• başrollerde efsane aktör christopher walken ve david caruso'nun oynadığı, abel ferraranın yönettiği, alt rollerde laurence fishburne, wesley snipes ve steve buscemi'ye rastlayabileceğiniz, 1990 yapımı tehlikeli film.
  • walken'in suç örgütü lideri, caruso ve snipes'in onu yakalamakla görevli iki polisi canlandırdığı kara film. final unutulmaz. ama burada da anlatılmaz.
  • “ i spent half my life in prison. i never got away with anything, and ı never killed anybody that didnt...that didnt deserve it”
    frank white ( christopher walken ) dan bishop’a ( victor argo)

    king of new york’un alt metni; kokain imparatorluğundan kazandığı parayla bir çocuk hastanesi açma hayali kuran bir modern zaman gangsterinin portre artıkları. artık olan, böyle bir karakterin görsel yaratımındaki rönesans varı dışsal etkiler ve onların mükemmele yakın sunumu. oysa hikayenin klasik zamanı, zihnin fiziksel döngüden sıyrılıp kendi dışsallığını soyutladığı anlar. böyle anların ekrana yansıması kamera tekniklerinin fersah ötesinde duran bir sistem çağrısı olarak özümsenmeli. karakterin düşünsel zamanı, kadrajın bulandırdığı zamansal gidişatın çizgisel iz düşümünden kopuk, dairesel harekete bel bağlamadan dikey vuruşlarla farklı bir metinde yeniden biçimleniyor. bu duraksamalar, mesela filimin girişinden itibaren sesiz sinema dönemine denk düşen kurgusal bekleyiş ki, bu; sunumdan daha saydam bir yeni dünya yaratımı, yapıyı klasik biçemden yabancılaştırarak hikayeyi bir martin scorsese şablonundan, hedef şaşırtma yoluyla uzaklaştırıyor. burada istenen bir modern vampir mitosunun godard tarafından sahnelendiği tek perdeli tiyatro gösterisi etkisi. ta ki şehir obsesyonu keskin hatlarını yumuşatıp, gölgelerin mavi ve sarı ile dans eden fazla alımlı yanını warhol etkisiyle sonuçlandırmak. bu görsel yaratım sonuçta mutlak sinemasal yaratımları ikinci plana atıp filimi edebi etkileşimlerle sonuçlandırmak istiyor. bu istek filimin çevresini saran dogmatik şartları kendi lehine çeviren bir kazanç kapısı. yapıt ait olduğu yerden havalanıp popüler sanattan nihilizmin soluk kararlılığına geçiş yapıyor.
    . $ 8 milyon
    .tüm bütçe italya.
    .tüm kadro amerika.
    sonuçta yaratılan dünya milletler ötesi, algının derinliğine inen bir sezgi hali. söz ettiğim sezgi filimi bütünlüğe ulaştıran dinsel ikonografinin, yaşamın devamını sağlayan enerji birikimiyle çarpışma anının ötesindeki kopuşlar. süreklilik. bunun kesikleri sondaki ölümü bekleme anındaki darlıkla yoğruluyor. ölüm farklı bir kanaldan akarken yaşam daima bir sorgu odasında. bütün düşünsel çaba, tüm bir olarak, belki refleks daima kendi zamanını gerisinde kalıp arananı bir önceki planda sabitliyor. kırmızının keskinliği ve siren sesinin filimin ses bandındaki öncelik arayışına rağmen zamanın kaybolmayıp durduğu ender anlardan. zaman kendini koruyor geri çekilen duygusal iletiler. zihnin panaromik açılımı üzerine bir kavuşma metni, böylece film, en sonda ilk on beş dakikasını ziyaret ediyor. sessizliğin bütüne kavuştuğu an alt metni bölüp filimi kendi safından ayırdığı an ayrıca. bu çifte kopuş tek bir duruşun kendini yeni anlamlarla çevrelemesi için yeni bir fırsat zamanı. fakat zaman, zamanı durduranın üzerinden görüntü titremesi yapmadan geçemiyor, böylece kırmızı daha kırmızı, baskın yiyen taban yüzündende sirenler kulağa daha keskin geliyor.
  • christopher walken nin gulup ciddile$mesi triplerine hasta oldugum filmdir ayrica.
  • scarface ayarında olup onun kadar meşhur olamamış kült statüsünde bir başka efsane filmdir benim için. donuk surat ifadeleriyle christopher walken adeta döktürmüştür. filmde laurance fishburne ve wesley snipes'ı daha genç halleri ile görmek de mümkün. tavsiye edilecek arşivlik filmlerdendir.
  • bana al pacino'nun ne kadar büyük bir pyuncu olduğunu göstermiş filmdir. bu filmin scarface ile arasında ki tek fark al pacino'dur. eğer o oynasaydı bugün bu film hakkında çok farklı şeyler konuşulurdu.

    ayrıca the notorious b.ı.g.'nin alter egolarından biri olan frank white bu filmin ana karakteridir. kendrick'de olay olan control verse'ünde bu filme gönderme yapmıştır.
  • christopher walken lı bir tür godfather diyebilirim ama onun kadar elbette meşhur olamamış ve zayıf kalmış bir yer altı-suç filmi. hakkında pek konuşulmaması da ilginç geldi bana. yine de günümüzün pek çok yapımı ile kıyaslandığında şapka çıkartacak derecede kaliteli bir filmdir.
  • king of new york, abel ferrara’nın çektiği değişik türde filmlerin en dikkat çekicilerinden birisi. ferrara filmde new york’un sadece suç potansiyelini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi sinemasal becerilerini de çok iyi sergiliyor. bir anlamda onun sinemaya bakış açısını bu filmde görebiliyoruz.

    ferara’nın ilk başta polisle büyük bir derdi var. bunu en net bad liutenant da görüyorduk. bu filmde ise ferrara meseleyi karşılıklı olarak ele almış ve polisin asıl sorununun suçlular değil, kendi içlerinde yaşadıkları kompleks olduğunu göstermiştir. bu doğrultuda christopher walken’ın muhteşem yorumuyla ‘frank white’ ferrara’nın bu meselesini anlatmak için seçilmiş çok doğru bir karakter.

    film boyunca frank’in hapiste yaşadığı arınmayla bir tür robin hood haline geldiğine tanık oluyoruz ama mesele bu kadar basit değil, kötü tarafını da muhafaza ediyor bir ölçüde. bu bağlamda filmin açılışı, önemsiz gibi görünen ama frank'in arınmasıyla ilgili işaretler barındırmasıyla anlamlı bir sahne. frank'in hapisten tahliye edildiğini gördüğümüz bu sahne ilginç çekilmiş. sade, minimal, soğuk bir sahne; diyalog yok, müzik yok. filmin geri kalanındaki gürültülü hal yok. ilk planda arkası dönük hücresinde oturmuş bekleyen frank'i parmaklıklar arkasından görüyoruz; meditasyon durumunda bir nevi. hücre çok küçük ve sade; hücreden alındığı sırada kamera bir süre daha boş hücreyi göstermeye devam ediyor. içerideki tek eşyanın bir kâse veya tas olduğu dikkat çekiyor. dini çağrışımlar var burada; frank, manastırında inziva halinde yaşayan bir tibetli rahip gibi yıllarını geçirmiş. kâse ve hücre ayrıca, kilise / kutsal kadeh (ayinlerde şarap için kullanılan) / mihrap-sunak-tapınak çağrışımları yapıyor. diğer mahkûmlar, kutsanmak ister gibi frank geçerken kollarını uzatıyor. kısacası bu ritüel benzeri açılış sahnesi frank'in hapiste geçirdiği arınma sürecini görsel olarak ima edecek şekilde tasarlanmış.

    açılış sahnesinin ardından frank’in hapiste geçirdiği zamanların etkisinde kaldığını filmin daha sonraki kısımlarında da tanık oluyoruz. bir gangster’den çok öğretici bir edayla görüyoruz onu. ilk iş olarak çetesi ile beraber uyuşturucu şebekesini bir anda çökertmeye başlıyor. bunu yapma sebebi hayalini olan çocuk hastanesini kurmak. yani frank, iyiliği kötülükle inşa etmektedir. avukat sevgilisi jennifer’a (janet julian) söylediği şu sözler onun film boyunca sergilediği portrenin bir özetidir aslında. frank bu sözleri jennifer’a o kadar inanmış bir şekilde söylüyor ki, seyirci olarak biz de frank ile özdeşleşiyoruz

    “ı've lost a lot of time. ıt’s gone. from here on, ı can't waste any. ıf ı can have a year or two, ı'll make something good. ı'll do something. just one year..”

    (çok zaman kaybettim. şu andan itibaren daha da fazla kaybedecek zamanım yok. eğer bir ya da iki yılım daha olursa, iyi bir şeyler yapacağım. sadece bir yıl)

    film boyunca frank’in en büyük düşmanı polisler oluyor. kendi gibi gangster olan diğer yer altı örgütlerini kolayca ortadan kaldırırken, başını ağrıtan sadece birkaç işgüzar polis oluyor. polisin frank üzerindeki bu baskısının sebebi, onun azılı bir suçlu olmasında ziyade, yazının başlarında da değindiğimiz üzere polisin frank’in zengin hayatına karşı duyduğu derin kompleksten ileri geliyor. özellikle havuç kafalı polis daniel’ın (dennis gilley) barda söylediği sözlerden bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. frank'in zenginliğini, saygınlığı, kendilerini alt etmesi vs. kısaca kıskançlık ve kişisel hırslar, polisin frank ile uğraşmasının başlıca sebepleri gibi gözüküyor. bu yüzden izleyici olarak iyiliği temsil eden polisin tarafını tutacağımıza, gerek bu sebeplerden gerekse de polislerin hoş tipler olmaması sebebiyle onlara karşı yoğun bir antipati duyuyoruz.

    polislerin tüm bu zorlamalarına karşın frank, hayali olan şeyi yapmak için elindeki gücü çok iyi kullanıyor. bunun için gerekirse kötü olmanın sınırlarını bile zorluyor. birçok kişi öldürüyor. adaleti bile satın alabiliyor. bu şekilde yapılacak bir iyiliğin etik yönü kafamızı karıştırsa da, frank’in filmin sonlarında komiser bishop’a (victor argo) söylediği şu sözler onun bu davasında izlediği metodun doğruluğuna dair kafamızda derin kanıtlar oluşturuyor.

    “frank white: when the d.a's office investigated the sudden death of arty clay, they found that he left a $13 million estate. how do you explain that? there there's larry wong, who owned half of chinatown when he passed away. larry used to rent his tenements to asian refuges, his own people, for $800 a month to share a single toilet on the same floor. how 'bout king tito? he had thirteen-year-old girls hooking for him on the street. those guys are dead because ı don't want to make money that way. emil zappa, the mata brothers, they're dead because they were running this city into the ground.
    roy bishop: you expected to get away with killing all these people?
    frank white: ı spent half my life in prison. ı never got away with anything, and ı never killed anybody that didn't deserve it.
    roy bishop: who made you judge and jury?
    frank white: well, it's a tough job, but somebody's got to do it.”

    (frank white: d.a. birimi arty clay'in ani ölümünü araştırdıklarında, 13 milyonluk mal bıraktığını ortaya çıkardılar. bunu nasıl açıklayacaksın? sonra çin mahallesinin yarısına sahip olan larry wong, asyalı mültecilere, kendi insanlarına ucuz konut kiralardı, aylığı 800 dolara, aynı kattaki tek tuvaleti paylaşmak için. peki ya kral tito? onun için caddede orospuluk yapan on üç yaşında kızları vardı. bu adamlar öldüler. çünkü ben bu şekilde para kazanmak istemiyorum. emil zapa, mata kardeşler öldüler. çünkü onlar bu şehri batırıyorlardı.
    roy bishop: bu insanların ölümünden yırtacağını mı umuyorsun?
    frank white hayatımın yarısını hapiste geçirdim. asla hiçbir şeyden kaçmadım ve ölmeyi hak etmeyen hiç kimseyi öldürmedim.
    roy bishop: kim seni yargıç ve jüri yaptı?
    frank white: şey, bu zor bir görev ama biri bunu yapmalı.)

    bu sözlerden de anlayacağımız üzere frank, modern zamanın adalet ve iyilik arayışının kaçınılmaz sembolü olarak karşımıza çıkıyor. insanların adalete olan inançlarının giderek azalması, hukuk sistemin çürümüşlüğü, polislerin insanları korumak yerine onları daha da tehlikeye atmaları, toplumda frank gibi iyiliği kötülükle inşa edenlerin varlığını kaçınılmaz kılıyor. frank’in bu bağlamda söylediği “ı never killed anybody that didn't deserve it.” (ölmeyi hak etmeyen hiç kimseyi öldürmedim.) sözü ayrı bir anlam kazanıyor.
hesabın var mı? giriş yap