• yonetmen louis malle'in super bir filmi. bir lokantada masasinda, iki eski arkadasin aksam yemegi boyunca suren super diyaloglari uzerine bir film. basrollerde wallace shawn, ve andre gregory oynamis. 1981 yapimi.
  • uzun suredir gorulmeyen, cok sevilen bir arkadasla yenilen guzel bir aksam yemegi kadar guzel louis malle filmi.
  • metod oyunculuguna ironik yollardan giydirmis film.
  • çok şey söylenebilir ama bence en ilginç tarafı adeta the matrix'in verbose mode'da olanı olması. andre abim red pill, öbür şişko blue pill... seçip yutun birini.

    aslında "film" dememek lazım, çok ilginç bir deneyim, katman katman bişi...
  • "things just very rarely go haywire now. if you are just operating by habit then you are not really living." gibi cok guzel bir tespit barindiran muthis bir filmdir. izlerken samimiyeti dibine kadar hissedersiniz.
  • bu bir film değil. bir deneyim. yorum yapılabilir bir şey değil. yapmayacağım da. yalnızca bu kadarı paylaşacağım:

    andre: gördüğümüz bu can sıkıntısının paraya dayalı, baskıcı bir dünya hükümeti tarafından uygulanan, şahsen sürdürülen şuursuz bir beyin yıkama işlemi tarafından yaratılmış olabileceği, bütün bunların bir kişinin düşünmesine göre daha korkunç olduğunu ve bunun ferdi bir hayatta kalma mücadelesinden ziyade canı sıkılan birisini uyuduğunu ve uyuyan birisinin "hayır" diyemeyeceğini hiç düşündün mü?

    andre: bu çok korkutucu bir şey wally, birden fark ediyorsun ki tanrım, ben hayatımı yaşadığımı sanıyordum oysa insan bile değilmişim. oyuncu olmuşum. yaşamamışım. yaşarmış gibi yapmışım.
    baba rolünü oynamışım. koca rolünü oynamışım. arkadaş rolünü oynamışım.yazar, yönetmen ya da her neysem o rolü oynamışım. bu insanla aynı odada yaşamışım ama onu gerçekten görmemişim.

    gerçekten işitmemişim.
    gerçekten beraber olmamışım.

    wally: biliyorum, bazı insanlar kimi zaman sadece yan yanadırlar. içlerinden birisinin suratı, birden büyük bir kurt suratına dönüşse öbürü bunu fark etmez bile.

    andre: fark edilmez, evet. fark edilmez.
  • gerçeğini yaşamak için can attığım konuşma. (film demiyorum,çünkü film izliyormuş gibi hissetmedim.)
    saatlerce derinlikle ve samimiyetle konuşabileceğim dostum olsun isterdim. dostum olmak zorunda değil,tanımadığım biri de olabilir.

    kendimizden başka kimseyi tanımıyoruz,tanıyormuşuz gibi yapıyoruz. andre'nin de dediği gibi " " şeyler" artık eskisi gibi etkilemiyor " bizleri. her gün yaptığımız şeylere dışardan baksak,kendimizden tiksiniriz. kıyıya köşeye not etmek istediğim pekçok diyalog barındıran bu "şey" beni oldukça heyecanlandırdı.

    herkesin hayatına bir andre girse keşke ya da birer andre mi olmalıyız?

    (bkz: waking life)
  • senaryosunu film boyunca konuşmalarını dinlediğimiz iki oyuncu, andre gregory ve wallace shawn'ın yazdığı film.
  • muazzam ve çarpıcı bir film. öncelikle filmin sonunda erik satie çalmaları bile başlı başına yeterli. bu entrydeki düzenlemeler için birkaç saatimi harcamış oldum ama değdiğini düşünüyorum, kontrol ettim fakat yine de ufak tefek hatalar olabilir. filme gelecek olursak,

    bu film gerçeklik algısı hakkında insanı resmen uyandırıyor kafasına vura vura. izlerken bazı anlarda her şeyi bırakıp tek başınıza bambaşka bir yere kaçma isteği uyandırıyor. wally adında bir oyun yazarını eski dostu andre yıllar sonra bir yemeğe davet ediyor, wally çok istekli olmasa da gidiyor, andre hakkında görüşmedikleri zaman diliminde bildiği tek şey ordan burdan duydukları, andre tüm her şeyi geride bırakıp yolculuğa çıkmış biri. film baştan sona yemek masasında geçiyor, wally ve andre'nin karşılıklı sohbetinden başka bir şey yok filmde, insanlarla sonunda iki tarafın da ufkunun katlandığı konuşmalar yapmayı seviyorsanız film hoşunuza gidecektir.

    --------------

    --- spoiler ---
    andre: televizyonu açtım ve bir şeyleri kazanmış bir adam vardı. kendisiyle röportaj yapan adamı dinlemiyordu bile ama kötü niyetli bir biçimde arkadaşlarına bakıp gülümsüyordu, adama bakıp "nasıl korkunç, boş, sahtekâr bir sıçan" diye düşündüm. sonra, "bu adam benim" diye düşündüm. esasında geçen gece 20. yıldönümümüzdü, ben de chiquita'yı, billie holiday'le ilgili bir gösteriye götürdüm. şov işini yürüten bu adamlara baktım, billie holiday hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. bu adamlar bir çeşit entelektüel sürüngenler. ve birden bu hisse kapıldım. orada oturup, şovun büyük kısmını ağlayarak geçirdim. birden en az onlar kadar sefil olduğum düşüncesine kapıldım ve bütün yaşamım bir yalandan ibaretti. billie holiday olabilecek cesaretim de yoktu. bitkin düştüğümü, silinip gittiğimi hissettim. hayatımı boşa harcadığımı hissediyorum.

    wally: andré, nasıl böyle bir şey söyleyebilirsin?

    andre: şu an çok duygusal bir anımda olabilirim wally ama eve döndüğümden beridir içinde yaşadığımız dünyayı çok ama çok üzücü buluyorum. geçen hafta bir öğleden sonra halk tiyatrosuna gittim. içeri girdiğimde herkese selam verdim, ben onları tanırım, onlar beni bilirler, her zaman arkadaşça davranmışlardır. yedi veya sekiz kişi ne kadar iyi göründüğümü söylediler? ama birisi, kast bölümünü yöneten kadın "berbat görünüyorsun. bir problem mi var?" dedi. sonra, bu kadınla konuşmaya başladık. ona bir şeyler anlattım. sonra birden gözyaşlarına boğuldu çünkü çok düşkün olduğu, 80 yaşındaki teyzesi katarakt ameliyatı için hastaneye gitmiş ve ameliyat olmuş. ama hemşire o kadar dikkatsizmiş ki yatak korkuluklarını kaldırmamış ve teyzesi yataktan aşağıya düşerek sakat kalmış. sonra hastanelerden söz etmeye başladık. ve sonra bu kadın, kim olduğundan dolayı yani çok kısa süre önce başına bu olay geldiğinden ötürü. beni olabildiğince açık bir şekilde görebildi. neler yaşadığım konusunda hiç bir fikri yok. ama diğer insanlar, onlar, bronz teni veya tişörtü veya tişörtün bronz tenle uyumunu görüyorlar. bu yüzden "iyi görünüyorsun" diyorlar. çıldırmış bir rüya âleminde yaşıyorlar. bakmıyorlar. bu bana tuhaf geliyor.

    wally: haklısın, çünkü aslında görmek istedikleri bir kaç ufak tefek şey dışında başka bir şey görmüyorlar.

    andre: annemin hemen ölümünden önce olan bir olay gibi. annemi ziyaret etmek için hastaneye gitmiştik yanına gittim ve tıpkı auschwitz veya dachau'dan sağ çıkabilmiş olanlara benziyordu. dışarıda koridorda babamı teselli etmeye çalışıyordum. bu sırada, annemin kolundaki problemin uzmanı olan doktor odaya girdi ve sevinçli bir yüz ifadesiyle dışarıya çıktı. sonra da, "iyi hissetmemiz için bir sürü neden yok mu?.iyileşiyor olması muhteşem değil mi?" dedi. o sadece kolunu görmüştü. tek gördüğü koluydu. işte sana rüyalarda yaşayan bir adam daha. bunun yanı sıra, bütün bir aileyi katleden bir cani de, çünkü o odadan çıktığı zaman, kafamızın karıştığı ve korktuğumuz bu rüyalar âlemine çekerek ruhen bizi öldürdü çünkü ondan biraz önce, ölmek üzere olan birisini görmüştük ve şimdi karşımızda, aslında mükemmel durumda olduğunu söyleyen bir uzman vardı. yani babamı gerçekten delirtiyorlardı. 82 yaşında ve çok duygusal bir insandır yani biraz önce içeriye girmişsin ve ölmesini istemediğin birisinin ölmek üzere olduğunu görmüşsün, beş dakika sonra içeriden bir doktor çıkıyor ve hastanın çok iyi durumda olduğunu söylüyor, bu insanı delirtebilir. doktorun gördüğü şey annem değildi. halk tiyatrosundaki insanlar beni görmediler. sanki bir sisin içerisinde yürüyor gibiyiz. sanki hepimiz transa geçmişiz. etrafta zombiler gibi geziniyoruz. olaylara karşı olan tepkimizin veya kendimizin bile farkında olduğumuzu sanıyorum. bütün gün bilinçsiz makineler gibi dolanıyoruz ve bu arada da bütün bu öfke, tasa ve huzursuzluk içimizde büyüdükçe büyüyor.
    --- spoiler ---

    --------------

    --- spoiler ---
    wally: her nedense bugünkü sosyal varlığımızda hislerimizi ancak tuhaf ve dolaylı olarak ifade edebiliyoruz. eğer doğrudan gösterirsen herkes çıldırıyor.

    andre: doğrudan konuşamıyoruz, bu yüzden garip şeyler söylüyoruz.bir geceyi anımsıyorum. annem öldükten bir kaç hafta sonrasıydı. oldukça kötü bir haldeydim. nispeten yakın üç arkadaşımla yemek yiyorduk iki tanesi de annemi oldukça iyi tanıyorlardı ve üçü de beni yıllardır bilirlerdi. bütün o akşamı, bir sefer olsun yaşanmış olan bu olaydanbahsetmeden geçirdik o kasvetli akşamda, oturup yaşamakta olduğum acıdan bahsetmek istediğimden dolayı değil. konuşmak istemiyordum. ama hiç birisinin, "annen için çok üzüldüm" veya "nasıl hissediyorsun?" diyememesi gerçeği, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibiydi. hepsi şakalaşıyor ve gülüyorlardı. aslına bakarsan oldukça çıldırmıştım. oradakilerden birisi pek de hoşlanmadığım birisinden bahsetti ve ben de nasıl daha yakınlarda bronx nehri'nden bulunduğu belsoğukluğu yüzünden penisinin düştüğü gibi delice şeyler söyledim. ve sonra eve döndüğümde, ümitsizce bu buzu kırmaya çalıştığımı fark ettim. anlatabiliyor muyum wally, böyle bir konuyu bir tibetlinin evine götürsen çok tuhaf olurdu. konuyu anlayamazlardı. bu çok ama çok tuhaf olurdu wally. eğer bir araya gelen dört tibetli ‘den birisinin başına bir trajedi gelse ve bütün bir akşamı hep beraber geçirseler tibetliler bu duruma bakarlardı ve en tasavvur edilemez davranış diye düşünürlerdi. ama bizim için bu genel bir davranış. gerçekten, afrikalılar olsa bu onları çılgına çevirdiğinden dolayı mızraklarını dördümüze birden saplarlardı. bizim tehlikeli hayvanlar filan olduğumuzu düşünürlerdi.

    wally: haklısın.

    andre: yani bu kesinlikle anormal bir davranış.

    garson: her şey yolunda mı beyler?

    andre: çok iyi.

    wally: evet.

    andre: ama böyle akşamlar bizim için tipiktir. yani sürekli olarak bu halde yemeklere veya partilere katılırız. böylesine akşamlar hastalıklı rüyalara benziyor çünkü insanlar sembollerle anlaşıyorlar. herkes bu sis ve bilinçsiz hislerin içerisinde yüzüyor gibi. hiç kimse gerçekte ne düşündüğünü söylemiyor. sonra insanlar şakalaşmaya başlıyorlar ve bunlar da gizli şifreler gibi oluyor.

    wally: doğru. bir de böyle akşamlarda sık sık şu tuhaf fantezi oyunu oynanır, hani bilirsin herkes bir ağızdan konuşur ve "frank sinatra'yla, bayan nixon falan filan yerde falan filan olsa?" diye. hep ünlülerin ve hep tuhaf olayların olduğu fanteziler. veya insanlar korkunç şeylerden bahsederler ted kennedy'le birlikte arabadaki kızın ölümü gibi ve bağıra çağıra gülerler. gerçekten şaşırtıcı. inanılmaz bir şey. bir şeyleri ifade etmenin tek yolu böylesine manyakça şakalaşmalardan geçiyor. sanırım bu yüzden partilerde ne olup bittiğini bir türlü anlamıyorum. sürekli kafam karışıyor. bir seferinde debby, yine böyle bir new york akşamından sonra sadece chicago banliyösündeki kökeninden new york’taki o davete gelene kadar kat ettiği yolun büyükannesinin rusya'nın steplerinden chicago banliyösüne gelene kadar gittiği yoldan daha fazla olduğunu düşündüğünü söylemişti.

    andre: haklı olduğunu düşünüyorum. belki de wally, neler olup bittiğini bilememe sebeplerimizden birisi de, partideyken rol yapmaya o kadar dalmamızdır. grotowski'nin tiyatroyu bırakma nedenlerinden birisi buydu. insanların yaşamlarında o kadar mükemmel rol yaptıklarını düşünmüş ki tiyatroda rol yapmayı gereksiz ve iğrenç bulmuş. sence de bir doktorun beklentimize uygun görünmeye çalışması şaşırtıcı değil mi? tv'de bir terörist gördüğünde tıpkı bir teröriste benzer. öyle bir dünyadayız ki, babalar veya bekârlar veya sanatçılar, hepsi birilerinin hayallerindeki baba, bekâr veya sanatçı görünüş ve davranışlarına ulaşmaya çabalıyorlar hepsi, her an nasıl davranmaları gerektiğini biliyormuş gibi davranıyorlar ve hepsi de kendisinden emin görünüyor. tabii özel olarak insanlar kendilerine karşı karışıklardır.

    wally: evet ,yaşamlarında ne yapmaları gerektiğini bilmezler. kendine yardım etme kitapları okurlar.

    andre: tanrım!

    wally: bu kitaplar o kadar dokunaklıdırlar ki, başkalarının nasıl olduklarını öğrenme konusunda ne kadar ümitsizce meraklı olduğumuzu gösterirler her ne kadar sürekli bu rolleri oynasak da kendi gerçekliğimizi, devamlı başkalarından saklarız. o kadar komik bir cehaletin içinde yaşıyoruz ki. hatta çoğunlukla sözde yakın arkadaşlarımız hakkında bile bilmek istediklerimizi bilmiyoruz. yani hayatında bir nevi cehennemi yaşadığını farz et. arkadaşlarının da başından benzer şeyler geçmiş mi bilmek istiyorsun. ama birbirimize sormaya cesaret edemiyoruz. hayır. bu arkadaşından rol yapmayı bırakmasını istemek olur. algılanan gerçekliğe hiçbir değer vermiyoruz. bilakis, hepimizin sözde kariyerlerimize biçtiğimiz bu inanılmaz önem otomatikman algılanan gerçekliğin önemini çok düşürüyor çünkü hayatını kariyerinde başarılı olmanın etrafında organize ettiysen bu senin neyi algıladığına veya neyi tecrübe ettiğine etki etmiyor. gerçekten de zihninin çenesini yıllar boyunca kapalı tutabiliyorsun. otomatik pilota devredebiliyorsun. tıpkı annenin doktorundaki otomatik pilot gibi içeri girip koluna baktığı zaman başka hiç bir şeyi idrak edememiş.

    andre: haklısın. zihinlerimiz esasında gerçek olmayan bütün bu hedef ve planlara odaklanmış durumda,

    wally: hedef ve planlar, bunlar birer hayaldir. bir hayal âleminin parçalarıdır. öylesine aptalca görünüyor ki, bir şekilde herkesin hayatında küçücük de olsa bir hedefi var. hangisi olduğunun bir önemi olmadığını dikkate aldığında çok saçma oluyor.

    andre: doğru. çünkü insanların her anını alışkanlıkla yaşadıkları hayatlarındaki hedefleri konsantrasyonları. şu norveçlinin tekrar ve tekrar aynı hikâyeyi anlatması gibi. hayat alışkanlıklara dönüşüyor. ve bugün. marlon brando'nun, oscar ödülünü kabule, kızılderili bir kadını gönderip, olayların kontrolden çıkması gibi durumlara çok rastlanmıyor. olaylar artık çok nadir deliriyor. ve eğer alışkanlıklarla yaşıyorsan esasında yaşamıyorsundur.
    --- spoiler ---

    ------------------

    --- spoiler ---
    andre: mevsimler, kış, soğuk gibi muazzam çevre şartlarının bize hiç bir etkisinin olmadığı bir ortamda yaşamak, sence bize ne yapıyor wally? nihayetinde hepimiz hayvanız.

    wally: bu ne anlama geliyor şimdi?

    andre: bence şu anlama geliyor, güneşin, ayın, gökyüzünün ve yıldızların altında yaşamaktansa kendi kurduğumuz hayali bir dünyada yaşıyoruz.

    wally: evet ama elektrikli battaniyemden asla vazgeçmezdim andré. çünkü new york kışın çok soğuk olur. evimiz soğuk oluyor. çevre şartlarımız zorlu. demek istediğim hayatımız olabildiğince çetin. hayatımıza rahat ve huzur katan birkaç şeyi de yok etmenin yollarını aramıyorum. hatta bilakis daha fazla rahatlığın peşindeyim zira dünya yeterince yıpratıcı zaten. kendimi korumaya çalışıyorum çünkü etrafında nereye baksan kaçınman gereken bu yıpratıcı etkenleri görüyorsun.

    andre: ama wally, bunun... rahatlığın tehlikeli olduğunu göremiyor musun? tamam, rahat olmayı seviyorsun, rahat olmayı ben de seviyorum ama rahatlık seni tehlikeli bir sükûnete götürebilir. annemin tanıdığı bir hanım vardı, bayan hatfield dünyadaki en zengin kadınlardan birisiydi ve zafiyetten kırılıyordu çünkü sadece tavuk yiyebiliyordu. tavuk seviyordu wally, ve sadece bunu yiyordu. ve esasında vücudu aç kalıyordu ama bunu fark etmiyordu çünkü tavuk yerken gayet mutluydu ve nihayetinde öldü. gerçekten şu an hepimizin bayan hatfield gibi olduğuna inanıyorum. elektrikli battaniyelerimiz ve tavuğumuzla güzel, rahat zamanlar geçiriyoruz ama bu arada da açlık çekiyoruz çünkü gerçeklilikle bağımız o kadar kesilmiş ki kendimize gerçek yiyecek bir şeyler bulamıyoruz çünkü dünyayı görmüyoruz. kendimizi görmüyoruz. hareketlerimizin başkalarını nasıl etkilediğini fark etmiyoruz. martin buber'in hasidizm kitabını okudun mu?

    wally: hayır.

    andre: bir hayat görüşü var. hasidik musevilerin inançlarından bahsediyor her şeyin içinde ruhlar bağlıdır diyorlar. senin içinde bağlılar. benim içimde bağlılar. bu masanın içinde ruhlar bağlı. ve dua ettiğin zaman bu embriyoya benzeyen ruhlar özgür kalıyorlar ve hayatımızda yaptığımız her eylem ister iş yapmak olsun, ister sevişmek olsun veya yemek yememiz olsun, her ne olursa yaptığımız her eylemimiz bir dua, bir dinsel tören olmalı dünyada. sen bu şekilde yaşadığımızı düşünüyor musun? neden bu şeklide yaşamıyoruz sence? bence, her gün neler yaptığımızı gerçekten görmemize izin verseydik bunun iğrenç olduğunu fark ederdik başka insanlara olan davranışlarımız. her gün, günde bir kaç defa evimin bulunduğu apartmana giriyorum. kapıcı bana bay gregory diyor, ben de ona jimmy diyorum. şimdi bununla, köle sahibi güneyli çiftçinin arasında ne fark var, söyleyebilir misin? bence, ben o binaya girdiğim zaman tam da o esnada bir suç işlenmiş oluyor. çünkü orada benim yaşlarımda, ağırbaşlı, zeki bir adam var ben ona jimmy diye seslendiğimde o artık çocuk oluyor, bense yetişkinim çünkü ben o binadan yer satın alabilirim.

    wally: doğru. haklısın. yani, tanrım, latince öğretmenliği yaparken insanlar farklı davranırdı profesyonellerin veya edebiyat çevresinin katıldığı bir partiye filan gittiğimde öyle bir muamele görürdüm ki en kibar tabiriyle köpek gibi davranırlardı. başka bir tabirle, insanlarla eşit şartlarda sohbet edebilmem konusunda sorgulanacak bir taraf yok. bilirsin, insanlarla ara sıra sohbet ederim ama ne iş yaptığımı sorduklarında ki bu da hep yaklaşık beş dakika sonra oluyor surat ifadeleri... sohbet hoşlarına gidiyor bile olsalar veya benimle flört bile ediyor olsalar veya her neyse suratlarında kale kapısının inişi gibi bir ifade oluşuyor. hani orta çağ kale kapıları olur ya. uzaklaşıyorlar. yani gerçekten köpek gibi yaşıyordum. debby sekreter olarak çalışırken insanlara ne iş yaptığını söylediğinde, kafayı yiyorlardı. sanki... sanki şey demiş gibi oluyordu "...ben de yakın zamanda ağırlaştırılmış müebbet yedim... çocuk öldürmekten." tanrım, başka insanlara karşı olan tutumumuzdan bahsettiğinde kendimi düzgün iyi bir insanmışım gibi düşündüm, bilirsin işte makul bir şekilde, günlük karşılaştığım çoğu insana arkadaşça davrandığımdan dolayı. ben, gerçekten kendini beğenmiş biriyim. şu güne değin dünyamın içeriğine baktığım zaman tamamen iyi bir insan olduğumu düşünüyorum arkadaşlarım dediğim küçük bir insan topluluğu ve bu küçük dünyamızda, hobimiz olan tiyatro filan gibi şeyler yüzünden tanıdığımız az miktarda kişi. gerçekten kendi halinden memnun biriyim. kendimle oldukça mutluyum kendimden bir şikâyetim yok. yani bununla yüzleşelim. dışarıda kocaman bir dünya var ve ben bunun hakkında asla düşünmüyorum. bu dünyada nasıl yaşadığım konusunda kesinlikle sorumluluk almıyorum. yani eğer, afrika'nın herhangi bir yerinde açlık çeken bir insanla bir nevi aynı sahneyi paylaştığımın gerçekliği ile yüzleşmiş olsaydım, kendim hakkımda bu kadar da iyi hissetmezdim. ben de doğal olarak tüm bu insanları kendi algımdan kaldırdım. tabii ki gerçek dünyanın koca bir kesimini görmezden geliyorum.
    --- spoiler ---

    --------------

    --- spoiler ---

    andre: ama şu var ki wally, bilime bu şekilde abartılı bir biçimde tapılmasının bizi bu hale getirdiğine inanıyorum. bilim, tarafımızdan, bir şekilde her problemi çözebilecek sihirli bir güçmüş gibi tutuldu. oldukça tersi oldu. tamamen tersi oldu. her şeyi mahvetti. bence bu şu anda gördüğümüz bilime karşı güçlü ve derin bir tepki duyulmasına ön ayak oldu tıpkı 1930'ların almanya'sında ortaya çıkan nazi iblislerinin belirli bir baskıcı bilgi, kültür ve rasyonel düşünceye karşı ön ayak olduğu gibi. potansiyel olarak çok tehlikeli bir şeyden bahsettiğimiz konusunda hemfikirim. ama modern bilim özellikle daha az tehlikeli olmadı. haklısın. sana katılıyorum.

    wally:tamamen katılıyorum. işin aslı şu ki bunu ifade edip edemeyeceğimi tam olarak bilmesem de tarif ettiğin iş hakkında beni rahatsız eden şeyin ne olduğunu sanırım biliyorum. ama her nasılsa, bu atölyelerde yaptığın bütün bu görevlerin amacı tabii işin özüne inip bütün bunların ne olduğunu sorguladığında bütün amaç sanırım kendin de dâhil olmak üzere, atölye çalışmasına katılan insanları bazı seçilmiş anlarda, bir şekilde her türlü amaçsızlıktan uzaklaştırmaktı. ve bunun da amacı, bu sayede saf bir varoluşu deneyimleme şansın olacaktı. diğer bir deyişle, yapman gereken özel bir şey olmaksızın böyle anlar için yaşamanın nasıl bir şey olduğunu keşfetmeye çalışıyordun. sadece buna karşı itirazım var. hiçbir şey yapmamaya çalıştığın anlar yaratmak fikrini kabul etmiyorum. sanırım bir şeyler yapmak bizim doğamızda var. bir şeyler yapmalıyız. sanırım amaçsızlık, bizim basit insan doğamızın ayrılmaz bir parçası. bu olmadan yaşayabileceğimizi söylemek, bir ağacın dalları veya kökleri olmadan yaşayabileceğini söylemek gibi bir şey. ama esasında dalları veya kökleri olmazsa artık ağaç olmaz.sadece bir kütük olur. demek istediğimi anlatabiliyor muyum? diğer bir deyişle, evde oturuyorum ve yapacak bir şeyim yok ben de bir kitap alıyorum elime. orada hiçbir şey yapmadan oturup durmanın neresi muhteşem? saçma geliyor.

    andre: peki ya debby oradaysa?

    wally: aynı şey. gerçekten de iki kişinin hiçbir şey yapmadan, sadece birlikte olması mümkün müdür? gerçekten de yaşayacakları, her zaman kullandığımız "ilişki" kelimesi şeklinde mi olacak? yani bu ne anlama geliyor ki? ya oturup sohbet edeceğiz ya, ne bileyim çöpü dökmeye çıkartacağız yahut tek başımıza ya da beraber, bir şeyler yapacağız, ne demek istediğimi anlıyor musun? öyle basitçe, sadece oturmanın manası nedir ki?

    andre: bu seni sinirlendiriyor.

    wally: niye sinirlendirmesin ki? bana çok saçma geliyor.

    andre: çok enteresan wally. batı tibet, ladakh'a gitmiştim ve orada bir çiftlikte bir ay kadar kalmıştım akşam saatlerinde insanlar çay içmeye gelirlerdi ve kimse konuşmazdı. tabii söyleyecekleri bir şey yoksa ama neredeyse hiç olmazdı. orada öylece oturur, çaylarını içerlerdi ve bu onları hiç rahatsız etmezdi. problem şu wally, sürekli hareketli olup bir şeyler yapılabilir ama bence bu tarz şeyleri yaparken bile kişinin aslında içi ölmüş olabilir. bütün bu işleri gerçekleştiriyorsun ama bunları yaparken bir dürtü mü hissediyorsun yoksa evvelden konuştuğumuz gibi mekanik bir şekilde mi yapıyorsun? çünkü bunları mekanik bir biçimde yapıyorsan gerçekten yaşamını değiştirmen gerektiğini düşünüyorum. hani bilirsin, gençken sürekli birileriyle randevuya çıkarsın. dansa filan gidersin. özgürce dolanırsın. ve sonra bir gün kendini bir ilişkinin içerisinde bulursun ve birden her şey donar. bu işin için de geçerlidir. demek istediğim, tabii için gerçekten yaşıyorsa zaten bir sorun yok demektir. küçük bir odada birisiyle beraber yaşıyorsan ve birlikte yaşadığın kişiyle aranızda bir yaşam paylaşılıyorsa o odada başlı başına bir macera yaşanıyor olabilir. ama her zaman 'şeylerin' ölme tehlikesi vardır. öyle olursa da, kerouac gibi aylak filan olup yollara düşmek gerektiğini düşünüyorum. buna gerçekten inanıyorum. biliyor musun, hayatını yollarda geçirmek o kadar da güzel değil. benim öncelikli tercihim yapabiliyorsan o odada kalmaktır. ama birisiyle çok uzun süre beraber olduğunda, hani insanlar "tabii artık eskisi kadar müthiş değil ama böyle olması da doğal." derler. "romantizmin ilk mahcubiyeti gitti ve böyle de olmak zorundaydı." buna kesinlikle katılmıyorum. ama kendine daima, açık yüreklilikle şu soruyu sorman gerektiğine inanıyorum: evliliğin halen bir evlilik mi? o kutsallığı halen barındırıyor mu? tıpkı yaptığın işteki kutsallığı sorgulaman gerektiği gibi...halen orada mı? bu çok korkutucu bir şey wally, birden fark ediyorsun ki, tanrım, ben hayatımı yaşadığımı sanıyordum oysa insan bile değilmişim. oyuncu olmuşum. yaşamamışım. yaşarmış gibi yapmışım. baba rolünü oynamışım. koca rolünü oynamışım. arkadaş rolünü oynamışım. yazar, yönetmen ya da her neysem o rolü oynamışım. bu insanla aynı odada yaşamışım ama onu gerçekten görmemişim. gerçekten işitmemişim. gerçekten beraber olmamışım.

    wally: biliyorum, bazı insanlar kimi zaman sadece yan yanadırlar. içlerinden birisinin suratı, birden büyük bir kurt suratına dönüşse öbürü bunu fark etmez bile.

    andre:fark edilmez, evet.

    wally:fark edilmez.

    andre: bir süre önce israil'deydim yanımda chiquita'nın bir fotoğrafı vardı, her zaman beraberimde taşırdım. fotoğraf çekildiğinde 26 yaşlarında filandı. yaz mevsimiydi, üzerinde yukarıya toplanmış eski moda uzun bir etekle terasta uzanmıştı. zayıf, hisli ve güzeldi. hep bu fotoğrafa bakar ve ne kadar çekici göründüğünü düşünürdüm. ama geçen sene israil'de bu fotoğrafa baktığımda fotoğraftaki yüzün, dünyadaki en mutsuz yüz olduğunu fark ettim. o zamanlardaki kız yitik yalnız ve üzgündü. bu fotoğrafı yıllarca yanımda taşımıştım ve ne olduğunu hiç fark etmemiştim bile. fotoğrafa hiç gerçekten bakmamışım. ve bir anda fark ettim ki, çok olağanüstü haller dışında hiçbir şey hissetmeden 18 sene geçirmişim. bir yere kadar işimle yaşayabilme kabiliyetim halen vardı. bu yüzden işime bu kadar bağımlıydım. bu yüzden her sahneye koyduğum oyun benim için ölüm kalım meselesi oldu. ama gerçek yaşamımda, ölmüştüm. bir robottum. öfkelenmeme veya sinirlenmeme bile müsaade etmiyordum. yani artık bugün chiquita, nicolas, marina... tüm gün boyunca diğer insanlar gibi, beni sinirlendiren şeyler yapıyorlar, konuşuyorlar. ve artık sinirlenebiliyorum. "niye sinirleniyorsun?" diye soruyorlar. "çünkü sinir bozucusun" diyorum. kendime, ömrümün kalanını chiquita ile beraber geçirememe ihtimalimin olduğunu düşünmeme izin verdiğimde fark ettim ki hayatta en çok istediğim şey onunla beraber olmaktı. ama o sırada, başka bir insanoğluna tepki vermenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmemiştim. ve eğer başka bir insana tepki veremiyorsan eylem veya etkileşim ihtimali de olmuyor. bu da olmuyorsa, o zaman "aşk" kelimesinin
    görev, mecburiyet, hassasiyet ve korku haricinde bir anlamını bilmiyorumdur. yani seni bilemem wally ama ben insan olmayı öğrenmek için kendimi bir nevi antrenman programına soktum. nasıl bir şeyler hissedebiliyordum? bilmiyorum. nelerden hoşlanırdım? nasıl insanlarla birlikte olmak isterim? anlatabildim mi? bunu öğrenebilmem için tek yolun, tüm sesleri kesmek ve sürekli rol yapmayı bırakmak olduğunu düşündüm ve içimdeki sese kulak verdim. bunu yapman gerektiği zaman bir an geliyor sanırım. belki belli bir sırada yapılmalıdır, önce sahra'ya gitmelisindir belki evde de yapabilirsin. ama sesleri susturman gerekiyor.

    wally: evet. ben şahsen...ben pek...ben genellikle pek... böyle sessiz anlardan hoşlanmam. sevmiyorum. bunun altında... bilmiyorum, freudian bir düşünce mi vardır? ama anlarsın, bilinçsiz dürtülerin korkusu veya kişisel saldırganlığım veya her neyse eğer ortalık çok sessizleşirse, kendimi otururken buluyorum hani önceden bahsettiğimiz gibi yani ister kendi başıma olayım ister yanımda birisi olsun benim içimi bu his kaplıyor "aman tanrım. ifşa oldum." başka bir deyişle, her hangi bir işi yapmak için yeterli olabilirim ama bir insan olmak için yeterli birisi değilim. yani demek istediğim, ben eğer sadece burada tutulsam ve bir şeyler yapmama izin verilmese tek yapabildiğim orada olmaksa çökerim. söylemeye çalıştığım, ben her sınavın üstesinden gelebilirim hatta gereken çabayı gösterecek olursam "a" bile alabilirim ama bunu nasıl bunu nasıl geçeceğime dair hiçbir fikrim yok. yani... yani bunun bir sınav olmadığının farkındayım ama bir sınavmış gibi bakarsak bundan çakarmışım gibi geliyor. bu... bu çok korkunç. kendimi tamamen denizde gibi hissediyorum.

    andre: bir yaşam hayal edebiliyorum wally her gününün inanılmaz, muazzam ve yaratıcı olabileceği ve bunda biz olmasak da olur. yani, beraber yaşadığın insanı terk etmen gerektiğini hissediyorsan, terk etmelisin. eğer dönmen gerekiyorsa da dönersin. ama bu sırada, diğer insan senin terk etmene tepki vermiş olabilir. böyle bir hissin yaşamı olurdu. yönettiğim atölyelerde insanların şevke, kutlamaya neşeye, meraka, terk edilmeye, yabaniliğe ve şefkate bu kadar hızlı kapılmaları ne kadar da müthişti. böyle yaşamak için ayağa kalkabilir miyiz? evet, sanırım bu başka bir insanla temasa geçtiğin an. demek istediğim bizi korkutan da bu. başka bir insanla yüz yüze kalma anı. yani şimdi bu kadar korkutucu olduğunu düşünmezsin. bu kadar korkutucu bulmamız çok tuhaf. o kadar da tuhaf değil. ilk olarak, korkmak için oldukça geçerli nedenler var. yani bilirsin, insanoğlu karmaşık ve tehlikeli bir yaratıktır. yani gerçekten, ya her anı yaşamaya başlarsan? tanrım, bu oldukça zorlu olur. eğer gerçekten uzanır ve başka bir insanlar temas kurmayı başarırsan bu gerçekten uğraşmaya değer bir şeydir diye düşünüyorum. eğer bunu yapmıyorsa acınasıdır. ama tabii bir problem var, çünkü sen ne kadar bir başka insana yaklaşırsan o kişi de bir o kadar gizemli ve ulaşılmaz oluyor. yani, uzanman gerekir, onlarla ileri geri gidip gelmen gerekir ve ilgi kurmalısındır ama yine de ancak bir hayaletle filan ilgi kurabilmişsindir. bilmiyorum, çünkü hortlaklarız. hayaletleriz. biz kimiz? ve bunu yüzüne çarpar, gerçekte tek başına olduğunla yüzleşirsin. ve yalnız olduğunu kabul etmek ölümü kabul etmektir.

    wally: çünkü bir şeklide yalnız kalmışsan, ölümle baş başasın demektir. bu görüşünün önünü tıkayacak hiçbir şey yoktur.

    andre: doğru.

    wally: eğer doğru anlamışsam, sanırım heidegger, demiş ki "eğer kendinin bütün olmanı tecrübe edeceksen ölüme teslim olacağını da tecrübe ediyorsun demektir."

    andre: cinsel birleşme sırasında her şeyi unuttuğun bir an olur ki bu muhteşemdir. ve ondan sonraki dakikalarda düşünmeye başlarsın oyundaki görevini, ertesi gün yapman gerekenleri. senin için de geçerli midir bilmiyorum ama genel kanı bu şekilde olsa gerek. dünya oldukça hızlı geliyor. şimdi, unutulacağımız bu yerde bulunmaktan korkmamızın nedeni, bunun ölüme yakın olması yüzünden olabilir. uyumaktan korkan insanlar gibi. başka bir deyişle, bir ilişki kurarsın ve ertesi sabahın sana ne getireceğini bilmezsin. ve sabahın sana ne getireceğini bilmediğin için bu seni ölüm sezgisine daha da yaklaştırır. bence bu yüzden insanlar ilişki yaşıyorlar. tiyatroda, eğer güzel bir eleştiri almışsan bir anlığına ellerini bir şeyin üstündeymiş gibi hissedersin. demek istediğimi anlıyor musun? güzel bir histir. ama bu his çok çabuk kaybolur. ve bir kez daha sırada ne yapacağını tam bilmiyorsun. ne olabilir? bir ilişki yaşarsın, ve bir noktada gerçekten sağlam bir zemin üzerinde olduğunu hissedebilirsin. yapılması gereken cinsel fetihler var. farklı sorular var. kulaklarının dişlenmesinden hoşlanır mı? seçkin bir fransız restoranında schopenhauer'dan ne kadar yoğun bahsedebilirsin? nasıl bir saçmalıksa artık. bütün bunlar sana, sağlam bir dünyanın görünüşünü verir. bir insanla yıllarca sürecek gerçek bir ilişki yaşa... bu kesinlikle önceden bilinemez. sonra karayla olan bütün bağlantını kopartırsın ve bilinmeze yelken açarsın keşfedilmemiş denizlere. insanlar bu baba, anne, koca, karı imajlarına hep aynı sebepten dolayı sarılıyorlar çünkü sağlam bir yer sağlayacakmış gibi duruyorlar. ama orada bir karın yok. hem bu ne anlama geliyor bir karı. bir koca. bir oğlan. bir bebek ellerini tutar ve birden devasa bir adam seni tutup yerden kaldırır ve sonra kaybolur,

    nerede bu oğlan?
    --- spoiler ---
  • uzun zamandır görüşmediği eski bir arkadaşıyla akşam yemeğine çıkacak olan wally'nin ne konuşacağını, nasıl geçeceğini bilemediğinden rahatsızlık duyarak buluşacakları restorana kısa bir yürüyüşüyle başlayan film, neredeyse son iki dakikasına kadar bu iki arkadaşın sohbetlerini konu alır. çok düşündürücü, leziz ve insana izlerken felsefe yapıyorum lan dedirtecek diyaloglar geçer filmde.
hesabın var mı? giriş yap