• muzaffer hoca, gençlik yıllarında ayasofya camiinde tefsir dersleri alırken çok güzel bir rüya görür.peygamberimiz, hz. ali’nin tuttuğu bir devenin üzerindedir. hz. ali’nin diğer elinde ise meşhur kılıcı zülfikar bulunmaktadır. efendimiz ona sorar:
    -müslüman mısın?
    -evet.
    -islam için başını verir misin?
    muzaffer efendi yine “evet” cevabını verir. peygamberimiz başını kesmesi için hz. ali’ye talimat verir. allah’ın aslanı da, başını gövdesinden ayırır. hazret korku içinde uyanır. rüyayı kur’an-ı kerim hocasına anlatır. hocası bu son derece önemli rüyayı yorumlar ve der ki: “sen hz. ali efendimizin yoluna gireceksin ve bir tarikatın şeyhi olacaksın!”
    gönül insanı ve aşk timsali muzaffer efendi’yi neseb itibariyle tanımak gerekirse; o 1916 yılında istanbul’da doğdu. babası hacı mehmet nuri efendi, annesi ise ayşe hanımdır. karagümrük’teki cerrahî tekkesinin bitişiğinde bulunan bir evde dünyaya gelen muzaffer ozak’ın babası âlim bir kimseydi. 2. abdülhamit devrinde huzur hocalığı yapmıştı.
    annesi ayşe hanım ise, halvetî şeyhiseyyid hüseyin efendinin büyük torunudur. anne tarafından evlad-ı rasul’e bağlı olan efendi hazretleri, altı aylıkken babasını kaybetti. büyük abisinin de şehid düşmesi neticesinde aile fakir ve çaresiz bir hale düştü.
    beş altı yaşlarındayken babasının arkadaşı seyyid şeyh abdurrahman efendi’nin himayesine girerek şeyh efendiden kur’an dersleri aldı. ortaokul yıllarında abdurrahman efendi’nin vefatı kendisini hayli sarsar. kur’an eğitimini fatih camii başimamı mehmet rasim efendinin talebesi olarak tamamladı.
    hüsnü efendi’den sekiz yıl fıkıh ve hadis dersleri aldı. konumları gereği hem çalışıp hem okuyan muzaffer efendi müezzinlik ehliyetini aldıktan sonra ali yazıcı camiinde göreve başladı. muhtelif camilerde görev yaptıktan sonra beyazıd camii’ne tayin edildi. değişik hocalardan ilahî ve meşk dersleri aldı. hocası tarafından çok sevdiği gülsüm hanım’la evlenirler. vezneciler camii’ne imam olarak atanan muzaffer hoca bilahare yaklaşık 23 yıl süleymaniye camiinde fahri imamlık görevinde bulunur.
    askerliği yapmadan önce, güzel sanatlar akademisi’nin ünlü hocalarından hat ve tezhip dersleri aldı yazmalar hakkında geniş bilgi sahibi oldu. yirmi yıl süren birinci evliliğinden hiç çocuğu olmadı. ikinci evliliğinden bir kız bir de erkek evladı dünyaya geldi.
    ortadoğu ülkelerinin bir çoğuna defalarca gidip-gelen ve bu arada çok değişik zevatla tanışıp hayli istifade eden muzaffer ozak, en ziyade ilk şeyhi sami saruhaniyyül uşşakî’den faydalanır. nevşehirli hacı hayrullah ve atıf hoca’dan tefsir dersleri aldı. bütün bu hocalardan aldığı bilgilerle istanbul’da tam kırk iki camide otuz yıl vaaz etti.

    muzaffer efendi avrupa’da
    hiç şüphesiz muzaffer ozak hoca’nın en büyük özelliklerinden biri de dünyanın muhtelif ülkelerinde göze ve kulağa hoş gelen zikir meclisleri oluşturması.
    almanya berlin’deki opera binasında yaptığı zikir meclisi, kendilerinin dışında bütün izleyicilerin de tevhid getirmesine sebep olur. devran için ayağa kalktığında salondaki gayr-i müslimler de aynı şekilde hareket edip zikre katıldılar.
    kendisine: “siz müslüman olduğunuz halde hiçbir fark gözetmeksizin hıristiyanları da meclisinize kabul ediyor, onların da zikretmelerine izin veriyorsunuz. bunun sebebi ve hikmetini açıklar mısınız?” sorusuna şu karşılığı verdi:
    -ben fakir bir müslüman ve bir şeyhim. allah diyen herkesi meclisime kabul eder; allah derim ve allah dedirtirim!”
    bir çok gazete ve tv bu zikir ziyafetinden övgüyle bahsetmiştir. istanbul’da çıkan dünya gazetesi de paris muhabirine dayanarak “dervişlerimiz avrupalıları büyüledi” başlığıyla okuyucularına duyurdu.
    türk tasavvuf ve tekke musikisinin göz kamaştıran ritmiyle ve ahengiyle avrupalıları kendinden geçiren hacı muzaffer efendi, dervişleriyle birlikte fransa’dan new york’a gitti. orada yaptığı zikirlerden sonra amerikalıları kendilerine hayran bıraktılar.
    bilahare new york radyosunda bir programa konuk olarak çağrılır. önce ezan daha sonra da kur’an ve akabinden manasını vererek sürdürdüğü programını o kadar insan dinlemiş ki, özellikle kanada ve abd’nin diğer eyaletlerinden bir sürü insan hoca efendiyi görmeye gelmişler. bu olayı kendisi şöyle anlatıyor: “gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. nasıl ağlamasa idim ki, milyonlarca amerikalı, radyoları başında bizi dinliyorlar ve tevhid etmemizi bekliyorlardı. tevhid etmeye başladım ve benimle birlikte bütün amerikalı aşıklar da tevhide iştirak ettiler...”
    müridinin epeycesi batıdan olan hoca efendi bir çok kimsenin ulaşamadığı kişilere el uzatmıştır.

    sahaflar şeyhi muzaffer hoca
    beyazıd camiinin yanındaki sahaflar çarşısındaki kitap dükkanında bulunduğu sürece, birçok kimseyi etkileyen muzaffer ozak; bir gün dükkana gelen bir çocuk için ayağa kalkıyor, sevgiyle birlikte saygı da gösteriyor. etrafındakilerin şaşkın bakışlarını görünce şunları söylüyor:
    “bu çocuk osmanlı hanedanına mensuptur. nasıl saygı göstermeyelim ki, bizler onların sayesinde bu topraklarda oturuyoruz.”
    bir akşam üstü de dükkana bir hanımefendi geliyor. “sizde padişah fermanı var mı?” diye soruyor. muzaffer hoca birkaç ferman gösteriyor. hanım fiyatını sorunca o zamanın parasıyla yüz lira diyor. kadın, “şimdi yanımda bu kadar para yok.” cevabını verdikten sonra çıkıp gidiyor. tam o sırada biri gelip, “tanıdınız mı, bu bayan neslişah sultan’dı” şeklinde konuşuyor.
    neslişah sultan birkaç gün sonra gelip parasını vererek fermanları almak ister. muzaffer hoca: “aman efendim! bunlar sizin dedelerinizin... ne diye para alalım” diyerek para almak istemez. fakat neslişah sultan, indirimi dahi kabul etmeyerek, ilk defada söylenen yüz lirayı ödeyerek fermanları alır ve gidir.
    kendisini bizzat ziyaret edip duasını aldığımdan kendimi bahtiyar hissediyorum. ilk gördüğümde şaşırdığımı itiraf etmeliyim. fakat sohbetini dinledikçe merakım arttı. “aşk yolu vuslat tariki” isimli eserini armağan ederek başımı okşadı. ilim muhibbi genç bir talebe için bu ne güzel bahtiyarlık.
    cesur, hareketli ve atak bir müslümandı. bunun en bariz örneği, türkiye’nin mümtaz şahsiyeti ali fuat başgil vefat ettiğinde hiçbir müslüman cenazesini taşımaya cesaret edemiyor. polis ve jandarma alıp tenha bir yere defnetmeyi tasarlıyorlar. muzaffer hoca müridanıyla birlikte, tekbir ve tehlillerle cenazeyi alıp götürmüşler. kemal-i edeple defnetmişler.
    hacı muzaffer efendi 13 şubat 1985 tarihinde hakka yürüdü. cenazesini yıkama görevini kâdirî şeyhi nazmi geylan baba yerine getirdi. namazını gönenli mehmet efendi hazretleri kıldırdı. mübarek nâşını oğlu cüneyt kabre indirdi. mezarı karagümrük’teki nureddin cerrahî türbesindedir.(1)
    allah rahmet eylesin.

    1-a) ayaklı kütüphaneler: dursun gürlek, kubbealtı neşriyat, ekim 2003 ist.
    b) iz bırakanlar: vehbi vakkasoğlu: cihan yayınları 1987 ist.

    http://www.ilkadimdergisi.com/…ariheyonverenler.htm adresinden alıntılanmıştır
  • hakkında pek çok şey işittim, hezarfen kişiliğine ilişkin aklımda en kalıcı, en belirgin kalan vasıflarından biri var ki, sanırım onu yazmak daha uygun bir giriş olacak.

    muzaffer özak'ın meşhur sahaf dükkanına girip çıkan çok ulu, muhterem insanların yanı sıra genç ve arayış içindeki insanlar da mevcuttu. özak, kendisine kitap talebiyle gelen bazı kimselere usulu hal ile ve uygun lisan ile mukabele eder, tercihlerine müdahil olurdu.

    anlatılanlara göre, birinde bir genç adam kendisine "füsusül hikem" var mı diye sorar. özak, adamın haline şöyle bir bakar ve arkasındaki raftan bir kitaba uzanır ve masanın üzerine bırakır. ve adama, "sen önce mızraklı ilmihal'den başla bakalım"

    evet, muzaffer özak'ı bir mürşid, sahaf dükkanını da bir ilim irfan mektebi olarak değerlendiren hatıraların ve deneyimlerin içerisinde bana ilginç gelen bir anekdottur bu...

    (bkz: mızraklı ilmihal)
  • şu adresten bir sohbetine erişilebilecek olan gönüller sultanı.

    http://www.facebook.com/…o.php?v=79515863657&ref=mf
  • istanbul'un en tipik köşelerinden biri sahaflar çarşısı... tam köşedeki dükkanında, etrafında sevenleri, masasının başına geçer oturur. son zamanlarda gelen gidene pek karışmaz ''artık bilmez oldum fiyatları aklım ermiyor fiyatların yükselişine'' der sohbete dalardı.. dükkana girenler kalabalığa şaşkın şaşkın bakarlardı. bazen de zaten şaşkın dogmuşlardan gelenler de olurdu. bir gün içeri bir genç girdi, rüzgarı arkasından yetişmişti ki hazreti köşede görünce selamladı:

    - selamun aleyküm babalık...
    hazret selamı derhal aldı.
    - aleyküm selam kuru kalabalık... ne gülmüştük yaa...

    bir defasında da bir müşteri girmiş soruyor:

    -''allahın gazapları'' var mı ? hazret irkildi,
    - yok oğlum bizde allahın rahmeti var.

    aklına koyduğu kitabı almaya azmetmiş adam ısrar etti

    - hayır ben ''allahın gazapları''nı arıyorum...
    - eh madem istiyorsun senin olsun...

    canlı ve vicdanlı bir tarih gibiydi. çöken bir medeniyetin üzgünü idi. çok şeyler çok insanlar görmüştü.. hayatı tırnağından tepesine kadar yaşamıştı..
    bazen derdi:
    bu istanbul sokaklarında rahmetli anamla ben, az sürünmedik...

    ilk memuriyeti fener civarında bir camide müezzinliktir ve maaşı da onbeş lira küsür kuruştur. mescidin yanındaki berbere gelen bir fenerli papaz, genç müezzine islam ile hristiyanlık farkını sormuş ve islamın yüce peygamberi'nin ( s.a.v ) , son peygamber olmasında itiraz da etmiştir:

    - zikrettiğin ayette '' hatemennebiyy diyor '' hatemürrüsüll'' demiyor, belki sen bir resül gelebilir bu hale göre..

    ''bir an şaşırdım, sonra ya rabbi! beni bu papaz karşısında mahcup etme diye iltica ettim ve cevabı derhal zihnime geldi'' diye anlatıyordu:

    - her resül nebidir amma her nebi resül değildir. binaenaleyh ''hatemürrüsül'' deseydi bir nebi gelmesi düşünülebilirdi amma '' hatemennebiy dediğine göre ne nebi ne de resül gelemez.''

    bu cevap üzerine papaz memnun kalır. '' senin ziyaretine geleceğim'' der. gerçekten gelir, çay içer ve bu arada ''müslüman olduğunu, bunu gizlediğini amma yakında öleceğini hissettiğini, bu sebeple kendisine ölümden sonra dua etmesini vasiyet etmek için geldiğini'' söyler...

    anlatıyordu: '' gerçekten kısa bir müddet sonra vefat etti, ölüsünü bir hafta patrikhanenin avlusunda ayinlediler, bir hafta sonra da defnettiler. ben sık sık kabrine gider dua ederim kendisine...''

    tertemiz bir inanışın ve derin bir vatenseverlik duygusunun içindeydi. kaç defa ''rumeli'de karlara elinizi soksanız atalarımızın saçları, şehit ecdadımızın saçları dolanır parmaklarınıza'' derdi.

    amma irtica tüccarlarının da ilk hedefi idi. ne zaman böyle bir çalkantı olsa onu polis alır götürürdü. bunlardan birincisi mareşal fevzi çakmak'ın cenaze merasimi vesilesiyle olmuştur. bu macerayı kendisi ile beraber götürülen diğer hocaları ve kendisini sorguya çeken, niğdeli komser, karadenizli polis, rumelili bekçiyi şiveleriyle taklid ederek bir anlatırdı ki teybe almadığıma çok yanarım.

    27 mayıs'ta da böyle bir irtica yaygarası neticesinde mahkemeye sevkedilmiş, (esasen mesleği dini kitap satmak). ''içeride çilemizi tamamlattılar'' derdi.
    ilave ederdi... hapishaneye girdik... birisi koştu boynuma sarıldı. ellerimi öpüyor... '' seni allah gönderdi, allah duamı kabul etti'' deyip duruyor. sordum meğerse neymiş. içine bir aşk gelmiş. dua etmiş : ya rabbi! buraya bir şeyh gönder de beni irşad eylesin diye. şimdi sevinçten uçuyormuş...

    - kereta hiç böle dua olur mu? maksadın beni de mi hapse attırmaktı? hapisten beni kurtar, gideyim bir mürşid bulayım diye dua etseydin ya...

    ''bu beyazıt camii'nde kalabalıktan elbise düğmelerimin koptuğunu çok bilirim'' diye anlatırdı eski günleri. ramazan mukabelelerinde 400 küsür minder saydığımı hatırlarım. kimler yoktu ki... eski valiler, defterdarlar, mesihat müntesipleri... hepsi bir derya, bir imparatorluğa benzer muhterem insanlar. sonra, onlar birdenbire çekildiler, gittiler. kimseler kalmadı, meydan bize kaldı... beyazıt camii'nde ilk vaaz kürsüsüne çıkarken dizlerim titriyordu, nasıl vaaz vereceğim ne söyleyeceğim diye... kürsüye çıktım etrafıma bir baktım ki ne göreyim, o benim bildiğim insanların, yanlarında ağız bile açamayacağım insanların bir tanesi bile kalmamış. karşımda sadece bir kalabalık var. '' ben bunlara vaaz veririm'' dedim ve verdim.

    bir vaazında şöyle bir fıkra anlatır:
    ''tımarhanenin önünden geçen birisi hastayı muayene eden doktora '' ölmüşü diriltmenin çaresi var mıdır?'' gibilerinden bir sual sormuş. muayene edilen hasta bu soruya ben cevap vereyim diye almış sözü ele:

    - alırsın tevbe otunu atarsın tencereye, tencereyi koyarsın pişmanlık ateşine, üzeine istiğfar salçasını ilave edersin, ateşi de kulluk körüğü ile harlandırırsın, günde beş vakit bu ihlas şurubunu içip de şükür secdesine vardığın zaman ölü gönül dirilmiş olur.''

    - fıkra pek mühim değil. amma bundan sonrası pek çarpıcı. hazret anlatıyor yine: '' ben vaaz kürsüsünden indim. cemaat pek memnun, bir sakallı gözleri yaşlı yaklaştı, '' efendim o bahis buyurduğunuz '' tevbe otu '' aktarlarda bulunur mu?'' demez mi?

    eli, gönlü açık bir insandı... şu söz onundur :
    - verirler de almazsam, isterler de vermezsem elim kırılsın.
    bunun gerçekliğinin de şahidiyim.
    - verdiğiniz bir işe yarasın. hiç olmazsa bir kutu kibrit, bir simit alınabilsin derdi.

    dili de açıktı eski ''nevadir'' kitaplarından müthiş bir mahfuzatı vardı. osmanlı tarihine islam tarihine dair neler anlatmazdı. dili başka türlü de açıktı... ekserisini hanımların teşkil ettiği meclislerde bile ne yakası açılmadık fıkralar anlatırdı... en çok hasretle bahsettiği yerlerden birisi de küllüktü. istanbul'un bu eski kahvesi için '' bir akademi idi, kimler gelmezdi ki,* tanpınarlar, mükremin halil* ler... ve herkes konuşmazdı. ekseriyet dinleyici idi, konuşulanları dinlerdi..

    onun dükkanı da böyleydi. hep kalabalık. hep sohbet ve o tek başına bir akademi... vaktimin darlığından mecburen izin almak istediğim zaman, izin vermek istemez ve seslenirdi :

    - göze bey'e yapın bir kahve de beraber içelim...
    şimdi küllük de yok o sohbet de...

    bir gün yine dükkanda oturuyoruz... elinde zurnasi esmer bir vatandaş geldi:

    - efendim ben ekmeğimi bunu çalarak kazanıyorum günah diyorlar, olmaz diyorlar. ne dersiniz?
    - çal evladım çal, yanlız namazlarını kaçırma...

    sonra o gittikten sonra ilave etti: bre bu meret kıyamete kadar çalınacak. birisi de bunu çalacak, bırak desen bırakamaz hemence.
    neden tedirgin edersiniz, önce terbiye edin edebilirseniz!''

    herkese '' ahseni takvim üzere yaradılmış insan'' muamelesi yapardı. batı dünyasında da en beğendiği husus insana değer verilmesiydi. hazret orada, itibar edilen, konferanslar verdirilen bir insandı, burada daimi polis takibi altında bulunan insan. acı acı gülerdi...

    almanya'daki bazı müslümanlar'ın bazı günahları daha rahat irtikap etmeleri için de fetva istemeleri üzerine:

    - tabii efendim, öyle ya almanya'nın allah'ı başka, orada hüküm de başka olacak diye terslediğini bilirim.

    ilk hanımı ile beraber hacca gitmişler. '' arab'ın birisi diya anlatıyor, hacılara ne kadar kötü muamele ediyor, nasıl hırpalıyor, nasıl iskence ediyor... kimse de sesini çıkaramıyor, zavallı hacılar perişan... bizim hanım '' durun şu arab'ın hakkından ben geleyim, ben kadınım bana bir şey yapamazlar'' demeye kalmadı, iskarpinini çıkarıp adamın kafasına vurmaz mı? adam acısından karşı tarafa kaçtı. oradan tek gözünü kapatıp bize bakıyor acısından. karşısındaki de kadın bir şey yapamıyor. bizimkisi hala söyleniyor. '' seni hınzır, müslüman'a eziyet ha? yakışır mı?''

    bu menkıbenin sonunu şöyle getirmişti:

    - bilmem canab-ı hakk bizim hatunun haccını kabul etti mi? amma adım gibi biliyorum ki attığı dayağı kabul etti...

    sahafların arkasında küçük bir camide cumaları teberrüken hutbe okurdu. samimiyet, sadelik, irfan dolu hutbelerdi. son günlerde hep öleceğinden bahsediyordu... '' edirnekapı yolu gözüktü '' diye hutbede söylüyordu. dükkanında '' allah allah biz bu sene gitmeliydik. bizi niye bıraktılar burada, yoksa dervişlerimizden birini bedel mi aldılar?'' dediğini hatırlarım... benimle çok dertleşirdi... yine böyle bir dertleşme esnasında kendisine yapılanları anlatırken bir an durdu :

    - aman ha aman. yanlış anlaşılmasın, kimseden hesap istediğim hesap sorduğum yok, benim hesabı hakk teala kabul buyursun.
    ben kimseden bir şey istemiyorum...
    hiçbir şey.''

    * * * *
    kaynak: * * *
  • (bkz: aşkî)
  • soyadı özak değil ozak'dır.
  • bir bayram günü bir tepsi baklavayla yanına bir kaç arkadaşını da alarak geneleve gitmiş "oo babalık hoşgeldin" nidalarına" kızım bugün bayram ,bayramınızı tebrik etmek için geldik" demesiyle oradaki hayat kadınlarını gözyaşlarına boğmuş zat. ayrıca avrupa ziyaretlerinin birinde işgüzarın birinin paris'teki umumhaneler sokağından grubunu yürütmesi neticesi "onlar da ana baba evladı"diyerek gözyaşlarına boğulmuş zattır. *
  • 1916 doğumlu şeyh, sahaf, vaiz. halveti cerrahi tarikatının 2 evvelki postnişinin sahibi, güzel insan. yakın zamanda tanıdım kendilerini, keşke demek ne kadar doğru bilinmez ama, keşke hayattayken tanıyabilseydim, sohbetlerine katılabilseydim dediğim zat-ı muhterem.

    yirmi yılı aşkın süleymaniye camiinde ramazan aylarında fahri imamlık yapmıştır kendileri. yaptığı sohbetlerin hatıra sayılır bir kısmı kayıt altına alınmış, bilgisayar ortamına da aktarılmıştır. şeyhliğinden önce kendisini kadiriyye tarikatından da hilafet teklif edilmiş fakat, genç yaşlarında gördüğü bir rüyanın şerhine dayanarak bu teklifi reddetmiş.

    1966 yılında ondokuzuncu türbedarı ve postnişi olarak göreve başlamış. sultanahmet, beyazıt, fâtih, eyüp, süleymaniye gibi toplam 42 camiide, kahvehânelerde, cerrahi dergahı 'nda ve kendine ait sahafında irşad görevini sürdürmüş. özellikle 1970'lerden itibaren yurtdışında bir çok kez gitmiş, abd, ingiltere, hollanda, fransa, belçika gibi bir çok ülkede tanıtıcı ayinler düzenlemiş, irşad görevini yurtdışında da sürdürmüş.

    e biraz da nasıl biri olduğundan bahsetmek gerekir. benim kendilerini dinlediğim, etrafımdan, dostlarından duyduğum kadarıyla inanılmaz bir hitabet yeteneği varmış bu güzel insanın. heybetli oluşu da tabii ki pozitif bir yönde etkisi varmış insanların üzerinde. pespaye, binlerce dolar kaldıran ramazanda ortaya çıkan din adamlarının aksine, müslümanlığın ve peygamberin benim gözümde öğrettiği, teşvik ettiği doğruyu/hakikati hiç bir şeye aldırmadan her yerde söyleme prensibine köküne kadar uymuştur. bu ramazancı din adamlarının(neyse artık) aksine lafı dolandırmadan söyler, az söyler ama çok şey anlatırmış.

    kendine ait "irşad" adıyla 3 ciltlik bir kitabı bulunakta. okumadığım için bir yorumda bulunamıyacağım ama olur da bir gün okursam, buraya ekleyeceğim hakkındaki görüşlerimi.

    bugün kendine ait, şu an gözlüklü bir abinin başında durduğu sahaf dükkanına uğradım. beyazıt sahafçılar çarşısı 1-41. bloklarında bulunuyor, numarasına bakamyı unuttum. küçücük bir dükkan, güzel bir ortamı var. öyle kendi cemaatinden başkasına ait kitap satmayan dükkanlar gibi değil, said nursinin risale-i nur külliyatına ve hatta farklı dillerdeki çevirilerine kadar rastladım. şaşırdım biraz da. sahafın içinde efendinin resimleri var 5-6 adet. adam çok karizmatik ya hu. özellikle zikrullahsırasında çekildiği resimler fevkalade.

    gün geçtikçe kendine ait yeni bir şeyler öğrenirsem hemen sizlerle paylaşacağım sayın sözlük kullanıcıları.

    resmi web sitesi > tık

    her türlü ses kaydını bulabileceğiniz muazzam bir arşiv > tık2

    edit: iki ismi var imiş. diğer adı da süleyman imiş.
  • malumunuzdur mürşid i kâmillerin, tarikatların politika ile işi olmaz.

    milli nizam partisi kurulmadan evvel denilmiş ki "beyazıt'ta bir halveti şeyhi varmış onu da davet edelim partiye". bir gün muzaffer efendi bakmış ki partililer beyazıt meydanı'ndan geliyorlar, anlamış durumu, ibrahim baba'ya demiş ki "ibrahim kahveden iskambil kap gel". sahafta masaya ibrahim baba'yı oturtmuş, 2 de çalışan, bir de kendisi..dağıtmış kağıtları oyuna başlamış. partililer selam verip dükkana girmişler, "şeyh muzaffer ozak'ı arıyoruz kimdir?" demişler. muzaffer efendi oyun masasında, elinde iskambiller.."benim buyrun" demiş. partililer şaşırmış, bozulmuş, suratlar ekşimiş, kem küm edip yüz geri yapmışlar. efendi saatlerce bu işlerin "bu" işlerle birlikte yürümeyeceğini boşa anlatmak yerine, kıvrak bir hamle ile başından savmış partilileri.

    ve hiç de umurunda olmamış o insanların "şeyhe bak kağıt oynuyor" cümleleri. çünkü "...allah yolunda savaşa atılırlar ve kınayanın kınamasından korkmazlar."

    bir gün de bir zat ı muhterem efendi'ye "ya hu efendi senin niye sakalın yok?" deyince kayış atmış muzaffer efendi'de. "ulan reisicumhuru fahri korutürk, başbakanı süleyman demirel olan ülkede benim gibi şeyh sana fazla bile! abdülkadir geylani mi bekliyordun?!" demiş.

    fuyuzatından nasiplenmek nasip olur inşallah.
hesabın var mı? giriş yap