• chris harman'ın yazdığı dünya tarihi kitabıdır. marksist bir okumayla dünya tarihinin nasıl yorumlanabileceğini gösteriyor.
  • kitabın yedinci kısmında, "avrupa keşmekeş içinde" bölümünde, acı bedel:stalinizmin tohumları başlığında kronstadt meselesini de ele almıştır:

    "devrimi yaygınlaştıramamaktaki başarısızlık rusya'yı yalnız başına bıraktı ve yalnızca maddi bir ablukaya değil fakat yabancı 16 kadar ordunun işgalinin korkunçluklarına, iç savaş, yıkım, hastalıklar ve açlığa katlanmak zorunda kaldı. sanayi üretimi 1916'daki düzeyin yüzde 18'ine kadar düştü ve işçi sınıfının şehirlerde kalan küçük kısmı kendisini kırlara giderek köylülerle bireysel olarak takaslar yaparak besleyebiliyordu. tifüs yaygınlaşır ve yamyamlık bile görülürken bolşevikler giderek, neredeyse mevcut olmayan işçi sınıfının doğrudan temsilcileri yerine, bir parti rejimiyle iktidara tutundular. katlandıkları şeyler, hâlâ partinin büyük kısmını oluşturan işçilerin devrimci cesareti hakkında çok şeyler anlatır. ama bu onları var olmak için siyasal bir bedel ödemekten geri bırakmazdı.

    bu durum, 1921 mart'ında petrograd dışındaki kronstadt deniz üssünde denizcilerin ayaklanıp devrimci hükümeti inanılmaz yoksulluk düzeyi nedeniyle suçlamasıyla bütün bütün ortaya çıktı. kronstadt 1917'de bolşevik gücünün en önemli merkezlerindendi ama eski militanlar kızıl ordu'da savaşmak üzere ayrılınca ve yerlerini köylerden henüz gelmiş adamlar alınca bileşimi değişmişti. kalkışma, yoksulluğu yenmek için herhangi bir program sunamazdı zita bu, varlığın yanında yoksulluktan kaynaklanan kapitalist bir kriz değildi; aksine iç savaş, yabancı istilası ve ambargonun yoksullaştırdığı bütün ülkede görülen bir sonuçtu. bir sınıf açken, bir başka sınıf varlık içinde yaşamıyordu; yalnızca farklı açlık dereceleri söz konusuydu. yalnızca birkaç ay önce iç savaşta yenilmiş olan eski rejimin generalleri geri dönmek için bir fırsat bekliyorlardı ve bir kısmı da nihayet kronstadtlı asilerin bir kısmı ile dostça ilişkiler kurmuşlardı. zaman, devrimci hükümetin yanında değildi. kaleyi çevreleyen buzlar eriyordu ve onu yeniden ele geçirmek güçleşecekti. bütün bu etkenler, bolşeviklere isyanı bastırmaktan başka seçenek bırakmıyordu ki bu olgu, bolşevik parti içindeki, denizcileri teslim almak üzere buzu geçenlerin ön safında bulunan 'işçi muhalefeti'nce de kabul edilmişti. bununla birlikte kronstadt, yalnızlığın ve yabancı müdahalesinin devrimi içine düşürdüğü acınacak koşulların bir göstergesiydi. devrim ancak, 1917'nin bolşevizminden ziyade, jakobenliğin yöntemlerine başvurarak varlığını koruyabilirdi.

    bu yöntemler zorunlu olarak bolşevik parti üyeleri üzerinde de etkisini gösterdi. iç savaş yılları pek çoğunun kafasına, işçi demokrasisi laflarına hiç uymayan otoriter bir yaklaşım yerleştirmişti. lenin bu kadarını, 1920-21 kışında, parti içi tartışmalarda, 'bizimkisi, bürokratik çarpıklıkları olan bir işçi devleti' dediği zaman itiraf etmişti. devlet aygıtını, 'çarlıktan devralınmış, sovyet dünyasında hemen hemen hiç dokunulmamış...bir burjuva çarlık mekanizması' olarak tanımlamıştı. bu durum pek çok parti üyesinin tutumunu etkiliyordu: 'moskova'ya bakalım. bu bürokratlar kitlesi - kim kime yol gösteriyor? 4700 sorumlu komünist mi bürokratlar kitlesine, yoksa onlar mı komünistlere?'

    komünist enternasyonal'in üçüncü kongresi 1921 yazında toplandı. iyi kötü tümüyle devrimci delegeleri bir araya getiren ilk kongre buydu. delegelerin pek çoğu devrimin ülkesinde olmaktan coşku içindeydi. ama her ne kadar devrimin dili varlığını ve pek çok bolşevik onun ideallerine bağlılığını korusa da parti bir bütün olarak tecrit edilmişlikten, otoriteryenlikten ve de eski bürokrasiye bağlı kalmanın etkilerinden korunmuş olmuyordu. marx 1851'de 'tarihi insanların yaptığını' yazmıştı; ama 'kendi seçtikleri koşullar altında' değil. bu koşullar da sırası gelince insanların kendilerini dönüştürüyordu. olayların baskısı altında bolşeviklik, komünist enternasyonal'in bağlayıcı bir örgüt şeklinde kristalleşmesine rağmen, yavaş yavaş kendinden başka bir şeye dönüşüyordu. bu başka şey, her ne kadar stalin 1923 ya da 1924 yılına kadar iktidarı gerçekten kullanmamış ve mutlak iktidara 1928-29'da sahip olmuşsa da, stalinizm diye adlandırılacaktı."
  • orjinal adı:

    a people's history of the world

    şeklindedir...
  • yedi kapılı teb şehrini kuran kim?
    kitaplar yalnız kralların adını yazar.
    yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
    bir de babil varmış boyuna yıkılan,
    kim yapmış babil'i her seferinde?
    yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
    altınlar içinde yüzen lima'nın?
    ne oldular dersin duvarcılar çin seddi bitince?
    yüce roma'da zafer anıtları dikenler?
    sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
    yok muydu saraylardan başka oturacak yer
    dillere destan olmuş koca bizans'ta?
    atlantis'de, o masallar ülkesinde bile,
    boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
    bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
    hindistan'ı nasıl aldıydı tüysüz iskender?
    tek başına mı aldıydı orayı?
    nasıl yendiydi galyalıları sezar?
    bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
    ispanyalı filip ağladı derler
    batınca tekmil filosu.
    ondan başkası acaba ağlamadı mı?
    yedi yıl savaşı'nı ikinci frederik kazanmış ha?
    yok muydu ondan başka kazanan?
    kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
    ama pişiren kimler zafer aşını?
    her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
    ama ödeyen kimler harcanan paraları?

    işte bir sürü olay sana
    ve bir sürü soru.

    önsözden okumuş bir işçi soruyor * şiiri.
  • yazının bulunuşu şu şekilde geçer kitapta: ''hem ortadoğu'da hem de mezo-amerika'da tarihsel önemi olan bir başka şey daha yaşandı. tapınaklara ait depolanmış ürünleri toplayan ve dağıtan rahip-yönetici gruplar, giren ve çıkan ürünlerin kaydını tutabilmek için taş ya da kil üzerine işaretler yapmaya başladı. zamanla belirli şeylerin resimsi imgeleri standartlaştı, kimi zaman temsil ettiği şeyin sesini de ifade etmeye başlayarak sonunda insanların cümlelerinin ve düşüncelerinin kalıcı bir görsel ifadesi ortaya çıktı.''
  • taş çağı’ndan roma imparatorluğu’na, orta çağ’dan aydınlanma çağı'na, sanayi devrimi’nden 21. yüzyıla uzanan büyük yürüyüşü halklar açısından, “aşağıdan” bir tarih çalışmasıyla anlatıyor. yoğun ve akıcı bu kitap, insanlık tarihinin belli başlı aşamalarını, toplum biçimlerini, siyasal yapılanmaları, savaşları ve sınıf çatışmalarını parlak bir şekilde özetliyor. tarihin izlediği yolu, sıradan insanların ortak insani hedefler peşinde koşarken karmaşık toplumlar kurmasının ve yeniden kurmasının hikâyesi olarak ele alıyor.
  • bundan 4-5 milyon yıl önce afrika da ortak atamız şempanzelerden farklılaşarak ilk defa iki ayağı üzerinde yürüyen ve uyluk kemikleri insanlarınkine benzer şekilde gelişen australopithecus ortaya çıkar. bu türün diğer türlerin aksine ağaçları terkedip ormanlardan uzaklaşarak daha çok savanlarda yaşamaya geçtiği söylenir. 2-2.5 milyon yıl kadar önce ise latince yetenekli insan anlamına gelen homo habilis ortaya çıkar. habilislerin diğer türlere göre en belirgin farkı ise tasarlanmış amaca yönelik ilk aletleri yapmalarıydı. bu durum bilişsel gelişimlerinin önceki türlerden daha ileri olduğunu gösteriyordu. nitekim alet yapmaları baş parmaklarınıda efektif kullanan ilk tür olmalarına işaretti. afrika dışında fosillerine rastlanmadığınıda söylememiz gerekir çünkü çevreleri bilinmezlik ile doluydu. bu bilinmezliğin üstüne giden tür ise homo erectus oldu. ateşi kontrollü kullanmayı öğrendiler ve bu sayede afrika dışını keşife çıkabildiler. doğa da ateş demek güven demekti. ateş sayesinde vahşi hayvanlardan korundular, yemekleri pişirerek yediler ve zamanla çeneler küçüldü azı dişleri anlamsızlaştı. homo erectus latince de dik duran insan anlamına gelir. aslında daha önce australopithecus'lar da şempanzelere göre dik duruyorlardı ancak erectuslar modern insan kadar diklerdi. aynı zamanda homolar içerisinde bir dil aracılığıyla iletişim kuran ilk tür olduğu düşünülüyor. nitekim komün olarak farklı yönlere yapılan bu göç hareketleri iletişimin varlığına açık bir işaret. dünya da kocaman bir 2 milyon yıl geçirdiler, bu konu da rakipleri şimdilik yok. bundan sonrası ise biraz karışık açıkcası. afrikadan çıkıp başta avrupa ve asya olmak üzere dünyaya dağılan erectusların avrupa kolu neandertel'leri oluşturuyor, afrika da kalanlar ise ileride homo sapiens 'i yani bizleri oluşturuyor. ki neandertal map diye haritarak fosillerinin nerelerde olduğuna bakmanızı öneririm, sanki anadoluya vebalı muamelesi yaparak çevresinde dolanmışlar gibi gözüküyor. kısacası burada kritik olan nokta iki türünde atasının ortak olması çünkü neandertallerden homo sapiens'in doğduğu yanılgısı
    epey yaygın ancak böyle bir durum söz konusu değil. bazı kaynaklar neandarteller ve sapiens'lerin erectus kimliğinden sonra homo heidelbergensis adı verilen bir alt türe dönüştükten sonra asıl kimliğini kazandığını yazar. açıkcası bu kısım pek bir şey değiştirmez iki türünde genel çerçeve de erectuslardan türediğini söyleyebiliriz. neandertallerin beyinleri ebat olarak sapienslerden daha büyük olsa da oran olarak daha küçüktü. bu yüzden bilişsel gelişim olarak daha gerilerdi. gırtlak yapılarından dolayı ses çıkarmak için daha dezavantajlıydılar ve dil becerileri daha geriydi. sapiensler deneyimlerini alt soylarına ya da çevresine aktararak ilerlemeye üremeye daha uygunlardı. zaten daha kalabalık gruplar halinde yaşıyorlardı. bu durum iki türün arasında avlanmada, hayatta kalma da, sosyal yaşamda çok önemli bir fark yaratıyordu. neandertallerin ölülerini eşyalarla gömmesi ilginçtir, belkide sapiensler de onlardan görmüştür kimbilir. iskeletler de yapılan araştırmalarda çoğunda artrit ve diğer bakım hizmeti isteyen hastalıklarla boğuştukları tespit edilmiş. bu da arogdaki gibi ayağı kırılanı yolda bırakıp ölüme terketmediklerini hastalık kavramının farkında olduklarını gösteriyor. peki neandertaller nasıl yok oldu? bu soru için soykırımdan iklim sorunlarına, bir çok teori var ancak henüz ortada net bir şey yok. benim fikrim neandertal türünün sayılarının düşünülenden çok daha az olduğu ve sevişerek zamanla sapiensler arasında eridiği şeklinde. bazı insanlarda görülen %4 neandartel geni de bunu destekliyor. sapiensler ise en geç 12.000 yıl önce donmuş bering boğazını geçerek amerika kıtasına ulaştı ve böylece antartika dışında her yere yayılmış oldu. her kıta/bölgedeki sapiensler farklı dil, din, mitos, kültür geliştirdi. gözler, deri rengi, kıllılık, boy v.s kalıtsal özellikler her toplulukta farklı belirginleşti. belki de ortak kalan tek yanları avcılık/toplayıcılıktı. avlanırken de barınırken de hala en önemli şey işbirliği ve kollektif değerlerdi. kimi avcılık kimi toplayıcılık herkes üretime katkı sunuyordu. henüz sınıf bölünmeleri, mülkiyet kavramı, servet biriktirmek söz konusu değildi. kamp yerlerinde sık sık değişim ve sürekli hareket vardı. engels paleotik dönemdeki bu yaşam tarzını ilkel komünizm olarak değerlendirmişti. chris harman da bu dönemi anlatırken engels'in ilkel komünizm kavramına değinerek anlatıyor. kitapta tam olarak buradan başlayarak yakın tarihimize kadar uzanıyor diyebiliriz.

    gelelim neolitik döneme, başka bir deyişle cilalı taş devrine. bu dönemin en önemli kazanımı insanların doğayı kendi ihtiyaçlarına yönelik olarak şekillendirebilmesiydi. tarım başladı, ilk hayvanlar evcilleştirildi. üretimin ilk başladığı yer bizim ülkemizin güneydoğusunu da kapsayan bereketli hilal adı verilen bölgeydi. şuradan bakılabilir; https://encrypted-tbn0.gstatic.com/…wdnikq&usqp=cau
    peki tarım neden burada ve bu zamanda ortaya çıktı? bununla ilgili üç teori okudum. hepsini kısaca özetleyeyim siz karar verin.
    1-neolitik dönemin başlangıcı tarihsel olarak tüm dünyayı 2.5 milyon yıl esir alan buzul çağının bitişiyle kesişir. neolitik dönem mö 10.000 de başlarken buzul çağının bitişi ise mö 10.000-14.000 civarı olduğu tahmin edilir. yani iklimin normalleşmesi, toprağın donmuş halden verimli hale gelmesi, soğuktan mağalarda yaşayarak korunan insanların artık biraz daha özgürleşmesi sonucu yıllardır bitkiler üzerindeki gözlemledikleri bilgi birikimlerinin kullanmaya başladıkları tahmin edilir.
    2- chris harman kitabında ise yaşanan iklim krizlerinin avcılık/toplayıcılığı artık mümkün kılmayarak insanları üretime yönlendirdiğini yazar. iklim krizine kadar insanlar doğanın sunduğu bol yabani bitki, bol avlanacak hayvan imkanına alışmışlardı. hatta kitaptan direkt bir alıntı yapacak olursak:
    "örneğin türkiyenin güneydoğusundaki bir bölgede bir aile 'çok da fazla çabalamadan' üç hafta da toplayacağı yabani tahıllar onlara bir yıl yetebiliyordu."
    ancak yaşanan iklim krizleri sonucu oluşan kurak, soğuk yaşam şartları yukarıdaki bahsedilen bolluğu zamanla imkansız kılmıştı. bu aşamada insanların iki seçeneği vardı. ya göç etmek ya da yıllardır gözlemledikleri doğadan faydalanmak. insanlar üretmeyi denediler ve tarım başladı.
    3- son teori ise oldukça basit. evrimin fiziki/bilişsel birçok alanı olduğunu söylemiştik. bu teoriye göre insanların bilişsel gelişimlerinin ancak mö 10.000 civarında üretimi gerçekleştirecek olgunluğa eriştiği kabul edilir.
    ben insanların bir ihtiyaç doğrultusunda üretime geçmelerinin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. kimse ağaçlar meyve ot doluyken üretime geçmez. o dönem avcı/toplayıcı 50 kişilik bir kabile düşünelim. bu kabilenin yaşamını sürdürebilmesi için yaşadığı bölgenin 100-150km çevresinde kimsenin yaşamaması gerekir. hatta belki mesafe daha da uzatılabilir. avcı/toplayıcı yaşam bu açıdan epey zor ve insanları tarıma teşvik etmiş olabilir. 3. teori her senaryo da doğru zaten. bilişsel evrim 50 sene önce müsade etseydi o zaman gerçekleşirdi her şey muhtemelen. 1. teoride ise tarihlerin çakışması epey dikkat çekici. bence buzul çağı bitişiyle insanlar bir süre çevre kaynaklarını tüketerek avcı/toplayıcı yaşama devam ettiler. bu dönemde bile bilişsel olarak nasıl yapabiliriz hakkında bir fikirleri vardı ancak kaynaklar azalana kadar ciddiye almadılar. zamanla ihtiyaç üretimi doğurdu. biri çıkıp hey sapiensbuddy'ler senelerdir konuşuyoruz haydi yapalım şunu dedi ve her şey başladı. hayvanlar evcilleştirildi. hatta ilk evcil hayvan olan köpekler tarımdan yerleşik yaşamdan da önce mö 14.000 de avrupa da ve doğu asya da evcilleştirildi. daha sonra artarak devam etti. tarımın başlaması artık daha kollektif işbirliği gerektiren bir yaşam gerektiriyordu. zararlı otların temizlenmesi, ürün bakımı, hasatı saklamak, stokları paylaşmak vs bunlar önemli sorumluluklardı. kitapta işbirliğinin tarifi için bir alıntı giriliyor.
    "burada herkes açlıktan ölmediği sürece kimse açlıktan ölmez."
    nufüs azdı ancak tarımın işgücü ihtiyacı üreme sisteminide etkiledi ve nüfus hızla artmaya başladı. nüfus arttıkça zamanla tarıma açılmamış yeni yerleşimler kurmak için göçler gerçekleşti. madagaskara, yeni zellandaya gidişlerde bu şekilde oldu. genel olarak bugünkine benzer özel mülkiyete, devlet aygıtına, kadının ikincil konuma düşürülmesine dair henüz bir iz yoktu ancak tahıl üretimi + hayvancılık ilk toplumsal tabakalaşmaya yol açtı. bazı soyların diğerlerinden daha çok saygınlık kazandığı ve bununda babadan oğula geçtiği bir kabile reisliği ortaya çıktı. bu reislik o dönem için hala çok masumdu. toplumun emeğiyle üretilen artık ürünün bir kesim tarafından tüketilmesi söz konusu değildi ama bu ileride yaşanacaklara dair önemli bir işaretti.

    tarım genel olarak insanların ihtiyacını karşılamaya yetiyordu ancak yaşanan ani kuraklı sel vs doğa olayları zaman zaman zor durumlar yaratabiliyordu. insanlar tarım yöntemlerini pratikleştirmek içinde çaba içerisindeydi. evcilleştirilen öküz at gibi hayvanlara saban bağlayarak yapılan tarımın elle yapılana göre çok daha etkili olduğunu keşfettiler. hayvan gübrelerini kullanmaya başladılar. taşkınlardan korunmak için hendekler yaptılar. ziyan olan ürün azaldı üretim arttı. eskiden kendilerine yetecek kadar üreten yada kendileri saklayabilecek kadar artık ürün üreten insanlar artık büyük tahıl ambarlarına ihtiyaç duydular. fazla ürün stoklamayı yönetecek insanları ortaya çıkardı. tahıl ambarından sorumlu olanlar ve dağıtımı yönetenler halk arasında prestijli hale geldi. bu güç zamanla daha büyük saygı kazandı ve ambarlar ilk tapınakları oluşturdu. tapınaklar ilk rahipleri oluşturdu. diğer toplumsal gruplarda tapınakların çevresinde oluşmaya başladı. nippur, kiş, ur gibi birçok şehir zaman içerisinde oluştu. mezopotamya ve mezoamerika da tapınakları yöneten rahipler depolanan ürünlerin kaydını tutabilmek için taş üzerine işaretler oluşturdular. belirli şeylerin imgeleri standartlaştı ve sesli ifadesi ortaya çıktı. ayrıyeten tapınak muhafızları gökyüzünü gözlemleyerek ürünleri ekmek için en iyi zamanı tahmin ettikleri güneş ve ay takvimlerini geliştirdi. matematik ve astrolojide benzer şekilde bu tapınaklar da oluştu. tapınaklar hem sınıf bölünmelerine yol açarken hem de kültürel ilerlemeler sağlamıştı.

    gelelim engels'in kadınların dünya çapında yenilgisi diye nitelendirdiği gelişmeye. avcı/toplayıcı toplumlarda kadınlarında üretime katıldığını biliyoruz. ki en önemli besin kaynağı olan toplayıcılık onların kontrolündeydi. aynı şekilde çapaya dayanan ilkel tarımda da aktif şekilde varoluyorlardı. bu üretim yöntemleri kadının doğurganlık/hamilelik/emzirmesine zarar vermiyordu. kadınların üretimdeki aktifliği onlara toplumsal statü olarak geri dönüyordu. ancak saban, çobanlık, atlar'a dayanan ağır yeni tarım yöntemleri eski rollerine kıyasla kadınların doğurganlığını önemli ölçüde etkiliyordu. bu işlerde aktif çalışan kadınların bulunduğu toplumlarda doğurganlık düşük ve nüfus durağandı. bu da onları diğer toplumlar karşısında dezavantajlı duruma düşürüyordu. burada kitapta gordon childe'den bir alıntı yapılıyor ;
    "saban...en ağır ve sıkıcı işlerden kadınları kurtardı ama tahıl ürününün üzerindeki tekelden ve onun getirdiği toplumsal statüden mahrum etti."
    bu noktadan sonra temel kararlar erkeğe geçti. kadının keyfi davranışlara karşı güvencesi kalmadı. kadınlar dünyanın örgütlenişinde aktif katılımcılarken anne figürü ya da güzellik sembolü olarak ikincil konumda varlığını sürdürdüler.

    ilk ayrıcalıklı sınıfın tapınak rahipleri olduğunu söylemiştik. mezopotamya da artan savaşlar bu gruba krallar ve krallara bağlı birçok aristokrat sınıf oluşmaya başladı. mezoamerika da savaşçılar da ayrı bir güce sahip olmuşlardı. üst tabakadaki sınıfların çeşitlenmesi ileride kendi aralarındaki çatışmaları da beraberinde getirecekti. kralların ve rahiplerin saray/tapınakları için lüks istekleri zanaatkarları(dokumacı, deri ustası, taş ustası vs) oluşturdu. bu grup işçilerden farklı olsada tamamen farklı değildi. mö 1170'de paylarının uzun süre geciktiği gerekçesiyle tarihteki ilk grevi gerçekleştirdiler.

    kitapta genel olarak benim aklımda kalan dikkat çeken noktalar bunlar. hızlı bitirilecek değilde araştırarak dura dura ilerlenecek kitaplardan. giriş sayfasındaki brecht şiirinin dilediği gibi padişahları kralları kitabın merkezine koymayan bir tarih kitabı.
hesabın var mı? giriş yap