına ihtiyacınız olacaktır.

    yazının orijinali de şurada.
  • psikolojide lisansı bitirdikten sonra 4 senede öğrendiğim en önemli şeyleri yazmak istemiştim. "ben bu okulu niye okudum?"a nasıl bir cevap vereceğimi merak ediyordum. arada dönüp bakmak için bir dizi madde oluşturdum, hayatımın bir döneminde bunları yapmadığımı fark edersem ve ruh sağlığım sallantıdaysa, okuyup kendime gelebilmem için. tamamen kendime verdiğim tavsiyelerden oluşan listem şöyle:

    1. duygularına sahip çık. yanlış ya da doğru duygu yoktur, onlarla yüzleş. hepsinin senin duyguların olduğunu kabul et ve barış onlarla. duygularını anlat, ifade et. kıskanıyorsan söyle. kızgınsan bağır, neşeliysen güzel bir kahkaha at; yaşa bunları.

    erkekler de ağlar. kadınlar da ağlar. sana her zaman ne kadar sakin, ne kadar uysal biri olduğunu söyledikleri için o gün, o an, içinden geldiği halde hakkını savunmak için bağırmamazlık etme. ne kadar anlayışlı olduğunu söyledikleri için saçma kıskançlıklarını içine atma, söyle. bir duyguyu hissediyorsan, sadece hissetmen gerekiyordur işte: yaşa. başkalarının senin duygularını değiştirmesine izin verme, seviyorsan söyle. delice mutlu olduğun zaman zıplamak istiyorsan zıpla, dans etmek istiyorsan dans et. bir konu hakkında içinden ufacık bile olsa bir şüphe geçmişse söyle. yakınındakiler zaten sana değer veriyorlarsa bunu geçirmeye çalışacaklardır, buna müsaade et. duygularını söyle ama mantıklı davran: abartma ve elinden geliyorsa uzatma. olumlu hislerini de en az olumsuz olanlar kadar takdir et ve hepsinin farkında ol.

    2. kendinin ve çevrenin farkında ol, sorumluluklarını bil. kendi potansiyellerini bil, neleri yapabiliyorsun nelerden hiç anlamıyorsun, incele bunları. hangi yaşta olursa olsun kendini aramaya hiçbir zaman ara verme. içinde bulunduğun sınırları aşmaya çalış, kendi sınırlarını aş, çevrenin sınırlarını aş. kendi elinde olmayan, yaşadığın çevre/büyüdüğün aile/ortam gibi nedenler yüzünden ideallerini gerçekleştiremediğinde kendine hiçbir zaman yüklenme. bunları değiştirmeye çalış, bunları gevşetmeye çalış, çok uğraş ama yapamıyorsan bırak, dünyayı sen kurmadın.

    3. savunmacı olma. bunu yapmakta bazen ne kadar zorlandığını biliyorum ama sadece yapma işte. neyi, neden, niçin savunuyorsun? kendini neden bu kadar paralıyorsun anlatmak için? kendini ya da bir başkasını, bir nesneyi, bir durumu kanıtlamak için bu kadar savunmaya gerek var mı? bırak başkaları da haklı çıksın, susmayı bil bazen. aynı şeyin etrafında dönüp duruyorsun bazen, ne gerek var? kime, neyi anlatmaya çalışıyorsun bu kadar?

    4. tutarlı ilişkiler geliştir. ilişkilerin sensindir: bir gün dünyanın en güvenilir insanıyken öteki gün ihanet etme. gerçekten sevmiyorsan o anı kurtarmak için seviyorum deme; emin değilsen hiçbir ilişkin için belirsizliklerle konuşma. güvenli bağlan. sana güven vermeyen hiçbir ilişkinin içinde bulunma. kaygılılarla hiçbir yere ilerleyemezsin. bıraktığın zaman seneler sonra bile aynı şekilde bulacağın ilişkilerin olsun. biraz daha fazla para kazanmak için sana güven vermeyen iş anlaşmaları da yapma: böyle şeylerde kazanan olamazsın.

    5. yaşantılarını çarpıtmadan algıla, kendine özgü değerlendirme süreçlerini kullan. senin yaşadığın olayları sen değerlendir, başkalarının senin yaşantılarını değerlendirmesine müsaade etme. başkalarının gözünden değil, kendi gözünden bak olaylara: sana göre yanlışsa yanlıştır, sana göre doğruysa doğru. sen uygun gördüysen uygundur, toplumsal kuralları sen de çok iyi biliyorsun, davranışlarının sorumluluğu sende olsun. başkalarının seni yargılaması senin nasıl bir insan olduğunu ve neler hissettiğini hiçbir zaman değiştirmesin: diğerleri seni her zaman paçalarından çekiştirecektir, sen kendi yoluna bak. kendi kendini, kendi kriterlerine göre sen eleştir. hiç kimse seni ve şartlarını senden daha iyi bilmiyor ve bilmeyecek de. kendine hesap ver sadece, buna sadece senin hakkın var.

    6. benlik saygını koru. ne olursa olsun. seni bütün gelişimsel ve yaşamsal krizlerden kurtaracak olan şey yine sensin. en yakınındaki insan bile sana meydan okuduğu zaman sadece kendin kalacaksın. benliğini koru. kim olduğuna, güçlü bir insan olduğun gerçeğine, kimseye bağlı ve bağımlı olmadığın gerçeğine, herkesten farklı kendine özgü bir insan olduğun gerçeğine yapışıp kal hayatın boyunca. derslerde benlik saygısını yitirmiş şiddet mağduru kadınların nasıl bir psikolojileri olduğunu öğrenirken neler hissettiğini düşün. kimseye bakma, kimseyi umursama, yapmak istemediğin zamanlarda bile bazı şeyleri sırf benlik saygını korumak için yap. kim olduğunu asla çiğneme ve çiğnetme. var olmak bazen sadece benlik saygının sana yapmanı müsaade ettiği şeyleri yapabilme gücü bulmaktır, bunu asla kaybetme. biliyorsun ki var oluş aslında yalnız olmak demektir, yanında her kim olursa olsun hayata karşı baş etmen gerekenlerle tek başına mücadele edeceksin. kendini koru bu yüzden. başta da dediğim gibi. ne olursa olsun. koru.

    bunun için her zaman bir şeyler yap, hep bir uğraşın olsun. her şey bittiği zaman bile yapmaya devam edebileceğin alternatif kaçış noktaları bul kendine. bütün krizlere karşı aslında tek başına mücadele ettiğini unutma. en yakınındaki insanlar sana destek olurlar ama sen, sadece sen aşabilirsin bunları.

    7. seni özgürleştiren insanlarla birlikte ol. ve insanlar senin yanında özgürleşsin. egolarının kölesi olmuş insanları bırak; rahat, savunmacı olmayan insanları al yanına. sana onlarla birlikte olduğun zaman yeni bir şeyler öğreten insanlarla birlikte ol ve sen de öğret. kendine saklama, okuyup okuyup mezara götürme bildiklerini. hayatı doyasıya zevk alarak yaşayan insanları seç kendine arkadaş olarak ve sen de insanların yanında rahat ettiği bir insan ol. uğraş buna, sevdiğin kadar sevilirsin, unutma.

    8. içinde bulunduğun dünyadan mutlu değilsen, önce kendi davranışlarını değiştir. kendin için yararlı olmayan davranışlarını değiştir, kendi hareketlerinin kölesi olma hiçbir zaman. her zaman davrandığın gibi davranmak uğruna mutsuzluğunu sürdürme. öyle alışmış olduğun için devam ettirme, alışkanlıkların seni iyiye götürmüyorsa terk et. memnun değilsen, kendin için istediğin şey bu değilse, yok et gitsin. eğer o insan seni daha iyi bir insan yapmıyorsa, alıştığın için sürdürme bunları. kimseden bekleme, sen yap. sen fark etmişken karşı tarafın fark etmesini bekleme, fark ettir. değişimden korkma, değişim fırsattır bazen.

    9. risk al, yeni şeyler denemeye açık ol. zorlanıyor, içinde bulunduğun şartları düşündükçe bu maddeyi hiç göze alamıyorsun ama risk al, risk almaya çalış. bazen bir pizzacıda hamur açmanın bir plazada topuklu ayakkabı içinde kıvranmaktan daha büyük bir yaşam tatmini verebileceğini hiçbir zaman unutma. çevresel koşulları onları desteklediği için değil, risk aldıkları için bir yerlere gelebilmiş insanları örnek al kendine. içinde bulunduğun şartlar nasıl bir risk gerektiriyorsa, onu yap. farklılıklardan korkma, her şeyi dene, kendin seç.

    10. çok sev ve bir iyilik bulma gücün olsun olanlarda. her zaman ama her zaman bir dalın olabileceğini hiçbir zaman unutma ve sev hayatı. en güzel sen sev, en doya doya sen yaşa.

    (bkz: psikoloji/@silverleaf)
  • daha geçtiğimiz günlerde ankara'da iki tane büyük okuldan mezun olmuş iki tane psikologla görüşme yaptım ve yine malum problemlerle karşılaştım:

    1. psikoloji mezunu ne yapmak istediğinin farkında değil.
    2. psikoloji mezunu ne bildiğinin farkında değil.

    gördüğüm kadarıyla eğitim hayatımız bizde şöyle bir güdülenmeye sebep oluyor: "en mutlu olduğum yerde olmalıyım". tatminimiz ortalamanın üstünde bile olsa, en iyi olmadığı sürece aklımızda şüpheler ve kafamızda soru işaretleri oluşuyor (çünkü bize okulda insanın en iyi olduğu ana ulaşması gerekliliği öğretiliyor: kendini gerçekleştirme). bu tabii ki güzel bir şey, ama şöyle bir sorun var: mezun olduğumuz gibi "en iyi" olabileceğimiz bir sistemde yetişmiyoruz. kendini gerçekleştirme ideali bizim için gecikmeli olarak gerçekleşebilecek bir ideal. bana sorarsanız, dünyanın her yerinde bu şekilde. ama bir hülyalar balonu içerisinde mezun olduğumuz zaman çok büyük bir hayalkırıklığı da yaşayabiliriz (ki genelde yaşıyoruz). şu gerçeklerin farkına varmamız gerekiyor:

    1.a. gerçek: kariyerinizin ilk yıllarını, sonrası için feda etmeniz gerekiyor.
    1.b. gerçek: öylece durarak hiçbir yere varamazsınız.

    türkiye'de psikoloji "kariyer"i yapmak kolay bir şey değil. psikoloji mezunları için kariyer yolu çok da yok. devlete atandığınız zaman, psikolog olarak devam ediyorsunuz. çok çok nadiren bakanlıklarda uzman yardımcısı olarak başlayıp belki yavaş yavaş kıdem alarak uzmanlaşabiliyorsunuz ama bu kısım çok küçük. %90 ihtimalle, düz bir psikolog olarak başlayıp aynen o şekilde emekli oluyorsunuz. yüksek lisans yapsanız dahi bu size çalışma alanında bir getiri vermiyor; "title", hep aynı. bundan şikayetçi olmayanlar olabilir ama ben, yerinde durabilen insanlardan değilim pek.

    özel eğitimde çalışan büyük kısım için de aynısı geçerli. tüm hayatınızı aynı isim altında sadece maaşınız biraz değişerek geçirmeyi istiyorsanız bu yazı zaten pek de size göre değil.

    konuyu çok fazla dağıtmadan devam edeyim.

    devlette çalışmak isteyebilirsiniz ama artık o da eskisi gibi kolay değil. 85 üstü puanlar alan arkadaşlarım, şubat ayı gelmesine rağmen hala atanamadı. devlet açmıyor: açınca da zaten üç dört kişi alıyor. ceza ve tevkifevlerinde (maaşı iyi/iş tatmini kötü) çalışmak istemiyorsanız (bu sene 270 kişi alacaklar sanırım) geri kalan her yer için en az 85 puan almanız gerekiyor.

    peki yeni mezunlar ne yapıyor? bekliyor. çoğunlukla devlet kadro açsın diye. onun dışında? özel eğitimlerde çalışılıyor. ama istisnasız herkeste belirgin bir ne yapacağını bilememezlik durumu var.

    buna önerim nedir: farklı bir şeyler yapın. sizi farklı kılacak bir yanınız olsun ki dikkat çekin. içinde bulunduğunuz ortamda sizi farklılaştırabilecek her şeyi deneyin (benim işe alım sürecimde "patronum" benim blogumu görünce şöyle düşünmüş: "bu kız elindeki imkanları kullanıp farklı bir şeyler yapmak istiyor"). iş hayatı şimdi size uzak olabilir ama işin içine girince göreceksiniz: hayatınız iş oluyor. insanların hayatı hep işte geçiyor. iş için bir şeyler yapın, sadece patolojik rahatsızlıkları olan hastaların size ihtiyacı yok, büyük bir çalışan kesim var ve onların da tahmin edemeyeceğiniz kadar sıkıntıları oluyor. bu ülkede insanlar çok çalışıp az kazanıyor ve canları bir şeye sıkıldığı zaman paylaşma ihtimalleri yok, buna vakit bile bulamıyorlar. içinizdeki "yardım" güdüsü sadece ağır psikopatolojiler için geçerli olmamalı. insanlar muhakkak kliniğinizde karşınızda oturup size sıkıntılarını anlatmamalı, yer yer siz de onların yanına gidip bir sıkıntıları olup olmadığını sorabilmelisiniz. bizim hayalimizdeki psikoloji, 1940'ların başında viyana'daki psikoloji. ama türkiye'de psikolojinin durumu o zamanın viyanası gibi değil. maaşlar düşük, mezun sayısı her geçen gün artıyor ve istihdam düşüyor.

    biz, özellikle okullarda hocalarımızdan gördüğümüzü istiyoruz: psikoloji üzerine rahat bir akademik hayat. ama hocalarımız bizim şartlarımız altında hoca olmadılar, muhtemelen onların zamanında psikoloji sıradan, mezun olunca karşılığı olmadığı için fazla tercih edilmeyen düşük puanlı bir bölümdü. her üniversite mezununun yaşadığı mezuniyet krizini bence biz biraz daha ağır atlatıyoruz: mezun olunca karşılaştığımız hayat bize gösterilenden çok farklı. herkes yüksek lisans yapmak istiyor ve binlerce mezun var. daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, yüksek lisansa girecek olanlar mezuniyet esnasında zaten çoktan belli oluyor. ortalama/ales/yds'si yüksek olanlar ve mezun olduğu okula master için başvuru yapanlar yüzünden o yol kapanıyor. sonrası nedir? sonrası şu: "ortalamam çok düşük ama yüksek lisans yapmak istiyorum, sence okulu uzatmaya değer mi?" soruları.

    ortalamanız yüksekse ama "en iyi" değilse bile okulu uzatmaya değmiyor çünkü yüksek lisans yapamayacaksanız, devlet istemiyorsanız ya da devlete giremiyorsanız, geriye sadece özel sektörde bir yer bulmak kalıyor. peki özel sektörde akademik hayatın yeri nedir? elbette var ama sizden daha tecrübeli biri geldiği zaman mezuniyetinizin çok anlamlı bir tarafı kalmıyor. çünkü gerçekten, tecrübeli lisans mezunu ne yapacağını biliyorken tecrübesiz bir yüksek lisans mezunu bile ne yapacağını tam olarak bilemiyor. hem yüksek lisans yapmış hem tecrübeli olan adaylar işin içine girince zaten bütün şansınız kayboluyor. bu durumda hangi yolu tercih edeceğiniz size kalmış. ama hangi yolu seçerseniz seçin, mezuniyetinizin ilk yıllarını çok çalışarak feda etmeniz gerekiyor. kimse gökyüzünden size bir kariyer vermeyecek. mantıken.

    o halde çalışın. (ben artık şakayla karışık şöyle diyorum: en azından sigortanız yatmaya başlar ve biraz daha erken emekli olursunuz. hayat şartları...)

    ikinci konu, psikoloji mezunlarının ne bildiğinin ya da bilgisinin kullanım alanlarının farkında olmaması.

    ik için görüşülen yeni mezun psikologlar, "ik'da neler yapabilir, bize neler katabilirsiniz?" sorusuna cevap veremiyor. gelenlerin tamamı, "klinik olmadığı için" gelenler. uygulama alanı hakkında okullarda bize verilen eğitim çok kötü. endüstri ve örgüt psikolojisi derslerimiz hiç işlenmiyor bile.

    yeni mezunları sarsıp şöyle bir kendilerine getirmek istiyorum: insanın olduğu her yerde çalışabilirsiniz. bir işe alım sürecinin her aşamasında bir şeyler yapabilirsiniz: kişilik testleri yapıp aldığınız niyet mektuplarında kişilerin el yazısından grafolojik analizler yapabilirsiniz, onu geçtim kendi kişilik envanterinizi oluşturabilirsiniz ve bunun geçerlilik güvenilirlik çalışmasını da yapabilirsiniz, bütün çalışanlara çeşitli psikolojik testler uygulayabilir çalışan memnuniyetini arttırabilirsiniz, iş yerinde psikolojik eğitimler verebilir, bireysel terapiler ve grup terapileri yapabilirsiniz; mülakatlara girip psikolojik analizler de yapabilirsiniz. "psikolojik sermaye ile örgütsel vatandaşlık davranışı"nı arttırmak için çabalayabilirsiniz (bu benim şu sıralar üzerine çalıştığım bir şey ama buyrun, fikri çalabilirsiniz). elinizde tecrübe kazanmanız için hazır bekleyen bir örneklem var, daha ne olsun.

    sosyal bilimler derya deniz, her sosyal bilimin içinde psikolojiyle çalışabilecek bir ortak alan bulabilirsiniz. çalışma ekonomisi, işletme, iktisat, hukuk... bu alanlarda psikolog olarak çalışıp yine yüksek lisans yapılabilecek bir sürü altalan söz konusu (örgütsel davranış'ta yüksek lisans yapıyor olmak gibi. başvuru koşullarından ilki, psikoloji bölümü mezunu olmaktı). amerika'da klinik psikologlar tüm psikologların sadece %10'unu oluşturuyor. yine amerika'da "işyeri psikoloğu" denilen bir kavram var. bunları bilmiyoruz. yüksek lisansa gerek kalmadan da psikolog olarak yapabileceğiniz pek çok meslek mevcut. gerekli eğitimleri aldıktan sonra hiçbir şey sizin psikologluğunuza gölge düşürmüyor, bu konudan emin olabilirsiniz. etiketlere ve isimlere takılmayın, kendinize en kısa yoldan bir harvard business review alın ve içindeki psikoloji yazılarına şaşırın.

    hiçbir şey, üzerinde sadece "x üniversitesinden şu sene mezun olmuş psikolog" cv'si kadar kötü görünmüyor, bundan emin olabilirsiniz. dümdüz bir mezuniyet, hiçbirimize yakışmıyor.

    dahası: (bkz: psikoloji/@silverleaf)
    bu yazı aynı zamanda şuradaydı.
316 entry daha
hesabın var mı? giriş yap