• * (fr. gece ve sis). alain resnais'nin 1955'de çevirdigi, auschwitz, dachau gibi nazi toplama ve ölüm kamplarini konu alan, kamplarin kalintilarinda çekilmis belgesel nitelikte orta metraj siyaz-beyaz filmi. 1955 cannes festivaline uygun görülmemis, fransiz-alman dostlugu açisindan. propagandaya kaçmadan kamplarin temelindeki ideolojiyi açiga vurur.
    film kadar filmin isminin anlami da önemlidir. almancasi "nacht und nebel"dir (gece ve sis) ama, nazilerin yok edilmesi planlanan ve imha edilmesi gereken herseyin toparlanmasi islemlerini imâ etmek için kullandigi "n.n." kod adi büyük bir ihtimalle latince "notetur nomen" ya da "nomen nescio"den esinlenmistir : ismi olmayan sey, ismini söylemek gerekmeyen sey.
  • anti-nazi propagandasi yapmaktan ziyade, olaylari oldugu gibi gostermis, ve bu sayede bence cok daha etkileyici olmayi basarmis film. yonetmenin toplama kampina alinmis kisilerden olmasi onemli bir ayrintidir.
    televizyonda gosterilmesi imkasiz olan, saglam mide gerektiren bir filmdir, inanilmayacak derecede insanlik disi goruntuler icerir; ceset yiginlari, kafataslari, kadin sacindan olusmus bir dag (ki sonradan bu saclar hali rulolari olarak gorulur) ve sabun kaliplari.
  • soykirimin hakikati belgeseli. toplama kamplarinin -ya da bu filmde gecen benzetmesiyle "une autre planete*"in- vahset iceren görüntülerine la vita e bella, schindlers list, train de vie gibi hüzünlü veya neseli yorumlariyla defalarca izledikten sonra gözünüzün alistigini sanmaktasinizdir, fakat bence her insanoğlu bu görüntüleri -"image de passée*"- kendi gözleriyle görmeli, kendi beyniyle algilamali ve yorumlamali...
  • yahudi soykırımı üzerine başat yapıt. sistematize edilmiş işkencenin ortaya konuluş biçiminin tarihsel değere haiz görsel öğelerin de kullanımıyla beyaz perdeye yansıması. insan cesedinin bile artı değer yaratacak şekilde dönüştürülmesiyle, zihinsel anlamda makinalaşmaya ve aklın durması haline bariz bir şekilde şahit oluyoruz. ki işkenceci olarak sahneye davet edilenler de aslında aramızda yaşayan, ama sürü hareketine karşı koyamayanlar. fırsatı olunca id'ini ortaya koymaktan kaçamayan bu sorunlu varlıkları görüp, 'insana ait olan şey bize yabancı değildir.' demek artık yürek istiyor. oturduğumuz yere mıhlanıyoruz bir süre, izlerken 100 000 kişi için kurulmuş ve genelevine kadar herşeyi düşünülmüş işkence şehirlerini, yanyana dizilmiş kurbanlarını bekleyen fırınları, isminin üstü çizilerek defterden düşülen o bireyleri. umudumuz kırılmıyor da değil, hele son sahneyi görünce, 'sadece normalin dışında gerçekleşmiş bir örnek,bir sapma' mı bu şiddet, yoksa örnekleri dünyanın muhtelif yerlerinde hergün gözlerden ırak şekilde yinelenen içselleştirilmiş bir olağan durum mu? yanıtı düşündükçe yüreğimize karabasan oturmuşçasına rahatsız oluyoruz, ama en azından sesimizi sadece kendimize değil çevremize de duyurmak istiyoruz alain resnais sayesinde.
  • insanlık tarihinde yüzlercesinin lekesi bulunan soykırımların en sonuncusu ve en sistematik olanını, propaganda topraklarına adımını bile atmadan insanın suratına vuran bir filmdir gece ve sis. faşizmin derinliklerinde ne denli korkunç boyutta bir işkence ve öldürme motivasyonunun yattığını göstermektedir.

    insanlık namına bu film ulaşılabilecek herkese gösterilmelidir.
  • "insan" soykırımı üzerine bir başyapıt.

    izlenilenler bir kurgu değil, bir canlandırma değil. her pikseli gerçek, yüzünüze tokat gibi çarpıyor. bir mide bulantısı hissediyorsunuz. hayır, ama bu kadar da vahşileşilemez ki tamam insanlık tarihini bu son soykırımı ile ilgili birçok film seyrettiniz ama işte onlarda setler, muhteşem oyunculuklar, yüksek bütçeli produksiyonlar var. bunda ise tamamı gerçek acılar... nasıl bu kadar hastalıklı düşünebilir ve hareket edilebilir? dahası nasıl on binler bu günaha ortak olabilir?

    acaba insanoğlu birbirine yaşattığı acılardan sonra kendini affedebilecek mi?
  • izledikten sonra bir hafta boyunca ftv'deki anoreksik kızları bile gettolardaki yahudiler gibi görmeme sebep olmuş olan; tabut gibi ranzalar, sabun kalıpları, yüzülmüş ve üzerine resimler çizilmiş insan derileri, başsız vücutlar, açlıktan pansumanlarını yiyen hastalar gibi sadece "gerçek kadar acı" figürler içeren belgesel.

    sağlam kafayla izlenmeli.
  • jean ferrat'nın 1964'de sözlerini yazıp bestelediği xx. yüzyılda "soykırım" (bkz: genocide) kelimesinin çıkış noktası üzerine şarkı. tüyler ürpertir. en can alıcı sözlerini ufaktan çeviriyorum..

    "yirmi kadardılar, yüz kadardılar, binlerceydiler,
    zayıf ve çıplak, zırhlı vagonlarda titriyordular,
    tutunmaya çalışan tırnaklarıyla geceyi delip geçiyorlardı,
    yirmi kadardılar, yüz kadardılar, binlerceydiler,
    kendilerini insan sanıyorlardı, aslında artık sadece rakamdılar,
    onlar için zarlar çoktan atılmıştı.. "

    "adları jean-pierre, natacha veya samuel'di,
    bazıları isa'ya, yehova'ya veya visnu'ya inanıyordu..
    bazıları inanmıyordu, ama inandıkları gökler ne farkeder,
    sadece diz çökmüş yaşamak istemiyorlardı.. "

    (jean ferrat'yı seviyorum, katledilen binlerce farklı dinden insana, inanmayanlara, özürlüye, homoseksüele ve farklı görüşten insana saygı bu..)

    sözlerin tümü:

    ils étaient vingt et cent, ils étaient des milliers,
    nus et maigres, tremblants, dans ces wagons plombés,
    qui déchiraient la nuit de leurs ongles battants,
    ils étaient des milliers, ils étaient vingt et cent.
    ils se croyaient des hommes, n'étaient plus que des nombres:
    depuis longtemps leurs dés avaient été jetés.
    dès que la main retombe il ne reste qu'une ombre,
    ils ne devaient jamais plus revoir un été

    la fuite monotone et sans hâte du temps,
    survivre encore un jour, une heure, obstinément
    combien de tours de roues, d'arrêts et de départs
    qui n'en finissent pas de distiller l'espoir.
    ils s'appelaient jean-pierre, natacha ou samuel,
    certains priaient jésus, jéhovah ou vichnou,
    d'autres ne priaient pas, mais qu'importe le ciel,
    ils voulaient simplement ne plus vivre à genoux.

    ils n'arrivaient pas tous à la fin du voyage;
    ceux qui sont revenus peuvent-ils être heureux?
    ils essaient d'oublier, étonnés qu'à leur âge
    les veines de leurs bras soient devenus si bleues.
    les allemands guettaient du haut des miradors,
    la lune se taisait comme vous vous taisiez,
    en regardant au loin, en regardant dehors,
    votre chair était tendre à leurs chiens policiers.

    on me dit à présent que ces mots n'ont plus cours,
    qu'il vaut mieux ne chanter que des chansons d'amour,
    que le sang sèche vite en entrant dans l'histoire,
    et qu'il ne sert à rien de prendre une guitare.
    mais qui donc est de taille à pouvoir m'arrêter?
    l'ombre s'est faite humaine, aujourd'hui c'est l'été,
    je twisterais les mots s'il fallait les twister,
    pour qu'un jour les enfants sachent qui vous étiez.

    vous étiez vingt et cent, vous étiez des milliers,
    nus et maigres, tremblants, dans ces wagons plombés,
    qui déchiriez la nuit de vos ongles battants,
    vous étiez des milliers, vous étiez vingt et cent.
  • müziği gitmemiş filme. salya sümük ağlamayı, kafayı duvardan duvara vurmayı engellemek için var sanki, ekrandaki görüntünün ağırlığına tezat, başka bir duygu vermek derdinde gibi. yahut, ben sadece gerçekleri göstermek istiyorum, siz de bakın ve görün, özdeşleşmeyin, kendinizi kaptırmayın, daha önceki kurmaca filmleri izlediğiniz gibi, bir süre etkilenip sonra unutmayın.
hesabın var mı? giriş yap