• antlaşma aslen şöyledir:

    "1) bu kitap (yazı), peygamber muhammed tarafından kureyşli ve yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).
    2) işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.
    3) kureyş’den olan muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
    4) benû ‘avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    5) benû hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    6) benû sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    7) benû cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    8) benû’n-neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    9) benû ‘amr ibn ‘avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    10) benû’n-nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
    11) benû’l-evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...
    12) mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
    12/b) hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (diğer bir okunuşa göre: hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)
    13) takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
    14) hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
    15) allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.
    16) yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.
    17) sulh, mü’minler arasında bir tekdir. hiçbir mü’min allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.
    18) bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.
    19) mü’minler, birbirlerinin allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.
    20) takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.
    20/b) hiçbir müşrik, bir kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).
    21) herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.
    22) bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, allah’a ve ahiret günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren kıyâmet günü allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.
    23) üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, allah’a ve muhammed’e götürülecektir.
    24) yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.
    25) benû ‘avf yahudileri, mü’minlerle birlikte [ibn hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, ebû ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.
    25/b) yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.
    26) benû’n-neccâr yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.
    27) benû’l-hâris yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.
    28) benû sâ’ide yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.
    29) benû cuşem yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.
    30) benû’l-evs yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.
    31) benû sa’lebe yahudileri de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.
    32) cefne (âilesi) sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.
    33) benû’ş-şuteybe de benû ‘avf yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.
    34) sa’lebe’nin mevlâları, bizzat sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.
    35) yahudilere sığınmış olan kimseler (bitâne), bizzat yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.
    36) bunlar’dan (yahudiler) hiçbir kimse (müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
    36/b) bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
    37) (bir harp vukuunda) yahudilerin masrafları kendi üzerine ve müslümanların masrafları kendi üzerinedir. muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.
    37/b) hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.
    38) yahudiler müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.
    39) bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.
    40) himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.
    41) himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.
    42) bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının allah’a ve resûlullah muhammed’e götürülmeleri gerekir. allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
    43) ne kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.
    44) onlar (= müslümanlar ve yahudiler) arasında, yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
    45) şayet onlar (yahudiler), (müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. şayet onlar (yahudiler), (müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.
    45/b) her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.
    46) bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde evs yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.
    47) bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. allah ve resûlullah muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır."

    ali bulaç '80'lerin sonlarında başladığı farklı kesimlerle "diyalog" sürecinden sonra '90larda bu antlaşmayı temel olarak ele alıp bir proje oluşturmak istemişti. kendisine göre, vesika, günümüzde birçok soruna da çözüm getirebilirdi. kendi ağzından:

    "medine vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. (...) vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır..

    ben kişisel olarak, vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. kur’an, hadis kaynakları ve müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde islam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. yıllardır süren arap-israil savaşı, şimdi yeni başgösteren azeri-ermeni çatışmaları, lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, balkanlardaki etnik durum, kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var"

    kaynak: ali bulaç, "medine vesikası hakkında genel bilgiler", birikim, sayı: 39-39, haziran-temmuz 1992
    http://www.birikimdergisi.com/…=1&dsid=38&dyid=1307

    bkz:
    - ali bulaç, "sözleşme temelinde toplumsal proje", birikim, sayı: 40, ağustos 1992
    - ali bulaç, "medine vesikası üzerine tartışmalar (i), birikim, sayı: 47, mart 1993
    - ali bulaç, "medine vesikası üzerine tartışmalar (ii), birikim, sayı: 48, nisan 1993
    - ali bulaç, modern ulus devlet, iz yayıncılık, 1998
    - ali bulaç, "medine vesikası ve yeni bir toplum projesi", modern türkiye'de siyasi düşünce: islamcılık, iletişim yayınları, 2004
  • "böyle bir metin uydurmadır, olamaz" *
  • (bkz: #17994002)
  • islam peygamberinin, mekke'de inen “sizin dininiz size, benim dinim bana” (kafirun, 6) ayetin vizyonunu medine pratiğine taşıdığını ve şehir devletinde dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkesi ve her topluluğu bir arada yaşamanın yollarını gösterdiğini belirten ali bulaç; '90'lı yıllarda, nüfusunun %40'ını budist malezya'da uygulanan benzeri çok hukukluluğu, laik ve modernist türkiye için de oluşacak bir anayasanın altyapısı için önermişti.
    bu öneri, o günlerde fazla gerçekci bulunmadığından unutulmuştu; yeniden göndeme gelmesi anlamlı ama ihtiyaç bulunmuyor.
  • konuyla ilgili internette şu 3 yazının olduğu sözleşme:

    medine vesikası ve sivil toplumun islamcı dönüşümü 1 : http://siyasetvemedya.blogspot.de/…umun-islamc.html

    medine vesikası ve sivil toplumun islamcı dönüşümü 2 : türkiye’de islamcılık ve sivil toplum: http://siyasetvemedya.blogspot.de/…un-islamc_5.html

    medine vesikası ve sivil toplumun islamcı dönüşümü 3 : http://siyasetvemedya.blogspot.de/…n-islamc_62.html
  • siyâsî partiler ve sivil kuruluşlar, sadece kurumsal varlıklardan ibaret değildir. somut sosyolojik yapılara sahiptirler. belli bir sosyolojisi olan siyâsî veya sivil hareketleri, mezhep, cemaat ve fırkaları kânun mârifetiyle bastırmaya veya yok etmeye kalkışsanız bile, yok olamazlar. baskı altına alınmaları dahi, onların yok olduğu veya görüş ve taleplerinden vazgeçtikleri anlamına gelmez.

    medine vesikası, bu nevi siyâsî ve sivil toplulukları, bir çerçeve içerisine almış; hiçbirini ya da hiçbir topluluğu ya da hiç kimseyi yok saymadan, bir çerçevenin içine alarak varlığını teyîd etmiş ve teminât altına almış; siyâsî birliğin teşekkülü ve kamusal alanların tanzimi konusunda “mutabakat ve sözleşme” yöntemi ile bütün toplulukları ortak bir paydada uzlaştırmıştır.

    sosyolojik bir varlığı yok etmek mümkün olmadığına, baskı altına almak da çözüm getirmediğine göre, yapılması gereken herkesin kendi itîkâdî, sosyal ve siyâsî varoluşunu sürdürebileceği, birinin diğerleri üzerinde mutlak egemenlik kurmaya kalkışmadığı bir “sözleşme toplumu”na götürmektir. medîne vesikası, bu sözleşmeyi temîn etmiş, toplumun tüm kesimlerini bu sözleşme ile birbirlerine karşı sorumlu ve saygılı olmaya yönlendirmiştir.

    hiçbir siyasi grup, bütün bir ülkeyi ve toplumu tek başına şekillendiremeyeceğine göre, bir iç çatışmaya veya yeni bir baskı rejimine gitmemek için medine vesîkası noktasında mutabakat sağlanmış. mutabakat ve uzlaşma, zorunlu olarak “karşılıklı ödünler verme”yi gerektirir. her halk, kesim, cenah, grup, topluluk da ödün ve/veya ödünler vermeyi göze almalıdır.

    bir ülke, bir toplum olabilmek ancak “karşılıklı müzakere, tartışma ve pazarlıkla” olur. ancak söz konusu üçlü süreç tarafların birbirlerine sabır ve tahammül göstermelerine bağlıdır. hem birbirlerine tahammül edecekler, hem nihâî gayelerini barışçıl olarak tahakkuk ettirecekleri zaman gelinceye kadar sabır gösterecekler.
  • bugün de uygulanabilirliğinin 100% olması manidardır. kısa veya uzun dönemleri teşkil eden mücadeleler süresince/sonucunda toplumsal baskı, sürgün, zaptedip sindirme veya sırf iletişimi kuvvetlendirmek için karşı tarafı kendine kültürünle yozlaştırma gibi hele ki 7. yüzyıl toplumları için üzerinde bile düşünülmeyip direk yoksayılacak konuları belki de(şahsi kanaatim) yüzyıllar sürebilecek toplumsal sorunlara neden olur diye kesin bir dille reddededip çoklu hukukla hakedilen sınırları çizen ilk anayasadır. islamın çağlara uzanacak bir yüksek medeniyet anlayışına sahip olduğunun işaret fişeklerinden biridir. tabi sonra bu anlaşmayı yahudiler maalesef bozmuşlar.
  • aslında üzerinde durulmuş bence. maddelerden bahsetmeye gerek var mı bilemedim. fakat benim yazacaklarım maddelerinden çok genel hatlarına değinecek. bu sebeple beni eleştirenler olabilir. saygıyla karşılarım. eklemek istediğin bir bilgi olursa da eklersiniz. mekke’den bir gece yarısı saklıca çıkıp medine’ye göç etmiş, bütün yandaşları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ini geçmeyen bir insanın, tümüyle kendi istek ve arzularına veyahut gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek olan bir anlaşma metnini, kendisinden çok daha kuvvetli kimselere kabul ettirmiş olması bir mucize sayılabilir. ancak öyle mucize filan da değil.

    hz. muhammed’in karşılıklı müzakereler neticeninde ve uyuma varma ilkesine dayalı olarak hazırladığı bu toplumsal anlaşmanın kabulünü sağlayan ehemmiyetli etkenlerden biri, kendi aralarındaki düşmanlık neticesi durmadan çatışmaktan yorularak bitkin düşmüş olan medine’nin karmakarışık ve güvensiz sosyal vaziyetidir. medine kenti sanki bir kurtarıcı beklemekteydi. kendi başına, var olan sosyal güçlerle sulh ve dinginlik sağlayacak siyasal ve toplumsal bir çıkış yolu bulamamıştı. işte böyle bir ortamda iken başka bir kentten gelme biri çıkıp, hepsine ansızın barış içinde yaşamanın yollarını göstermiş, herkesi hukuk temelinde, bir arada olmaya çağırmıştı.

    bu anlaşmada yaralama, öldürme, kan perhizleri, kurtuluş akçesi (fidye-i necat) gibi terimlerin çokça geçmesi, uzun yıllar iç savaşla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun dileklerini yansıtır. o günlerin ivedilikle ele alınması şart olan meselesi, çatışmalara bitirilmesi, taraflar arasında adalete uygun bir şekilde yaşamanın sağlanmasıydı. asıl ehemmiyetli nokta da, böyle bir projede kimsenin bir ötekisi üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan, başkalarını “natürel bir gerçek” olarak benimsemesi, ötekilerin de hayata ve düşünme biçimine itibar etmenin legalleşmesi, hukukun güvencesi altına alınmasıydı.

    medine dokümanı, bütün sosyal topluluklar açısından egemenlik ya da üstünlük değil, “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. bu bağlamda müslümanlar, özgür insanlar olarak allah ve hz. muhammed’in gösterdiği istikamette, güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. aynı haklar yahudiler ve putataparlar için de geçerlidir.

    ancak, dikkat ettiyseniz 20. madde müşriklerle alakalı özel kararlar getirir ve bu 43. maddeyle de desteklenir. bu maddeler, medineli müşriklerin mekkeli müşriklerle her türlü politik ve askerî ilişkilerine mani olmak için konmuştur. zira hz. muhammed ve müslümanlar için şimdi artık medine değil, mekke’dir tehlike olan…

    bununla beraber aslında medineli müşrikler de mekkelilerle birlik kurma arzusunu taşımıyor hem de onlar da başlarına bir iş gelmesinden çekiniyorlardı. onlar da her türlü hak ve özgürlüğe sahip olmak istiyordu. medine vesikası, bu haklı isteği de hukukî bir garanti altına almaktaydı. nitekim daha sonra mekkelilerle girişilen bedir ve uhud savaşlarının ertesinde, medine’de yaşamayı sürdüren müşrikler ile müslümanlar arasında ehemmiyetli bir mesele çıkmadı.

    medine dokümanı’nde, kabile isimleri tek tek yazılmış, böylelikle toplumda var olan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanınarak belgelenmişti. bu şu manaya gelir: her bir dinî ve etnik grup, kültürel ve hukukî bakımdan tam otonomluğa sahip kılınmıştı. din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, günlük hayatın tertip etmesi gibi alanlarda, her topluluk her nasıl isterse kendi içinde öyle olacaktı.

    42. maddede, doğmasından korkulan uyuşmazlıkların hz. muhammed’e götürülmesinin öngörüşü, gerek kuran’dan gerekse hadislerden anlaşıldığı kadarıyla, müslümanlar tarafından değil, direk musevi ve müşriklerce önerilmişti. nitekim öteden beri kendi aralarındaki uyuşmazlıklara çözemeyen medineliler, davalarını medine dışında gelme olduğu için tarafsız sayılan bir “üst yargı makamı” gibi hz. muhammed’e götürmeyi alışkanlık edinmişlerdi. kuran’ın maide suresi’nin 42. ayeti, peygamber’e, isterse onların davalarına bakma yetkisini verir. bunun üzerine peygamber de, kendisine müracaat ettikleri vakit onları özgür bırakır ve önce şunu sorardı: «size neye göre karar vermemi istersiniz? kuran’a göre mi, yoksa tevrat’a göre mi?»

    şuna dikkat etmek gerek: bu tertip etmede peygamber, yargıç değil hakem konumundaydı. gayri müslimlerin davalarına bakma ya da onları kendi mahkeme ve hukuklarıyla baş başa bırakma eğilimi, o günden beri zımmî hukukun bir öğesi olmuş ve bu uygulama osmanlı devleti’nin son zamanlarına kadar da sürmüştür.

    medine dokümanı’nin gösterdiği üzere; çoğulcu bir toplumda tek değil, bir hayli hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilmektedir. şayet toplumlar arasında çatışan hukuklar sebebiyle bir uzlaşmazlık doğarsa, ya tarihte görüldüğü gibi bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş bir mahkeme bakar ya da bütün hukuk topluluklarının temsilcilerinden oluşmuş bir üst mahkeme kurulur. ehemmiyetli olan adaletin sağlanması; haklıya hakkı olanın teslim edilmesi.

    medine vesikası üzerinde biraz daha durabilir hem de bunu birtakım aktüel yansımalara kadar da taşıyabilirdim. ancak burada kesmek istiyorum. bunun gerekçesi, çok uzatmadan bir başka ve bence daha ehemmiyetli başlığa geçme isteği.
hesabın var mı? giriş yap