• 2004 berlin ustalık okulu en iyi senaryo ödülü, 2006 venedik geleceğin aslanı ödülü-en iyi ilk film- ve
    2006 toronto kültürel yenilik ödülü-onursal mansiyon- kazanan peter brosens ve jessica woodworth'un yönettiği almanya-belçika-hollanda ortak yapımı. 26. uluslararası istanbul film festivali'nde gösterime girecek.
  • filmin muhteşem muziği için
    http://youtube.com/watch?v=0sq9bp09s_w
  • khadak:ortaçağ'da moğolistan'da para yerine kullanılan ipekli kumaş parçalarına verilen tuhaf isim
  • filmi izlerken yönetmen koltuğunda sanki "yumurta-süt-bal" üçlemesiyle bilinen semih kaplanoğlu var havasına kapılmamak elde değil.. filmde müziğin sizi havaya soktuğu tek bir yer var; onun dışında sadece izliyorsunuz, gözlemliyorsunuz.. kısaca hayal gücünüz ne kadar kuvvetliyse okadar anlam çıkarabileceğiniz bir film diyebilirim.. ki filmin başında farklı bir senaryo, sonunda da farklı bir senaryo çıkarabildim..
  • ayrıca, müziksever bir ekşi sözlük yazarı. hoşgelmiş. * *
  • filmini izlemedim yarın ilk işim izlemek olacak fakat müziği beni benden aldı telefonumun zil sesi yaptım.
  • yeni yeni yeşillenen bir arkadaşlığın öteki tarafı.
    nazik, içli, çocuk sever, komik, incelik sahibi ve akıllı bir adam olduğunu düşünüyorum. he bi süre sonra baktım başka türlü onu da yazarım buraya *
    gölge oyunu vs gibi unutulmaya yüz tutmuş bir sanatın gönüllüsü. sanırım bunun için bile sevebilirim seni çocuk...
  • ilk başta hiç anlamadığım, ancak şimdi biraz çözümlemeye başladığımı düşündüğüm bir film. şu sahnesi ile tanımıştım kendisini ilk başta.

    filmde gördüğümüz çoban bagi, aslında şaman adayı. tahminime göre babası da böyleydi. bunun fark edileceği kısmı incelersek eğer;

    bagi'nin kaderi ve ayrıntılar
    babası bir pilot. bindiği uçak, vatandaşlara elma ve posta dağıtmak için kullanılan bir uçak. pilot olan adam, seferlerinden birisinde bagi'nin annesi olacak kadın ile tanışıyor ve birleşiyorlar. bu birleşme gökyüzünden* bir armağan deniliyor. başka bir seferinde ise uçak düşüyor ve adam* ölüyor. buna dair söylenen cümle ise, adamın kaderinin zaten belli olduğu, o uçağa binmesinin bile yanlış olduğuna dair bir cümle oluyor. tam bu cümleden sonra, bagi'ye, "senin de kaderin onunla aynı" deniliyor.

    dağıtmadan buradan devam edelim. şaman adayları, eğitime başlanmadan önce seçilirler. aday olduklarını belirleyen unsurlardan birisi de, filmde bagi'nin geçirdiği gibi nöbetlerdir. gelen şaman kadın bunu fark edip, çağrılarıyla onu derin alemden çağırıyor ancak mutlaka yanına gelmesini dedesine bildiriyor. dedesi, bagi'ye nasihatte bulunurken, babasının bu çağrıya kulak asmadığı için öldüğünü söylüyor ve burada en önemli cümle ise, bagi'nin "madem öyle, neden önceden söylemedin?" diye sitem ederken söylediği "çünkü o zamanlar bunları söylemek yasaktı, söylersen ölürdün" cümlesi. bunun tam olarak ne anlama geldiğini söyleyemem belki ama moğol imparatorluğu'nda yanılmıyorsam en yaygın dinin şamanizm olmasına rağmen, sonradan çeşitli etkenlerin baskısıyla şamanizmin tamamen yaşanamaması işaret ediliyor olabilir. sovyetler, komünizm, değişen dünya, artık ne dersek.

    ----
    şamanların görevlerinden olan ruha eşlik etmek ve ruhun yolunu şaşırmasının neden olduğu felaketleri engellemek, filmde açıkça görülüyor. ilk sahnelerde bagi'ye derin alemde seslenen şaman, transa geçiş için kullandığı davul ve diğer aletleri kullanırken, bagi ile iletişime geçiyor. burada bagi'nin ruhunun kaybolduğunu ve yolunu bulması için çabaladığını görüyoruz. buradaki sahne hafif bir nem bırakmaktadır gözlere.

    ----
    her şeyi değiştiren salgın iddiası gerçek miydi?
    filmde gerçekten hayvanlar bir salgına yakalanmış mıydı, yoksa o insanları yerleşik hayata geçirecek daha iyi bir yalan bulunamadığı için mi bu söylendi? ben yalan olduğunu düşünüyorum. bunun iki sebebi var, birincisi, o hayvanlar yitirilmeden o insanların orayı terk etmeyecek olmaları gerçeği (ki bagi, ilk nöbetini, tehlikeli olmasına rağmen, kayıp kuzuyu ararken geçirmektedir. kayıp olan ve aranan kuzu ile sürü ilişkisi, burada unutulmaması gereken bir işarettir), ikincisi ise hayvanların etlerinin karaborsa olması (hatta bu karaborsadan faydalanan kişi, bizzat bagi'nin de ilişki kurduğu zolzaya isimli kızın abisidir) ve ayrıca zolzaya'nın hayvanların ölmediğini iddia etmesidir. abisinin bu detaylarla ilişkisi olduğu açık, o halde abisinden bir istihbarat almış oluyor. bu da hükümet taraflı bir yalanın ortaya atıldığı anlamına geliyor.

    ---
    bagi şaman oluyor mu?
    peki, bagi şaman oluyor mu veya şamanlığı resmileşiyor mu? o nöbetler ve çağrılar boşuna mıydı? bunu inceleyelim. çünkü bazı anlaşılmaz görünen detaylar bununla anlaşılır hâle gelebilir.

    bagi'nin hükümlü işçi olarak çalıştığı grupta, herkese bir sayı ve rumuz verilmişti. sıra bagi'ye geldiğinde, yani on iki denildiğinde, bagi duraksıyor ve bir isim beklendiğini anlayınca "gök" diyor. gökyüzünün gösterildiği ve ağacın ters döndürüldüğü sahnede şamanların doğa ile uyumuna dikkat çekilirken (ki şamanlar bu uyumsuzluğu düzeltmek için çaba içindedirler), buradaki gök ismi ile de bagi'nin aslında zihninde tekerrür eden şeyin atalarından gelen çağrı olduğu görülüyor.

    gök, şamanlıkta çok önemlidir, öyle ki üç kutsal varlıktan ikisi, gök baba* ve toprak ana* idir. örneğin cengiz han, yetkisini gökten aldığını söyler ve her fermanını "sonsuz gök" dileğiyle başlatırmış.

    ----
    bagi'nin kuyuya/çukura atladığı sahne

    ayrıca yer altı, ölülerin göçtüğü yer olarak da görülür ve şaman adayları çağrı aldıklarında, ölüm deneyimi yaşadıktan ve sırra eriştikten sonra şaman olurlar. bagi'nin kazılmış bir kuyuya atladığı ve su altında boğulmak üzere olduğu sahneler, aslında bu ölüm deneyiminin yaşandığına işaret olabilir. daha önceki paragraflarda bahsettiğim ve ağacın, yerin ve gökyüzünün tek görüldüğü sahnede her şeyin ters dönmesi, doğa ile şaman uyumundan ziyade bu ölüm deneyiminin, yaşamın ters dönmesi ile tasviri de olabilir.

    tüm bunlar ise kendiliğinden olmamaktadır. gökteyken yerde biten (kendisini aşağı atan) kam'ın çağrılarıyla gerçekleşmektedir. gökyüzünün bagi'yi izlediği çağrısı ise tekrar tekrar yinelenmektedir. hatta ayna (ki aynanın kendine has çok anlamı vardır) ile gökten gelen ışığı, hükümet denetleyicilerini durduran güç olarak kullanmak, göğün gücüne vurgudur diye düşünüyorum. ancak buraya gelmeden önce bir şeye değinmekte fayda var;

    iç içe iki hikaye - hepsi bagi'nin öngörüsü müydü?
    kam ile son konuşmalarda, yani ölüm deneyiminin ve şamanlığın resmileşmesinin ardından gelen konuşmalarda, bulunulan yerin gelecek olduğu anlatılıyor. o halde zolzaya ve arkadaşları, hayvanların öldüğü iddiası, yerleşik hayata zorunlu göç, tüm bunlar geleceği gören bagi'nin bir öngörüsü olabilir mi? o halde buradan bize ne mesajı çıkmaktadır? işte şu mesaj;

    "atalarının izini sürmez ve onları unutursan (tıpkı bagi'nin babasının ve bir süre de bagi'nin kendisinin yaptığı gibi), her şeyini yitirirsin."

    bagi'nin şamanlığının resmileşmesine diğer bir dayanak da, zolzaya dahil herkesin bulunduğu alanlarda (özellikle entry başında paylaştığım videodaki sahne dahil olmak üzere) görünmesi ve zolzaya'nın başına dokunarak ona ulaşması olmalı. belki de gelecekteki kötü senaryoya karşı bir dilek olarak fısıldadı zolzaya'ya, bagi.

    zaten khadak neydi ki? khadak, adaktı, dilekti. ağaçlara bağladıkları mavi kumaşlardı. gök renginde, dilek barındıran kuşaklar. sonraki sahnelerde bu mavi kuşakların çözülüşü ve herkesin yurduna dönmesi, belki de gelecekteki felaketin önüne geçiş ve kabul olan bir dilekti.

    özüyle doğup büyüyenin özüne sırtını döndüğünde yaşayacağı felaketler olarak okuduğum bu filmde yer yer tarkovskivâri sahneler de vardı. tren sahnesinde ve herkesin koştuğu sahnelerde bazı detaylar gördüğümü düşünüyorum ama temeli olmadığı için yazmaya gerek yok diyeyim şimdilik. ancak bir tanesini yazmadan edemeyeceğim;

    herkesin dört bir yandan koştuğu sahnede sağ, sol, üst ve alt olmak üzere "dört yönden" bir akın vardı. dört yön durvun zug şamanizm'de hayati derecede özeldir. ancak bir ayrıntı daha var ki onu diğer paragrafta söyleyeceğim. ön konum moğollar için çok önemliymiş. filmde çadırı terk ediş sırasında hatırlarsanız traktörler ileriye sürülüyor ve hayvanlar koşmaya itiliyordu. bir başka yerden daha sürülen boş traktörün olduğu sahneyi hatırlayın önce, 31:08'e getirip görebilirsiniz burada iki yöne gidiş var. bu, moğollar için eskiden "ön" çok önemliyken, bu yönün yani "ilerinin" güney'e dönüşmesi olarak ifade edilen bir kompozisyon olabilir. bunun sebebi bilinmiyormuş ve günümüzde yön hâlâ güney imiş.

    benim son söyleyeceğim ise, sonrasında gelen ve yukarıdaki bağlantıdaki videoda 01:33:26'da görebileceğiniz sahnede dört bir yana kaçış ile ilgili. burada insanların özlerine dönüşün resmedildiğini düşünmem ile aklıma kubilay sonrası moğol imparatorluğu'nun dörde bölünmesi geldi.

    ---

    filmin dingin ve hisli yanını çok sevdim.
  • 26. uluslararası istanbul film festivali'nde niyeyse 'suyun rengi' adıyla gösterilmiş baş yapıttır.

    ruhundan zamansız ayrılan canların kadim ıstırabını anlatıyor film. bu öyle bir ıstırap ki bugün de sonuçlarını yaşadığımız doğanın katli, hayvanlara zulüm ve en nihayetinde insanlığın belleğine açılan yaralarla açığa çıkıyor.

    yüzyıllardır ne ektiysek onu biçiyoruz. khadak, biz türklerin de köklerine dair çok naif bir o kadar da sarsıcı hatırlatmalarda bulunuyor ve utandırıyor.

    filmle ilgili çok güzel bir inceleme yazısı yazılmış filmhafızası sayfasında.

    link uçar diye bu yazıyı buraya aynen copy paste yapıyorum, siz yine de linki seçerek okumayı deneyin önce, filmden kareleri de tekrar hatırlamış olursunuz.

    ***********************************

    bir. iki. üç… on iki. on iki.

    on iki!

    ucunu hangi yöne çevirmiş olursa olsun, evet; tarih, tekerrürden ibarettir. çünkü “başlangıç” ve “son”, her hikâyenin kaderidir ve bir döngünün olmazsa olmaz parçalarıdır. fakat, ya feleğin tekeri bir gün çukura takılır ve döngü, yoluna devam etmezse? en yükseğe çıkan ok gibi, hikâye de nihayetinde “son”un yer aldığı düzleme düşerse? birden başlayıp ikiye, üçe doğru akan zamanın çapası on ikiye gelindiğinde suya atılıyor; canlılık, geçmişin çağrısına uyarak gerisin geri başladığı noktaya, yani kendi sonuna yol almaya duruyor. işte her şeyin bir an için durduğu o daracık vakitte bir efsane doğup ona biçilen ömrü yaşıyor: her şeyin hızla sona, tükenmeye, bitişe doğru ilerlediği bir moğol hikâyesini anlatıyor büyükbaba: khadak’ın (2006) hikâyesini.

    başlangıcını bir sonla yapmayı tercih eden filmlerin sayısı son derece fazla olsa da kadak’ı diğer yapımlardan ayıran, kurgusunda yer alan her bir küçük senaryonun, nihai bir kader gibi “son”a, üstelik yeni başlangıçlara gebe olmayan kısır bir noktaya doğru ilerliyor olması. bu özelliğiyle film, başlangıçlardan ziyade sonların hikâyesini anlatıyor; sekanslar arasına açıklanmayı bekleyen üç noktalar bıraktığı gibi cümlelerin sonuna da bir o kadar kesin hatlı noktalar koyuyor. bir efsanenin öyküsü olmasıyla da edebiyat alanına yakınlığını gözeterek bir kitap benzetmesi ile açıklayacak olursak, her cümlenin başında bir küçük harf duruyor, kendinden önce bir cümlenin daha varlığına işaret eder gibi. dolayısıyla başlangıç cümlesi dahi, tükenmiş bir öykünün devamını temsil ediyor; bu öykü, o tek cümlenin içinde yeniden diriliyor, büyüyor, geçmişe gidip geliyor, sonsuzluğa kadar genişleyip yine dünyaya iniyor… yani üç noktanın içine sığan ne varsa kaderini yaşıyor ve ardından yekpare bir noktaya dürülüp öyküyü sonlandırıyor. bu nedenle khadak’ın kurgusunda döngüler, uzun soluklu yaşayamıyor. nitekim açılış sekansı da karşımıza çıkacak öykünün nereye doğru gittiğini ima eder nitelikte: bir masa üzerinde sonradan başkarakterlerden biri olarak tanıyacağımız zolzaya durur. başlangıcın ilk sayısı olan birden ileri doğru saymaya başlar. ama on ikiye geldiğinde sayılar tükenir. on iki kendini, üç defa tekrar eder ve cümlenin sonuna nokta konulur.

    nefesi durdurmak, tarihi kesmek

    hikâyenin yeni paragrafı, kurgunun da merkezinde olan bagi ile devam eder. yaşlı bir kadın, bagi’ye anne ve babasının nasıl tanıştığını, nasıl bir aile kurup bagi’ye sahip olduklarını ve sonunda da ne yazık ki, bir pilot olan babasının nasıl öldüğünü anlatır. art arda gelen sayılardan sonra “son”un ikinci hikâyesi de budur. bagi’nin anne ve babasının soyu, orada kaderini tüketmiştir. eşini kaybettikten sonra babasıyla birlikte moğolistan’ın taş gibi katı çöllerinde, küçük bir göçebe köyde yaşamaya başlayan annesi, bagi’yi tek başına büyütmeye başlar. yaşı ilerledikçe hisleri keskinleşen bagi, bir gün koyun sürülerinin içinde bir tane koyunun eksik olduğunu fark eder. kayıp olan koyunu aramaya gideceğini söyleyerek köyden uzaklaşır. bir süre sonra yerde hareketsiz duran koyunu bulduğunda çok tuhaf bir olayla sarsılır: ansızın gözlerinin önüne yurtları (çadır ev) gelir, alevler içinde yanmaktadır ve etrafındaki her şey de bu yangının içinde can verir. hiçbir şey yapamaz bagi; şiddetle titremeye başlayan vücudu kriz geçirir ve oracıkta bilincini yitirir. gözlerini açtığında kendini yurtlarında güvenle yatarken bulur. etrafında dedesi ve annesi vardır ve onu kendine getirmeye çalışıyorlardır. o sırada dedesi, dışarıdan bir kam (şaman) bulup getirir. belli ki buradan sonrası ilaçların sınırının ötesinde, yani ruhani boyutun alanındadır. şaman kadın, bagi’ye hasırdan bir kırbaçla vurarak bağırmaya başlar. burası, filmin realizm ve büyülü gerçeklik olmak üzere ikiye ayrıldığı noktadır.

    bir çeşit kırılma noktası da diyebileceğimiz bu noktada artık bagi’nin zihninin içine gireriz ve gerçekliği ikiye böleriz: bir yanda efsanelerin kehanetini gerçekleştirmek üzere işleyen bir kader, diğer yanda öngörüler yoluyla geleceğe yapılan gidiş gelişler… metafizik alanın sınırlarında olan bu iki yol, fiziksel dünya ile kesiştiği anda da bagi birden çok yerde ve ayrı zamanlarda, aynı anda nefes almaya başlar. hem çadırın içindeki yatağında kendinden geçmiş olarak yatmakta, hem de dışarıda karların arasında soluk soluğa koşmaktadır. şaman dualar okur, bağırır, bagi’nin zihnini görmeye çalışır; bagi ise bedeninden çoktan sıyrılmış, sınırsız bir dünyada gelecekle yüzleşir. gerçeğin bittiği, düş gücünün ya da sanrıların başladığı sınır neresidir peki? bagi, hangi “an”ın içinde gerçektir?

    her ne kadar gerçekleşen felaketler, başlarına gelen kötü olaylar için kehanetlerin hayat bulduğu büyülü bir efsaneyi “gerçek” kabul etse de geçirdiği krizler ve bilinç kayıpları, bagi’nin zihinsel açıdan sağlıklı olmadığını gösterir. bu da paralel iki doğrultuda ilerleyen kurgunun, iki şüpheyi ve olasılığı da beraberinde taşıması ile sonuçlanır: inançların çizdiği bir dünya ve sağlıklı olmayan bir zihinle karşı karşıya olunduğu gerçeği. takip edilen yola göre bambaşka yorumlara açık olan filmde tercih, biz izleyicilere bırakılır. öte yandan bagi’nin hastanede tedavi sürecine alınan sanrıları, zihninde öyle etkileyici bir efsane diliyle canlanır ki, gerçeği bile bile hikâyeye, kurgusal olana inanmayı tercih ederiz. büyülü gerçekliğin (magical realism) güzelliği ve işlevi de budur; hayal gücünü etkisi altına alır, bir uçan halıda aklın alamayacağı yerlere onunla seyahat eder. esasında bir modern zaman eleştirisi olan khadak’ın kurgusu bu büyülü gerçeklik etrafında örülü olduğundan bagi’yle hareket ederken iki paralel yol arasında, gerçek olmayandan keyif almamız da nitekim aynı sebepten ileri gelir.

    bagi kendine gelip toparlandıktan sonra dedesiyle aralarında geçen bir konuşma, çizilen paralel yolların bagi için anlamına mercek tutar. bu konuşmada dedesi, atalarının geçmişten gelen ruhlarının onu çağırdığını, bu nedenle bilinç kayıpları yaşadığını söyler bagi’ye. eğer o seslere kulak vermezse de sonunda onu ölümün beklediğini, bunun evrensel bir kanun olduğunu anlatır. bagi ise buna inanmayı reddeder. zihni, yaşadığı bilinç kayıpları sırasında açıklayamadığı bir başka boyutu deneyimlese de babasını kaybetmesi, koyunlarının ölmesi gibi başlarına gelen kötü olayların, böylesi bir evrensel kanun sonucu olduğunu kabul etmez. çünkü onun büyülü gerçekliğinde rasyonel bir arayış vardır. oysa dedesi, geleneksel düşünce yapısının oluşturduğu mistik inançlar üzerine yaşamını kurmuştur. doğumun ve ölümün, taşın ve toprağın, hayvanın ve bitkilerin nedeni, görmeden kabul edip inandığı bu bilinmez mistik alanda yatar. bir insan olarak kendisi de bu doğal dengenin bir parçası olduğu için kendi tarihi de aynı döngünün içinde yazılıdır. dolayısıyla doğal kanunlara kulak vermemek, tarihi kısır bırakarak zamanın ilerleyişini durduracaktır.

    modernizmin ithal korkuları

    kurgu bu şekilde ilerleyedursun, biz “son”ların öyküsüne dönelim. bagi’nin bulduğu cansız koyun, sürünün yaklaşan kaderine de bir öngörüdür. bu olayın gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra şehirden bir grup görevli gelip köyde bulaşıcı bir hastalığın baş gösterdiğini ve bir an evvel köyü terk etmeleri gerektiğini söyler.

    bagi’nin annesi köyü bırakıp nereye gideceklerini sorduğunda görevli endişelenmemeleri gerektiğini, gidecekleri yerde barınakları olacağını ve onlara iş verileceğini söyler. bir fırsat gibi sunulan bu teklif, aslında zaten köklerini saldıkları bir barınakları, kendi ürettikleriyle geçindikleri bir düzenleri, kendilerine ait işleri olan bu insanlar için bir esaret kılıfı değil midir? modern yaşama yöneltilen ilk eleştiri oku da konuşmanın burasında karşımıza çıkar. devam eden, denge hâlindeki bir doğal süreç içerisine, döngüdeki en önemli unsur olan yaşama karşı dışarıdan bir “korku” aşılanmıştır. aşının mayası tuttuktan sonra da korku büyümüş, savaşılması yahut kaçılması gereken bir şey boyutunda algılanmaya başlamıştır. sonucunda da kaçıştan başka çare olmadığına inandırılan insanlar köklerinden, tarihlerinden, geleneklerinden, hikâyelerinden, kısacası benliklerinden kopma pahasına hayatta kalmayı tercih ederek yurdu hayvan sürüleriyle birlikte bırakır. ufku gökyüzüne karışan çöl topraklarından ayrılıp kendi elleriyle dört duvarlara teslim olur ve aslında dedenin sözünü ettiği, atalarının ağzından kehaneti fısıldayan o seslerin çağrısına kulak tıkarlar. sonuç, kendi inançlarına göre ölümdür; ama bir an için bunu unutmuşlardır! topraklarına ithal gelen bir “korku” unsuru, inançlarına bir kez dokunduğu anda tarihlerinin yazılı olduğu döngüyü kendi rızaları ile durdurmayı göze almışlar, sözde bir hastalığın bulaşmış olduğu hikâyeye son vermeyi kabul etmişlerdir. böylece yaşamsal bir döngünün, daha doğrusu toplumsal bir düzenin daha “son”u gelmiştir.

    khadak’ı özgün kılan en önemli özelliklerden biri de burasıdır; zira hikâye, yaşam tarihinin en uzun soluklu döngüsüdür ve içinde nefes alan bir canlının ömrü tükendiğinde o son nefes, bir başka canlıyı hayata getirir, böylece yaşamın hikâyesi asla son bulmaz. ancak khadak’ta ölüm, kati bir son olarak yaşanır ve hikâyeler de bu sondan nasibini alır. ve hikâyenin tükenmesi demek, yaşamın da durması demektir. filmde ölen canlının herhangi bir hayvan değil, sürüye ait bir koyun olması da sürünün devamına, yani topluluğa, doğal çoğalmaya, yaşam döngüsüne ket vurulacağının işaretidir.

    nitekim yurtlarını terk etmelerinin ardından hayatlarındaki bozkır defteri kapanmıştır artık. bir felaket senaryosuna inanmışlardır; oysa felaket, bu senaryonun kendisi olmuştur. bundan sonraki yaşamlarında kırsal hayatın gelenekselci ve mistik inançlara dayanan kolektif yaşam biçiminden, modernizmin parçaladığı, bölüp ayrı paketlere ayırdığı bireysel yaşama geçişi görürüz.
hesabın var mı? giriş yap