la captive
-
chantal akerman'ın yönettiği, marcel proust'un la prisonniere adlı romanından uyarlanmış film. başrollerinde stanislas merhar (simon) ve sylvie testud (ariane) oynamakta.
ariane, zengin bir ailenin oğlu simon'la paris'te büyük bir evde yaşamakta, simon ona herşeyiyle sahip olmak ister ama ariane hep bir yabancı olarak kalmak ister.
le monde'a göre akerman'ın en iyi filmi... -
son sahnesine özellikle dikkat edilmesi gereken film.
(bkz: ölüler adası)
(bkz: böcklin)
(bkz: rachmaninov) -
ilk sekanslarina da dikkat edilse güzel olur tabii.
-
fransızcası ve ingilizcesi aşağıdaki gibi olan victor hugonun izmir e dair şiiri... usta ellerde türkçeye çevirilmeyi beklemektedir.
the captive (1829)
if i weren’t a captive
i could love this place,
these seas so plaintive,
these fields of maize,
these stars without number—
if the wall’s long somber
shadow didn’t glimmer
with the sabres of spahis.
i’m no female tartar
for a eunuch to pass
me up my guitar
or hold my looking glass.
far away from this sodom
in the land that i come from
are those young men with whom
i talked once, under stars.
yet i do love this beach: it
never knows winter
cold winds never reach it,
rooms chills never enter
summer rain never cold
the green bug prowling, bold,
glows, a live emerald
amongst grass’s green splinters.
smyrna’s a princess
with its beautiful chapel;
the happy spring perfects
itself to resound her bells.
like a laughing bright set
of flowers in a pot
its seas are all dotted
with archipelago whorls.
i love those scarlet towers,
those flags triumphant!
golden houses and bowers
like toys for an infant.
how well it soothes thinking:
the most gentle swinging
of these tents built clinging
high up on elephants.
in these palaces of fairies
my heart inner concert
believes these bare cries
floating in from the desert
all contain genies
blending harmonies
the infinite serene is
sung under spare skies.
these contraries are best:
the sweet perfumes burning
in the windows gold-set
foliage twist and turning
spring water bright churning
under plain-trees down-bending
and the white storks are standing
on white minarets.
on a lovely bed of moss
i sing songs from my soul
while my sweet friends all toss
their feet, leap and roll.
my happy good vagabonds
whose smiles are all around
dancing a merry-go-round
beneath fine parasols.
best of all, when the breeze
kisses me with its mouth
the night lounging at ease
and i dream of the south
across a sea unshallow
where, pale and yellow
the moon's starting to swell: a
white fan opening out.
la captive
si je n'étais captive,
j'aimerais ce pays,
et cette mer plaintive,
et ces champs de maïs,
et ces astres sans nombre,
si le long du mur sombre
n'étincelait dans l'ombre
le sabre des spahis.
je ne suis point tartare
pour qu'un eunuque noir
m'accorde ma guitare,
me tienne mon miroir.
bien loin de ces sodomes,
au pays dont nous sommes,
avec les jeunes hommes
on peut parler le soir.
pourtant j'aime une rive
où jamais des hivers
le souffle froid n'arrive
par les vitraux ouverts,
l'été, la pluie est chaude,
l'insecte vert qui rôde
luit, vivante émeraude,
sous les brins d'herbe verts.
smyrne est une princesse
avec son beau chapel ;
l'heureux printemps sans cesse
répond à son appel,
et, comme un riant groupe
de fleurs dans une coupe,
dans ses mers se découpe
plus d'un frais archipel.
j'aime ces tours vermeilles,
ces drapeaux triomphants,
ces maisons d'or, pareilles
a des jouets d'enfants ;
j'aime, pour mes pensées
plus mollement bercées,
ces tentes balancées
au dos des éléphants.
dans ce palais de fées,
mon coeur, plein de concerts,
croit, aux voix étouffées
qui viennent des déserts,
entendre les génies
mêler les harmonies
des chansons infinies
qu'ils chantent dans les airs !
j'aime de ces contrées
les doux parfums brûlants,
sur les vitres dorées
les feuillages tremblants,
l'eau que la source épanche
sous le palmier qui penche,
et la cigogne blanche
sur les minarets blancs.
j'aime en un lit de mousses
dire un air espagnol,
quand mes compagnes douces,
du pied rasant le sol,
légion vagabonde
où le sourire abonde,
font tournoyer leur ronde
sous un rond parasol.
mais surtout, quand la brise
me touche en voltigeant,
la nuit j'aime être assise,
etre assise en songeant,
l'oeil sur la mer profonde,
tandis que, pâle et blonde,
la lune ouvre dans l'onde
son éventail d'argent. -
berbat bir proust uyarlaması..
-
chantal akerman'ın 2000 yapımı marcel proust uyatlaması filmi. filmin adı mahpus veya tutsak olarak çevrilebilir, ait olduğu marcel proust romanı ise la prisonniere.
çağımıza daha yakın bir zamanı ve toplumu çerçeve almakla birlikte filmde fransız ve özgün döneme ait vurgular da yeterince var. zaten ilişkisel ve iç dünyasal bir kitap-film ikilisi bunlar. aristokrasi havasını başlıca veren armalı limozinimsi, özel şoförlü araba. erkeğin proustumsu öksürük ve nefes daralmalarına bir de her iki gencin çocuk mezarı gibi daracık yatakları eşlik ediyor. bunlar buradan ferahlık, çözüm çıkmaz dedirtiyor. anlamsız boş bakan bir dişi bakışına karşılık; ruh gibi dolaşan, her daim ağlak-üzgün erkek bakışı.
kadının (kapatma kızın) adı albertine simonet değil ariane yapılmış. kitapta erkek kahramanın adı belirsizken (ben yani marcel proust diliyle konuşuyordu galiba) filmde bir ada kavuşmuş, özgün albertine'in soyadından erkek başrole bir simon ismi çıkmış.
yanyana ikiz bir dairede simon'un büyükannesi ve hizmetçisi françoise ile birlikte yaşıyor ikilimiz. sanki kız erkek çocuğunun oyuncağı, kölesi; ikisi de sessiz gözlemcileri iki kadının gözaltındalar. evin sürekli misafiri ikisinin ortak arkadaşı andree; sıkılmış ariane'in nefes alma aygıtı, ama aynı zamanda sanki lezbiyen aşklarından biri. geçkince opera şarkıcısı lea da bir diger lezbiyen suç şüphelisi. hele bize iktidarsız hissettiren simon'u bir de uykuda sürtünmelerle azdırdığı sevgilisi ariane'ın sayıklaya sayıklaya andree adını sayıklaması yıkmasın da ne yıksın?
simon'un tek varoluş yolu ariane'ın mutlak bilgisine ve denetimine ulaşabilmek. kız ne kadar köle rolü keserse kessin bu bilgi-denetime yaklaşamadığını gördükçe zindan sahibi kendisi de mahpus halini alıyor. insana ve zaman gibi uçucu yapısı olan kadına hükmetmek olanaksız. filmde gündelik yaşam dili kullanılarak inanılmaz sade bir dalavere, entrika ve gerilim dili oluşturulmuş. hem kitapta hem filmde. ama olağan dil kullanıldığından yalnızca filmi izleyen biri neyin neye işaret ettiğini, kaç kat deşifre gerektiğini ilk izleyişte kavramayacaktır.
filmin giriş sahneleri adeta çiçek açmış genç kızların gölgesinde* kitabından ilk hızını alıyor. sonra bütün ana gövde boyunca mahpus yürüyor. gerilimi sadece edebiyatın boğuculuğu gibi algılıyoruz. sonu, finali ise sanki albertine kayıp* kitabına zıplayarak yapılıyor. böylece kurulup şişmeye bırakılan gerilim o teyel ile patlatılıyor. ariane kötü havada inadına girdiği denizde boğuldu gibi gelince simon deli gibi denize atlıyor. son sahnede kharon gibi bir teknecinin eşliğinde yalnız başına bir ıssız adaya/karaya çıkışını görüyoruz. ister somuttan alın, ister mecazi yiyin. soğuk servisli ve ömür boyluk düşünme, hesaplaşma sizi bekler.
(bkz: albertine simonet/@ibisile)
(bkz: kharon/@ibisile)
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap